Terminolojiye dair bir not: Burada
"Kutsal" Türkçedeki "Kut" ya da onun bir türevi
anlamında kullanılmamış; Batı dillerindeki "Sanctus"
("sancire" ya da "sanctio"dan türetme: "buyruk",
"kanun", "buyurma") ya da "Sacrament"
("sacrare"den türetme: ayırmak, mahkum etmek, ya da
kutsallaştırmak) karşılığı alınmıştır.
Kutsaldan bahsetmek nedense bende hep
bir mayın tarlasına girmiş olmanın ürpertisini uyandırmıştır.
İnsanın uzak durması gereken bir alan belki; ama ne yazık ki
müspet duygulardan çok (sevgi, saygı gibi) menfi duygular
(başına dert almak) nedeniyle.. Bir de Aşk var tabii ki. Sonuç
itibariyle Kutsal’dan daha az tehlikeli sayılmaz. Ama neden
Kutsal’la arasında gerilim olan insan Aşk’a teslim olmak için
içinde tuhaf bir istek hisseder? 19. - 20. yüzyıllar (sonuçları
ne kadar tartışılırsa tartışılsın) aklın ve müspet bilimin
insana, topluma ve dünyaya egemen oluşu ile damgalanmıştır. Bu
bağlamda dünyada birçok şey geriye dönüşsüz olarak değişmiş
olup, inanç ve kanaatlerimiz de bundan etkilendi.
Geleneksel- modern öncesi toplumlarda
birşeyin kabul edilmiş otorite tarafından “haram” (tabu) ya da
“kutsal” ilan edilmesi ona dokunmamak ve saygı göstermek için
yeterli bir nedendi belki. Otoritenin de bizzat “kutsal” olmasını
ya da en azından resmi otoritenin ahali nezdinde bir derece
güvenirliği olduğunu ve henüz bunun aşınmadığını
düşünebiliriz. Bunlar tüm zamanların belki en kaotik ve
değişimci yüzyılları olan 19. ve 20.ler tarafından aşındırıldı
ve bir kenara atıldı. Kutsal bu süreçte ağır yaralar aldı ve
hala kendine gelemedi; Aşk ise yaralanmak ve berelenmekle birlikte
bu altüst oluştan daha çabuk yakasını sıyırdı gibi
görünüyor.
Geçmişte dahi Kutsal kendini korumak
için tek başına ahali nezdinde uyandırılmış o ürpertici
saygıya güvenememiş; kendini kurumlar, askeri ve fiziki güç
yoluyla daha çok güvenceye almaya çalışmıştır. Modern
çağlardan önceki 5000 küsur yıllık insanlık tarihi boyunca
Kutsal her ülkede siyasi iktidarla kopmaz bağlar kurmaya çalışmış;
kiliseler, tapınaklar, din kurumları şeklinde örgütlenmiş,
toplumda hatırı sayılır yüksek mevkiler ve maddi kaynaklarla
kendini donatarak varlığını güvenceye almış, bunun yetmediği
yerlerde engizisyonlar, iman mahkemeleri kurarak fiziki şiddet
uygulamış; insanlar ya kutsala hakaretten diri diri yakılmış ya
da İmam Ebu Hanifeler, Ahmed bin Hanbel'ler, Şeyh Bedrettinler,
Nesimiler, Hallac Mansurlar, Sühreverdiler gibi işkencelere
uğramış, idam edilmişlerdir.
Tüm bunlara rağmen Kutsal’ın
kapısı defalarca cesur ve akıl sahibi insanlarca çalınmış,
onlar düşünülmesi Kutsal’ca yasaklanmış olan konulara
girmişler, kutsal esrarengizlik şatolarını yerlebir etmişlerdir.
Kutsal çaresiz kalarak acımasız fiziki şiddeti devreye
soktuğunda buna da sabır ve metanetle direnmişlerdir.
19. ve 20. yüzyıllar geleneksel
Kutsal açısından (dünyevi - profan başka “Kutsal”ların
yükselişi istisna!) kara bir dönem olmuştur. Kutsal, “Hakikat”in
tek temsilcisi olarak konuşma tekelini yitirirken, fiziki şiddet
kullanma yetisi de ciddi şekilde sınırlandırılmış ve
durdurulmuştur. Kutsal’ın eski gücü kalmamakla birlikte o yine
de hatırı sayılır maddi imkânları deruhte etmeye devam
edebilmiş, Batı’da Katolik Kilisesi devasa bir kale olarak
Kutsal adına yükselmeye devam ederken, İslam dünyasında da
Kurumlaşmış Din, hemen her ülkede resmi iktidarla işbirliği
-güçbirliğine giderek “Kutsal Geleneği” korumak adına
yoluna devam etmiştir.
İnsanı hayvandan ayıran en büyük
yeti olan Akıl, denebilir ki, bir cephede Kutsal tarafından
durdurulmaya ve sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Ama
Akıl, Kutsal’ın tüm entrikalarına karşı direnirken, Kutsal,
müzakere meydanında yere seremediği Akl’ı güç ilişkileri,
siyaset, para ve gerekirse fiziki şiddet ile altetmeye çalışmış,
bunda kısmen de başarılı olmuş; ama Akl’ın fetih ve
karanlıkları aydınlatma arayışını tam engelleyememiştir.
Kutsal “anti- rasyonel” (akıl karşıtı)dir. Peki, Akıl’daki
bu başeğmezlik ve kendine güven nereden gelir?
Akıl insanı gerçeklerle
tanıştırandır. Dinler akıl sahiplerine hitap eder. Ve hangi
dinin çağrısının doğru olduğunu seçmek iktidarı bu dünyada
Akla bırakılmıştır. Akıl bu görevi yerine getirirken insanın
içine yönelir ve her insanın içinde parıldayan o Hakikat
Işığı’na danışır: “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı
birleyen (bir hanif ) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir
ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında
hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur).
Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30). Evet dimdik
ayakta duran din insanın tabiatında saklı o Hakikat Işığı’dır.
Kimisi bunu kullanarak daha çok parlatır ve kendi yüreği de
aydınlanır; kimi ise üstünü örterek onu ışık veremez hale
getirir ve yüreği kararır.
Peki, bu süre içinde Aşk’a ne
oldu?
Aşk, bütün bahsettiğimiz
yüzyılları korumasız ama güçlü bir dağ çiçeği gibi
yaşamış; 19. ve 20. yüzyılların ruh örseleyen (kapitalist!)
materyalizmi onun rengini hayli soldurduysa da hayatiyetini yok
edememiş, o (şükür ki!) beklenmedik köşe- bucakta karşımıza
şaşırtıcı renkleri ile hep çıkmaya devam etmiştir.
Tıpkı Kutsal gibi Aşk da Aklın
sirayet etmediği bir alandır. Ancak Akıl yasaklı olduğundan
Aşk’ın ülkesine giremiyor değildir. Her şey gibi Akıl da
Aşk’a davet edilmiştir; ama onun ülkesine giremez; o ülkeyi
fethedemez, gücü yetmez. Aklın karanlıkları aydınlatan feneri
aşkın yakıcı ateşine girince kör olur. Kutsal “anti
-rasyonel” ise, Aşk “meta -rasyonel” (akıl üstü)dir.
Aşk, gerek geçmiş yüzyıllarda,
gerekse modern çağlarda hiçbir kurum ya da siyasal iktidar
tarafından korunmamış, bunların korumasına gerek kalmadan uçarı
bir kelebek gibi varolmaya devam edebilmiştir. Zaten Aşk’ı
“kurumsal koruma” altına almak onu altın kafese hapsetmektir,
Aşk burada, özgür olmak için kendini kafesin duvarlarına çarpa
çarpa ölür.
Kutsal’la kıran kırana çarpışan
Akıl Aşk karşısında tutulur; kısa süre içinde ona teslim
olur. Tabir caizse “gerçek kutsal Aşk’tır”, ya da “Kutsal,
yalancı aşk”tır: Kutsal kıskançlıkla Aşk’ı taklit etmeye
onda olanı elde etmeye çalışır; ama başaramaz.
Kutsal, yüce kaleler misali merkezi
kurumların duvarları gerisine çekilerek varlığını
sürdürürken, Aşk karşımıza beklenmedik yerlerde çıkar: Bir
Sufi dergâhında okunan Kuran’da, söylenen ilahide, şairin
şiirinde, çobanın türküsünde ya da dilsiz düşmüş aşığın
sevgilisine bakışında… Kutsal kendini dünyevi ya da uhrevi ceza
tehdidiyle korur; “bunu yaparsan seni aforoz ederler, dışlarlar
ya da yakalayıp cezalandırırlar, şunu söylersen cehennemlik
olursun” gibi. Aşk ise hiçbirşeye ihtiyaç göstermez, ödülü
Maşuk’tur:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana Seni gerek Seni”
..der Yunus.
Kutsal adına düzenli ordular,
merkezi güçler, maaşlı askerler harekete geçer; bunlar ülkeleri,
halkları, iklimleri fethedebilir, ama yaptıkları iş genellikle
fazla hayır getirmez; kalıcı olmaz.
Aşk adına serdengeçtiler, yoksul
köylüler, kendi halinde insanlar harekete geçer; halktan birden
isimsiz kahramanlar çıkar, tarihe malolurlar. Bunlar profesyonel
orduların aksine genellikle yenilirler, ama buna rağmen yaptıkları
tarihte kalıcı izler bırakır!
Neden Aşk bu derece güçlü bağlar
kurar? Çünkü Varlık, metakosmik (Kosmos öncesi ve sonrası)
Tarih’in başlangıcında parçalanmış ve birçok “ben”e
ayrılmıştır. Ve bu “ben”ler bir araya gelmeye çalışırlar;
amaç “Külli Ben”de birleşmek, Çokluk ve Kargaşa’yı yok
ederek Tevhid’i ve Nur’u tamamlamaktır: “…kâfirler
istemeseler de Allah Nur’unu tamamlayacaktır.” (Saff, 61:8).
Nur’un tamamlanması Herşey’in tamamlanmasıdır, çünkü
“Allah, göklerin ve yerin Nur’udur… O Nur üstüne Nur’dur”
(Nur, 24:35).
Aşk gelirse insana yön veren
kelimeler Aşk, İman ve Ahlak’tır. Aşk gittiğinde ise geriye
Kutsal, Akaid ve Muamelat kalır.
Aşk ehli Sahabi Rebii b. Amir’in
sözleriyle sözü bağlayalım isterseniz: Kendisine İran’a neden
gediklerini soran Kisra ordularının komutanı Rüstem’e demişti
ki: “Biz buraya insanları dinlerin zulmünden kurtarmaya geldik”…
Kutsal yenilecek, Aşk kazanacaktır.
Töre kaybedildiğinde, ahenk kalır; Ahenk kaybedildiğinde, aşk kalır; Aşk kaybedildiğinde, adalet kalır ve Adalet kaybedildiğinde; sadece Tören (ayin - ritüel) kalır.
YanıtlaSil