arama

S I T E - I Ç I - A R A M A :
https://www.google.com/cse

yeni yazı gelince haberdar olun..

sayfayi
izle
it's private
powered by
ChangeDetection

16 Eylül 2004 Perşembe

Bir Bunalım Çağında Milletleşme: Nasyonalizm - Patriotizm




21. yüzyılın ikinci yarısında siyasal tarihçiler tarafından Türk nasyonalizmi projesinin milletleşmede başarısızlık örnekleri arasında okutulacağı kesindir. Çünkü Türk nasyonalizmi o döneme varamamış ve çoktan tarih olmuş olacak; iki şekilde: Ya Türkiye bu projeyi terkedecek ve yerine “patriotizm”i ikame edecektir; ya da “nasyonalizm” ısrarı milli gerçeklerimizle çatıştıkça akıl dışı bir patlamayla bizi yıkıma götürecektir. Nasyonalizm nedir, patriotizm nedir?



Millet oluşturmada soy bağını esas alan nasyonalizm ideal anlatım ve uygulamasına Almanya’da kavuşur. 1750’lerden başlayarak Alman nasyonalistleri Alman milletinin birleşmesi gerektiğini, çünkü ortak atalara ve ortak törelere dayandığını, ortak bir dil konuştuğunu söylemiştir. (Friedrich Carl von Moser, Vom deutschen Nationalgeist, 1765, "Wir sind ein Volk von Einem Namen und Sprache unter Einem gemeinsamen Oberhaupt, unter Einerley Gesetzen, zu Einem gemeinschaftlichen grossen Interesse der Freyheit verbunden.") Alman romantiği Johann Gottfried von Herder’in (1744–1803) “Almanlık” mefhumu, Wilhelm von Humboldt’un buna ortak tarihi eklemesi, Johann Gottlieb Fichte’nin (1762-¬1814) “Alman Milletine Söylev”inde (Reden an die deutsche Nation) Alman dilinin önemini vurgulaması, bunların hepsi ortak bir soydan gelme ve bu nedenle bir millet oluşturma temeline dayanır.


Nietzsche (Friedrich Wilhelm, 1844 – 1900) Avrupalıların adına medeniyet denen bir çürüme içinde giderek birbirlerine benzemelerinin getirdiği monoton sıkıntıyı eserlerinde vurgulamış, diğer Alman milliyetçileri bundan neden diğerlerinden farklı olmaları gerektiği konusunda sonuçlar çıkarmışlardır.


Ancak Alman nasyonalizmi Houston Stewart Chamberlain (1855–1927) ile İngiltere’den güçlü bir destek almasaydı belki romantik bir hareketten öteye geçemezdi. 20. y.y.da alacağı ırkçı temelleri Chamberlain eseri Grundlagen des Neunzehnjahrhunderts’te (Ondokuzuncu Yüzyılın İlkeleri) attı. Batı tarihi Germenlerin ortaya çıkışından itibaren onların etrafında dönmüş, Roma İmparatorluğu’nu onlar yıkmıştı. Tarih, temelde Germenler ve Germen olmayanlar arasında bir mücadelenin tarihi idi ve kuvvetli taraf olan Germenler burada yapıcı unsurdu. Bu anada Yahudiler ve Katolik Kilisesi Germenlerin ırki vasıflarını zayıflatan Germen dışı unsurlardı; örneğin 30 yıl savaşları Germenleri Germenlere kırdırmak için Katolik Kilisesi tarafından çıkarılmıştı. Hitler’in bu görüşlerden çok etkilendiği anlaşılıyor. Chamberlain’i, Aryanlar ile Aryan olmayanların birbirinden ayrıldığı ve evlenmelerinin yasaklandığı bir kast sistemi öneren Guido von List ve 1908’de ilk Aryan tarikatını kuran Lanz von Liebenfels izledi.


19. y.y. Alman nasyonalistlerinin karşısına başka bir düşman kardeş fikri çıkardı: Siyonizm ya da Yahudi nasyonalizmi. Yahudi asıllı Viyanalı gazeteci Theodor Herzl (1860-1904) gazetesi Neue Freie Presse adına Paris’e Dreyfus olayını izlemeye gönderildiği zaman Fransız yüzbaşısı Dreyfus’un Yahudi olması nedeniyle uğradığı muameleyi görünce Yahudilerin Avrupa toplumuna entegre olmalarının imkansız olduğunu düşündü ve 1896’da ünlü kitabı “Der Judenstaat”ı (Yahudi Devleti) yayınladı. Giderek karakteri oturan Alman nasyonalizminin karşısına çıkan Yahudi nasyonalizmi beklenenin aksine başta ondan çok itibar gördü, kendi halinde Yahudilerse onu başlangıçta boş bir hayal olarak gördüler ve pek itibar etmediler.


Herzl Siyonist Cemiyeti Yahudilerden yeterli maddi-manevi destek görmeyince düştüğü sıkıntıdan kurtulmak için zaman zaman Alman nasyonalistlerinden de bağış kabul etmiştir. Bunda da şaşılacak birşey yok, çünkü Siyonistler Yahudilerin yaşadıkları yerlerden ayrılıp Filistin’e dönmelerini istiyorlardı; içlerinden bu gayrı-Aryan unsuru atmak isteyen Alman nasyonalistleri de bu konuda onlarla hemfikir ve dolayısıyla onların destekçisi idiler. Bu barışsever hava Hitler’in ortaya çıkışına ve iyilikle gitmeyen Yahudiler için “başka çareler” düşünmeye başlayıncaya dek sürdü.


Dünyayı üstün Aryan ırkının hakimiyeti altında yeniden düzenlemek, Aryanları düştükleri durumdan çıkartmak ve onlara “layık oldukları” üstün mevkiyi armağan etmek için dünyayı kan ve ateşe boğan Hitler belki amaçlarının hepsine ulaşamadı. Hitler’den uzun bahsetmeye gerek yok, ama kaydedilmeli ki, Almanya onun sayesinde nasyonalist evrimini tamamlamıştır. Ondan çok fayda gören bir başka varlık da Siyonizmdir. Hitler yaptıklarıyla, Siyonizmi boş bir hayal sayan geniş Yahudi kitlelerinin görüşlerini değiştirmiş ve 1945’ten sonra İsrail’i kurmaktaki Yahudi kararlılığında temel etkenlerden olmuştur.


Bugün Alman milleti homojen ve ortak soy bağıyla birbirine bağlı bir millettir. O derecede ki, içine giren diğer göçmenler asla bu topluma entegre olamaz, ancak gettolar halinde yaşayabilirler. Bu aslında bugünün Alman politikasının o kadar da arzu etmediği birşeydir, çünkü Almanya AB ile bir imparatorluk olmak istemektedir. İmparatorluklar ise doğaları gereği birden çok etnik köken, halk ve topluluğu ortak bir bayrak etrafında birleştirir. Böyle bir devlete tipik bir örnek Rusya'dır. Geniş arazilere yayılmış ve birçok halkı Çarlık bayrağı altında birleştirmiş Rusya için problemler 20. y.y.ın başında akut bir hale geldi. Çarlık zayıfladıkça Rusya'nın halklarını birarada tutmak için çareler düşünülmeye başlandı.


Türkiye ve Rusya'nın tek ortak özellikleri parçalanan imparatorluklarının dramı değildir şüphesiz. Her iki ülkenin tarihten gelen sosyal ve siyasal kültürü ve gelenekleri arasındaki paralellikler Dünyayı, kendini ve tarihi algılamada benzer sonuçlar getirdi. Sözün burasında Rus fikriyatı içinde 20. y.y. başlarında etkin olmuş, Sovyetlerle kısmen karanlığa gömülmüş, ama şimdi hatırlanmakta olan bir akıma tekrar atıf yapmak istiyorum: Avrasyacılık (orj. Yevrasistvo).

Yüzyıl başındaki Avrasyacı düşünürler arasında filozof Lev Karsavin (1882 – 1952), din adamı-filozof Georgije Florovski (1893–1979), Anton V. Kartashev (1875-1960), tarihçi George Vernadski (1887-1973), coğrafyacı Petr Savitski, ve Prens Nikolay Trubetskoy sayılabilir. Temel olarak Avrasyacılık Rus Batıcılık akımı ile Slav milliyetçiliği arasında bir üçüncü yolu teşkil eder ve Rusya’nın kendine özgünlüğüne atıf yapar. Batıcılığa eleştiri olarak filozof Karsavin Batı’da hâkim felsefi düşüncenin temel yanlışını “bireycilik kuramı”nda görür; ona göre bu yanlış toplumu ciddiye almayan, bireysel fakat aynı zamanda sınıf veya bir gruba özgü egoizme götürmektedir. Bu yüzden ifadesini bir halkın veya bir devletin ruhunda bulan birey ötesi bir varlığın mevcudiyeti farkedilmemektedir. Tek tek bireyleri devlet, halk, toplumsal grup ve hatta aile içinde “atomik parça” olarak telakki eden Batıdaki hâkim düşünce yanlıştır. Halk daha ziyade birey ötesi bir organizmadır.” Bu mütalaadan hareketle Karsavin bireysel “ben”in kelimenin tam manası ile varolmadığı sonucunu çıkarır. Onun için bireysel kişilik bir toplumsal kişiliğin, kollektif olanın bir tecellisinden başka birşey değildir. Avrasyacılar buradan hareketle Batı’nın “Roma-Germen” kültürünü gerçekliği bölüp parçaladığı için “inorganik,” ilan ederler ve onun karşısına kendi “organik” anlayışlarını çıkarırlar. Batı bireyciliğine dayanan “Batı”nın belirlediği evrensel değenlerin tüm Dünya için geçerliliği Avrasyacılar için kabul edilemezdir, bu değerler ve normların arkasında yatan Roma-Germen kültürünün hegemonyası da reddedilmektedir.


Bu sözler hangi siyasi fikriyattan olursa olsun birçoğumuza tanıdık ve sıcak gelmiyor mu? Avrasyacılar bununla da kalmaz. Avrupa merkezciliğine bu reddiye aynı zamanda liberal demokrasinin Batılı şekline ve liberal Batılı devlete de reddiyedir. Buna karşılık Avrasyacılar kişi ve devletin organik birliği, başka bir deyişle “senfonik kişilik” ve Rus Ortodoksluğunun cemaat ilkesi “sobornost”a dayanan güçlü bir “kerim” ya da “baba devlet” fikrini geliştirmişlerdir.


Avrasyacılık Rus tarihine bakışında da Batıcı ve Slav milliyetçisi akımların kendine acımasından ayrılır. 13. y.y.dan 15. y.y.a kadar uzanan, Rusya’nın Batı Avrupa'dan kopması ve yalnız kalmasına yolaçan Tatar-Moğol hâkimiyeti Batıcı ve Slav milliyetçisi akımlardan alışılmış olduğu üzere baskıcı bir boyunduruk, Avrupa için kendini feda etme ve medeniyet için felaket olarak değerlendirilmemektedir. Daha çok Tatar hâkimiyetinin pozitif, yapıcı yönleri vurgulanmaktadır. Onun sayesinde Rusya’nın özerk gelişmesinin mümkün olduğu, daha sonraları Tatarların hâkimiyetindeki bölgeyi kapsayan bağımsız, birliği sağlamış Moskova Devleti’nin kuruluşunun temelinin atıldığını söylemektedirler. Coğrafyacı Savitski bu konuda şunları yazmıştır: “Tatar hâkimiyeti olmaksızın Rus Devleti de olmazdı. Rusya Büyük Hanların takipçisidir. Cengiz Han’ın, Timur’un davasını devam ettirendir. Asya’nın birleştiricisidir. Kendi içinde yerleşiklik ve bozkır (göçebe A. Ü.) unsurlarını birbirlerine bağlayan, çok derinlere giden bir geleneğin taşıyıcısıdır.”


Öyleyse bu tarihin evladı olan Rusya’nın Avrasyacılara göre gelecekteki misyonu nedir? İlk adım Rusya’nın kendisini zararlı Batı etkilerinden kurtarmasıdır. Savitski’ye göre “Rusya’nın hâlihazırdaki Avrupa kültüründen çıkması” Avrasyacıların en önemli uğraşlarıdır. Batılı ve Rus-Avrasyalı kültürlerin uyuşmaları mümkün değildir; öte yandan “Hıristiyan Batının Çöküşü”nde Oswald Spengler’in yazdığı gibi, Batı medeniyeti çözülüş ve çöküş dönemindedir. Bundan sonrası için Prens Trubetskoy’un tesbitleri çarpıcıdır: “Dünyanın kan emici Roma-Germen hayvanlarından kurtarılması Rusya’nın yeni tarihi misyonudur.” Avrasyacılık isim olarak Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan sonra fazla anılmadı, ama Sosyalist devlet Avrasya doktrininde içerilen umdeleri takibe devam etti.


Avrasyacılık akımının sosyalizm sonrası günümüz isimlerinden Aleksandr Dugin’in de takipçilerinden olduğu bu fikir külliyatı temelinde bir “Rusya yurtseverlik ideolojisidir”. Alman milliyetçiliğinin kan ve soy bağlılığının tersine burada birleştirici unsur topraktır (patrie). Aynı vatanda yaşamak ve onu sevmek (patriotizm) etnik kökeni, dili, dini ne olursa olsun insanları birbirine yaklaştırır ve birleştirir. Değişik etnik, dini, kültürel görünümler reddedilmez ya da bastırılmaz. İnsanlar bu farklılıklarıyla iftihar ederler, ama “vatan” etrafında birleşirler.


Bize dönersek patriotizm, ortak bir toprakta birlikte yaşama arzusu göstermek ve Türkiye’yi sevmektir. Artık Türkçe karşılığına geçersek vatanseverlik ya da yurtseverlik, toplumun diğer unsurları gibi Kürdün, Alevinin, başörtülünün de ortak bir toprakta özgürce ve birlikte yaşadığı, ülkelerini ve birbirlerini kendi özellikleri ve farklılıklarıyla sevdikleri bir ortak bilincin adıdır. Burada Almanya ve Rusya’dan sözetmemizin amacı Eski Dünya'nın bu iki ülkesinin nasyonalizm ve patriotizm fikriyatını ince bir biçimde işleyerek zirveye vardırmalarından dolayıdır. Burada ABD örneğini tüm başarısına rağmen vermiyorum, çünkü bu örneğin Eski Dünya'nın şartlarına iyi uyup uymadığı tartışma konusudur.


Son olarak: Bizim dışarıdan yeni bir şey almamıza gerek yoktur. Türkiye son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği “Misak-ı Milli”yi (Milli Ahitleşme) doğru olarak hatırlamalıdır ve bu yeter. O dönemde Osmanlı Devleti’nden ayrılanlar dışında bir vatan kurmak için bir araya gelen Osmanlı ahalisi karşılıklı ahitleşmiş ve bu son Mebusan Meclisi'nce tarih önünde tescil edilmiştir. Ankara’da Gazi M. Kemal başkanlığında kurulan TBMM Hükümeti “Misak-ı Milli”yi aynen onaylamış ve kendini bu misakta biraraya gelenlerin vatanını özgürleştirmeye adamıştır. Daha sonra bu ahde başkaları da katılmak istemiş; ama şartlar daha fazlasına elvermediğinden bugünkü 780.000 km karelik toprak parçası üzerinde bağımsız bir devlet doğmuştur. Zamanla kurucu patriotizmin yerine gelip oturan ve tüm siyasal dokulara sinen nasyonalizm yanlış bir bilinç, yanlış bir tarih okumasıdır, çünkü bu topraklarda reel olarak türdeş ve soydaş bir toplum yaşamıyor. Siyaset, gerçeklerden kalkmalıdır; eğer muhayyel temellerden kalkarsa bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. Gerçekleri kabul etmekten korkmamalıdır, bir milletin sıkı sıkıya birbirine sarılması için türdeş ve soydaş olması, aynı köklerden gelmesi şart değildir – tam aksine yeryüzünün büyük siyasi güçleri farklı köklerden biraraya gelen insanlarca kuruldu. Roma ve Bizans böyle idi, Sovyetler Birliği de böyle idi, bugün ABD de böyledir ve hem bizim hem de medeniyet havzamızın insanlığın ortak kazanımına hediyesi Osmanlı devlet ve medeniyeti de böyle olmuştur.

Kaynaklar:


1. Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya (ed.), Kızılelma Yay. İst. 1998

2. http://www.fordham.edu/halsall/mod/modsbook17.html

3. http://www.infoplease.com/

4. http://www.pganuszko.freeuk.com/dissertation/index.htm

5. http://www.rkc.lt/paveldas/karsavin/karsbioe.html

1 Eylül 2004 Çarşamba

Bir Toplantı, Bir Alman Kasabası ve Bir Türkün Hatıraları





Eylül 2004 sonu Almanya’da, Wiesbaden yakınlarındaki küçük bir Alman kasabası olan Idstein’da Schiller Enstitüsü’nün düzenlediği “Tarihte Dönüm Noktası” adlı toplantıya katıldıydım.


Idstein, Ortaçağ’dan kalma, sivri kuleli şatoları, eski, damlarında rüzgâr horozu olan evleri ile adeta Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masal kitabının sayfalarından fırlamış sevimli bir Alman kasabasıydı.



Kasabanın belediye binasında düzenlenen ve üç gün süren toplantılarda sorunların ne kadar ortak olduğu, gelişmiş Avrupa’da bile bir yandan fakirliğin, işsizliğin ve sefaletin (özellikle Doğu Almanya’da) çirkin yüzünü gösterdiğini gördük. Yeni dünya düzeninden kimse memnun değildi. Ancak burada anlatacağımız başka bir izlenim.


Toplantının sonunda Schiller Enstitüsü’nün siyasal kanadı BüSo Partisi’nin (Bürgerinitiative – Solidaritaet, Vatandaş İnisiyatifi ve Dayanışma) Başkanı Helga Zepp LaRouche (Lyndon LaRouche’un eşi) Alman siyaseti ve Almanya’yı sevmek üzerine yaptığı bir konuşmadan sonra herkesi Alman milli marşını söylemeye davet etti.


Sosyaldemokrat bir arkaplandan gelme orta sınıf insanlar ve aydınların oluşturduğu Alman katılımcılar (toplantıda benim gibi diğer birçok ülkelerden temsilciler de vardı), özellikle Almanya gibi milliyetçi tarihi kargaşa ve sıkıntıyla dolu bir ülkede, milli marşı söylemede genelde isteksizdiler. “Şimdi Alman milli marşının burada ne işi var?”, bu tür toplantılarda sıksık söylenen bir söz idi.


Ancak bu kez sahnede, Helga Zepp LaRouche’un yanında elinde Alman bayrağı ile zenci ırkının tüm güzelliğini üstünde toplamış bir Afrika asıllı Alman genç kız vardı. Bayrağı açtı ve güzel bir Almancayla “bana katılır mısınız?” dedikten sonra milli marşı söylemeye başladı. Tereddütlü Almanlar kadınlı erkekli birbir ayağa kalktılar ve ona katılarak milli marşı bir ağızdan söylemeye başladılar. Kimilerinin gözleri yaşarmıştı. Aradığım şeyi bulmanın memnuniyeti ve o ana duyduğum saygı duygusu içinde ben de ayağa kalktım ve Alman milli marşını onurlandırdım.


Tereddütlü insanları ve beni bu anın ve bu törenin güzelliğine ikna eden ve içine alan, kendine katan ne idi? Mesaj çok açıktı: Nasyonalizm (ulusçuluk) değil, patriotizm (vatanseverlik).


Burada ırkçı bir milliyet duygusundan eser yoktu, çünkü milli marşa insanları başka bir ırktan bir Alman çağırıyordu. Ama başka bir ırktan olmasına rağmen Almandı; çünkü ya bu ülkede doğmuş, ya da burada büyümüştü; Almancası mükemmeldi, milli marşı içten söylüyordu; o bu topraklara aitti. Milliyetçilik konusunda tarihin en yanlış mesajlarını vermiş Almanya’da, şimdi vatanı sevmek konusunda doğru bir mesajın duygusal anına tanık oluyordum; kaderin ne garip bir cilvesi.


Entegrasyon konusunu ne Almanya’nın ne de diğer Avrupa ülkelerinin dört dörtlük çözemediği doğrudur. Hala gettolaşmanın çözülmediği, özellikle müslüman göçmenlere karşı ve yine özellikle 11 Eylül 2001’den sonra duyulan kuşkuların varlığı doğrudur. Hatta bu, ben döndükten sonra komşu Hollanda’da Theo van Gogh’un Fas asıllı bir esrarkeş tarafından öldürülmesinden sonra daha da arttı. Ama öte yandan bunları çözmek için doğru yolun ne olduğu da açıktır ve uygulanmaya başlanmıştır.


Hemen burada not etmeli ki, BüSo Avrupa Birliği karşıtı bir partidir, ve, toplantıyı izlemeye gelmiş 3. kuşak bir Almanyalı Türk arkadaşın tabiriyle “on yıl önce Yeşillerin yaptığı patlamayı şimdi onlar yapmaktadır”; diğer Avrupa Birliği karşıtı siyasal akımlar gibi.


Ancak BüSo, Avrupa Birliği karşıtı iken izolasyonist bir Almanya’yı savunmamaktadır, zaten bu mümkün de değil; Avrasya birliğini savunmaktadır. Galiba Avrasya’yı sevmek ve ülkesini sevmek ile ırkçı bir milliyetçilikten nefret etmek Avrasya’nın birçok ülkesinde birlikte görülen yaygın bir fenomen. Bence bunun nedeni Avrasya ülkelerinin çok etnisiteli ve çokkültürlü yapısı.


Eğer yanlış milliyetçiliklerden çok çekmiş bir Almanya’da dünyanın öteki ucundan gelmiş göçmenleri entegre etmek için böyle yollar bulunabiliyorsa, yüzlerce yıldır envai çeşit etnik arkaplandan gelen insanların barış ve kardeşlik içinde yaşamış olduğu bir Türkiye’de bunun başarılması çok daha mümkün ve kolaydır; yeter ki yanlışta inat edilmesin.


Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği ve Milli Mücadele’nin de onayladığı, “Misak -ı Milli” kelimesinde adını bulan bir vatanseverlikten ırkçı bir milliyetçiliğe dönüşümüz bu ülkeye çözüm getirmedi. Varolan etnik farklılıkları yok saymak şeklindeki bir şizofren anlayış bunalımları erteledi ve giderek büyüttü. Belki bunları söylemek deli saçması gibi görülebilir, ama şairin dediği gibi “tahsil edilmiş cehalet” o dereceye vardı ki, bu ülkede akıl sağlığımızı ve muhakeme dengemizi koruyabilmek için artık en temel mantık kurallarını hatırlatmak zorundayız. Evet, sağlıklı bir zihnin ilk kuralı: Varolan şey vardır, sen onu yok saysan da.


Şimdi Avrupa’nın bize önerdiği her etnisite ve altkültürü kendi kompartımanı içinde ele almak – yaşatmak şeklindeki fiili bölücülük de sonuç vermeyecektir. Bu ülkede birbirinden ayrışmış – ayrılmış gettolar istemiyoruz. Öyleyse çare vatan temelli bir millet bütünleşmesinin kabulüdür.


Burada yeni bir asimilasyon politikasını güzel kelimelerle süsleyerek mi sunuyoruz? Hem evet, hem de hayır.


Evet, çünkü bir arada yaşamamız, teşrik-i mesaide bulunmamız, birbirimize karışmamız giderek birbirimize benzememizi getirir. Bu aslen bir politika gereği değil, toplumsal süreçlerin tabiatı gereğidir. Toplum, can sıkıcı ve insan haysiyetini ayaklar altına alan insani mühendislik müdahaleleri olmadan, kendi doğal seyri içinde akmaya bırakılırsa olacak olan budur.


Hayır, çünkü içiçe geçmek, birbirine karışmak, karşıdakine bir şeyler verirken ondan da birşeyler almak demektir. Bu ülkenin yeni kültürü kendisini oluşturan tüm etnisiteler ve alt kültürlerin bir harmanı olacaktır, zaten hâlihazırdaki de öyledir.


Yurtiçi ve yurtdışındaki kimi araştırmalara göre Türkiye’de doğurganlık oranındaki nispi fark nedeni ile 21. yüzyıl ortalarına doğru Kürt kökenli yurttaşların nüfusu diğer kökenlilerin toplamını geçecektir. Ülke, Kürt kültürel saflığını koruyamamak nedeni ile çıkmış bir ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinden sonra belki gelecekte aynı nedenlerle, yani Türk kültürel saflığını koruyamamak nedeni ile çıkmış bir ayrılıkçı Türk milliyetçiliği ile karşılaşabilir. Böyle şey olmaz mı? Neden olmaz?


İnancımız o ki, birlik duygumuz bunların hepsini aşacaktır.


Daha önce de dediğimiz gibi, bugün, bir tarafımızla nasyonalist bir ifrat resmi düzeyde devam ederken, diğer taraftan da AB standartlarının yüzü suyu hürmetine yürütülen bir parçalayıcı tefrite doğru döndüğümüz günlerdeyiz. Bu modern AB standartlarına göre her etnisite ayrı bir halk kabul edilmeli, her birinin ayrı ayrı varlığı, kimliği hatta belki toprağı tanınmalıdır. Topluma bütünlükçü bir bakış hatalıdır; resmi düzeyde toplumu oluşturan her etnik kompartımana ayrı ayrı bakılmalıdır.


Ne demek istiyorum? Şöyle tarif edelim: Resmi milliyetçiliğe göre Ergenekon Destanı bu milletin özünü yansıtır, ama Mem -u Zin yansıtmazdı. AB standartlarına göre ise Ergenekon destanı Türkiye Türklerinin, Mem -u Zin Türkiye Kürtlerinin destanıdır. Bir Türk’ün Mem -u Zin’e ya da bir Kürdün Ergenekon’a ilgi ya da sevgi duyması resmi milliyetçi ve AB’li standartlara göre tuhaf bir şeydir. Biz ise bunların hepsini bu toprakların öz malı ve eş düzeyde önemli kabul etmek istiyoruz. Bunların hepsi bu milletin destanlarıdır.


Resmi İslam’ın Hanefi Sünni ekolünün, artık fiilen baş örtüsünü de din dışı bırakan bir ikamesi kabul edilirken, örneğin Alevi inancının yok sayılmasını anlamıyoruz. Bu ülkenin kadim inançlarından Ortodoksluk ile ilişkiler ise sürekli bir gerilim içinde gitmiştir. Oysa bunların hepsi bu vatanın inançlarıdır.


Milli Mücadeleyi savunmuş bir Papa Eftim, (Mustafa Kemal’in ona Baba Eftim dediği söylenir) Rum olduğu için, ASALA terörünü lanetlemek için kendini sokak ortasında yakan Artin Penik Ermeni olduğu için, Osmanlı hattının terkedilip Latin alfabesine geçişin bu ülke için kültürel yıkım olacağını savunmuş Avram Galanti Yahudi olduğu için bizimle onlar arasında aşılmaz bir duvar mı vardır?


Hayır. Hepsi bu vatanın evlatlarıdır. Ya bunların hepsini kabul edip sevecek bir yol buluruz; ya da bu nefret bizi parçalar.


Akşam toplantıdan memnun bir şekilde ayrılıp Çinli bir ailenin işlettiği Idstein’daki küçük otelime döndüm. Çocuklar okuldan gelmişti. Kendi aralarında Almanca konuşuyor ve şakalaşıyorlardı. Anneleri onlarla Çince konuşmaya gayret ediyordu, ama çocuklar onu anlasalar da Almanca cevap vermek daha kolaylarına geliyordu. Çocuklara kâğıttan katlama oyuncaklar yapıp hediye ettim. Bunun bir Uzakdoğu sanatı olduğunu bilmiyorlardı.


Çinli anne çocuklarına yeterince Çince öğretebilir mi bilemem, ama biraz Origami (kâğıt katlama sanatı) öğretirse sanırım bu küçüklerin daha hoşuna gider.