arama

S I T E - I Ç I - A R A M A :
https://www.google.com/cse

yeni yazı gelince haberdar olun..

sayfayi
izle
it's private
powered by
ChangeDetection

16 Eylül 2006 Cumartesi

'Batı direncimizi kırmak istiyor'

Milli Gazete'ye konuşan YARIN Dergisi yazarı Altay Ünaltay, “Batı, Müslümanları ilkel ve şiddet düşkünü bir kültürün çocukları olarak göstermek istiyor” diyor

Türkiye Avrupa Birliği’ni bir Medeniyet Projesi olarak görüyor. Bu yanlış bir hedef değil mi? Türkiye 1100 yıllık bir medeniyetin temsilcisi, AB ise daha kurulalı 50 yıl oldu. Üstelik ekonomik bir birlik olarak kuruldu.
Avrupa, miladi 5. yüzyılda Roma kentini alarak Batı Roma’yı yıkan Germen kralı Odovakar’dan beri Roma imparatorluğunu tekrar kurma peşindedir.

Kredokrasi'ye Karşı Demokrasi


Yalnız ve küçük bir grup
Bizden kalanlar
Kaçaklar, göçebeler
Hüzün ve acıdalar
Karanlık ormanda
Köpekler ardımızda
Ve avlanan kuzu gibi
Biz esirleri getirirler

Kalabalık, parmaklarıyla
Gösterir bizi, yuhalar
Ve sabırsız keskin baltaları
Dinsizlere iner
(1)
Amish Şehitler İlahisi


AŞI OLMAK YA DA OLMAMAK

Bu ay "Amish" denen ilginç bir Amerikalı dini gruptan sözle başlayalım. Amish'ler çok muhafazakar bir Hıristiyan tarikattır. Üyeleri modern yaşamı ve teknolojiyi reddeder, kırda ve 18. y.y. giysileri içinde basit bir hayat yaşarlar. Tarlalarını hayvanlarına çektirdikleri sabanla sürer, at veya at arabası ile yüklerini taşır ya da seyahat ederler. Elektrik, akaryakıt, doğalgaz kullanmazlar. Geceleri mum ya da gaz lambasıyla aydınlanıp odun ya da kömür yakarak ısınır, yemeklerini pişirirler. Erkekleri 18. y.y. Kolonyal dönemine has "cadı şapkası" benzeri geniş siperlikli şapkalar ve altına uzun elbiseler giyer ve sakal bırakır. Kadınları bebek şapkasına benzer dantellerle süslü eski kadın şapkaları ve uzun etekli bol elbiseler giyer. Doğum kontrolü ve çağdaş tıp da tarikat kurallarınca yasaktır. Hastalıklar dua ve şifalı otlarla iyileştirilmeye çalışılır. Ve bu topluluğun tüm hakları devletçe korunur, hayat tarzlarına ilişilmez.

Son yıllarda bunun bir istisnası oldu. Bundan yıllar önce yaşadıkları bir bölgede bir salgın hastalık çıktı. Devlet salgının olduğu bölgedeki tüm halkı (Amish ya da diğerleri) salgını kontrol için kitlesel aşılama kararı aldı. Herkese kurulan sağlık ocaklarına gidip aşı olmaları emredildi. Diğerleri karara uydular, ama Amish'ler karara direnerek toplu halde aşıya gitmeyeceklerini açıkladılar. Bunun üzerine devlet karar alarak, Amish'lerin kolluk gücü marifetiyle aşıya getirilmesini emretti.

Bu olay Amerika'da gürültü kopardı. O sıra ünlü bir Amerikan dergisinin kapağında yayınlanan fotoğraf dev cüsseli polislerin arasında ve bir bankonun önünde, iri gözleri ve küçük ağzı merak ve endişeden açılmış küçük ve sevimli bir Amish kızını gösteriyordu. Gerçi, devletin kararı yerindeydi. Salgını durdurmak için yapacağı bundan başka birşey yoktu. Yapılanların dikkatli ve ince bir savunusu da vardı: Amish'lerin aşı olmak ya da salgında ölmek seçimlerine devlet karışamaz. Ama Amish'lerin kendi hayat tarzı seçimleri nedeniyle bölgede ilişkide bulundukları diğer ahalinin de sağlığını riske atmak hakları yoktur. O zaman devlet müdahale eder. Amerika, kötü yönetildiği 2000'li yıllara girene ve "Bushism" egemen olana dek, kendi iç politikası açısından bazı standartları yakalamış bir ülke idi. Şimdisini eleştirebiliriz, ama şu anlatılanlardan çıkarılacak kimi dersler vardır.

Alınacak ders: İnsana saygıdır. İnsanlar dünyanın en saçma şeylerine bile inanıyor, tamamen akıldışı bir hayat tarzı sürdürüyor olabilirler. Ama eğer bunu kutsal biliyorlarsa devletin işi onlara doğrusunu öğretmek değil, inançlarını ve hayat tarzlarını (ki insani haysiyetlerinin bir parçasıdır) elden geldiğince koruma altına almaktır.
20 yıldır artık kanserleşmek üzere olan bir başörtüsü sorununun baş çektiği, Kürtlük, Alevilik, gayrımüslim azınlıklar gibi birçok inanç, kültür ve hayat tarzları problemine zorla "tektipleştirmek" şeklinde reaksiyon vererek, leyleği kuşa çeviren Nasrettin Hoca'ya bile rahmet okutmuş kimi devlet politikalarının hala savunulabildiği bir ülkede dünyanın başka yerlerindeki örneklere dönüp bakmaya hala çok ihtiyaç var. Demokrasi ya da kredokrasi ayrımı bu noktada devreye giriyor.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİN MİDİR?

Klasik cumhuriyet siyasal literatüründe cumhuriyet yönetimi, egemenliğin, yetkiyi Allah'tan aldığını iddia eden bir halife-padişah'ın elinden alınarak millete verilmesi olarak tarif edilir: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." der Mustafa Kemal.

Cumhuriyeti kuranlar gerçi konuyu böyle kabul ve ifade etmiş olsalar da, onların ardından gelen yönetici elitin "egemenliği kayıtlı şartlı milletin" kabul ettiği anlaşılmaktadır. Sonuçta bir ülkede örneğin kimi kamuoyu araştırmalarının, "halkın %80'den fazlasının başörtü yasağına karşı olduğunu" göstermesine rağmen, ne bu yasağın kalkması, ne de hiç olmazsa bu konuda "konuyu milletin hakemliğine götürelim" denip bir halkoyuna bile başvurulmaması, bir yandan Batı'nın Türk demokrasisi konusunda sürekli ortaya attığı şüphe iddialarına haklılık payı getirir ve "egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olmadığı" savlarına da haklılık kazandırır. Tüm bunların, "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" demiş bir liderin adını öne sürerek yapılıyor olması da kaderin garip bir cilvesi.

Bu olayın ülkeye birçok zararlı yanlarından birisi, dışgüçlerin, yönetim tarzı milletin hatırı sayılır bir bölümünü kendine küstürmüş bir ülkenin zaaflarını, kendi çıkarları için sömürmelerine alabildiğine kapı açmasıdır. Bir diğeri ise bir ülkenin insanlarının kendi mahkemelerinde bulacaklarına inanmadıkları adaleti gidip yurtdışındaki şu ya da bu mihrakın yargı müesseselerinde aramalarıdır.

Aslında bu hal yeni değil. Vakti zamanında Osmanlı devrinde Keçecizade Fuat Paşa'nın meşhur bir "pabuççu muştası" meseli vardır: Fuat Paşa "bir devlette iki kuvvet olur", dermiş, "biri yukarıdan gelen kuvvet, ikincisi aşağıdan gelen kuvvet. Yukarıdaki kuvvet saray, herkesi ezer, aşağıdaki kuvvet halk, sessiz sedasız, kaderine razı..." Fuat Paşa bunları anlattıktan sonra eklermiş: "Bunun için pabuççu muştası gibi yandan vurmalı, yandaş bir kuvvet kullanmalıyız. O kuvvet de sefaretlerdir."

İki yüzyıl sonra değişen artık "pabuççu muştası" yönteminin giderek halk tarafından da benimsenmeye başlamış olması; ama belki ondan da tehlikelisi var: Uzun sürmüş bir devlet-millet küskünlüğü artık kimi elitleri de bu milletten güç devşirmek konusunda ümitsizliğe sürükler ve onlar da iktidarın bekasını Avrupa ya da Amerika ile yapılan ittifaklara bağlayarak, "pabuççu muştası"nı hakim siyaset haline getirirlerse, işte o zaman bu ülke için kader çanları çalmaya başlar. Bu halden ne kadar uzaktayız? Bu hale düşmemek için yapılabilecek birşey var mı? İşte demokrasi-kredokrasi ayrımı burada önem kazanıyor.

DEMOKRASİ-KREDOKRASİ

Demokrasinin ne olduğunu hepimizin bildiği varsayımıyla şimdi kredokrasiye bir tarif getirelim:

Kredokrasi, dini ya da ladini herhangi bir inanç ya da felsefi görüşün ("kredo"), kendinden menkul ve daimi iktidarıdır. Böyle bir inancın geçerliliği bir devlette kayıtsız şartsız nihai ilke kabul ediliyor ve demokratik tercihin de üstüne çıkıyorsa, burada kredokrasiden sözedilir. Bu anlamda tüm teokratik rejimler birer kredokrasi olduğu gibi, bir ideolojinin kayıtsız şartsız egemenliğini kabul eden tüm siyasal rejimler da birer kredokrasidir.

Ya da bir devlet düzeninde en üstün ilke demokrasidir, onun da üstünde başka bir inanç, fikir ya da felsefenin hakimiyeti varsayılamaz. Ve hal öyle gösteriyor ki, bu ikisinin ortasında bir uzlaşma ya da orta yol muhaldir: Birini ya da öbürünü kesin tercih durumundayız.

Teokratik bir idareye geçit vermemek için tarif edilmiş laiklik, dünyevi başka bir imanın koruma kalkanı haline getirilmişse anlamından sapmış demektir. Demokratik bir devlet tüm dini akidelere eşit uzaklıkta olduğu gibi, tüm "dünyevi akidelere" de aynı uzaklıkta, sadece ve hep "layman"in (lugat anlamı: "avam") yanındadır: "Laisizm" (lugat anlamı: "Avamilik") anlam sahası genişletilerek böyle tarif edilmeli ve aslına döndürülmelidir.

Bu söylenenler ilk duyulduğunda belki çok ütopik gelebilir, ama iyi düşünüldüğünde görülecektir ki, demokratik bir devlet için en kutsal olan, milletin kendisine o an kutsal olarak bildirdiğidir. Milletin devlete söylediği ise bir şekilde bilinir: Milletin seçilmiş temsilcilerinin ağzından. Bir demokraside bu heyetin dışında ve üstünde kimsenin devlete inanç ya da görüş bildirme ve dikte hakkı yoktur. Aksi halde artık kredokrasiden sözederiz.

BAŞKALARININ PROJELERİ YA DA KENDİ PROJELERİMİZ

Bu ve buna benzer görüşler zaman zaman Türkiye'nin liberal çevrelerince dile getirilmiş ve zaman içinde karşıtlarınca "Batıcı - liberal bir proje" olarak damgalanmıştır. Ama İstanbul'da düzenlenen son Doğu konferansının da sıkıntısını gösterdiği gibi, ülkemiz ve bölgemizde Batı karşıtlığı adına tüm baskıcı yapılar sahiplenilecek ve değişim talepleri gözardı edilecek olursa, bu ancak Batı'dan gelen "Büyük Ortadoğu Projesi" tipi girişimlere meşruiyet kazandırır. Ve bağımsızlığımız tartışmalı hale gelir.

Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice 2004'te yaptığı bir konuşmada özetle, "Ortadoğu ile ilgili bizi bir uzmanlar güruhu hep kandırdı. 'Ortadoğu'nun kendi sosyal yapıları vardır, müdahale etmeyin' diyerek bizi diktatörlere destek vermeye sevkettiler. Şimdi anladık ki, kendimiz için istediğimiz özgürlükleri, kadın-erkek eşitliği ve diğer hakları Ortadoğu için de istemedikçe doğru sonuç almamız mümkün değil," demiştir. Bu sözlerin samimiyeti tartışılabilir ve tartışılmalıdır da; ama yapılmak istenene, varolan baskıcı siyasal yapılar sahiplenilerek karşı çıkılamaz. Doğu ve Türkiye kendi siyasal projelerini üretmelidir.

MİLLETE GÜVENMEK

Konunun, beni hem hayretler içinde bırakan hem de üzen bir başka yanı da, konuyu tartıştığım her, ve çoğunlukla da birbirlerine zıt siyasi görüşlerden insanın "millete sınırsız özgürlük rejimi yıkar" gibi bir iddiada birleşmeleri idi. Oysa güvenmedikleri millet kendileri idi. Bu kendine güvensizlik nereden kaynaklanıyor ve niçin bu kadar derindir? Halbuki tarihimiz bu vehmi doğrulamıyor.

Uzun tarihimiz, başıboş kalmış iktidarların istibdad ve zulüm hikayelerini biteviye anlatır dururken, bunların olmadığı görece iktidarsızlaşma dönemlerinde (ki bunlar aynı zamanda büyük çapta toplumsal zaaf, savaş, felaket zamanlarına da denk gelirler!) halkın kendibaşına kaldığında, çok daha barışçı, akıllı ve mutedil adımlar attığı görülür.

Örneğin Selçuklu parçalanmasının Anadolu'yu sarstığı beylikler döneminde milletin örgütlü gücü olan Ahiler Osmanlıya tam destek vermiş, Osmanlının yıkıldığı 1. Dünya Savaşı ertesinde millet, resmi otoritenin görünürdeki hoşnutsuzluğuna rağmen Ankara'daki meclis etrafında birleşmişti. Aslında acı olsa da, bu milletin sağduyu ve tavrına gösterilecek yüz ağartan bir başka örnek, bu satırların yazarının yaşadığı 17 Ağustos 1999 depremidir. Devletin örgütlü kuruluşlarının 15 gün bir felç pençesinde kıvrandığı ve yardım elini uzatamadığı bir sürede, eğer ülkenin her köşesinden bu milletin sayısız temsilcisi çaresiz insanların yardımına koşmamış ve kendiliğinden devasa bir yardım kampanyası örgütlememiş olaydı, bu 15 günlük gecikme depreme uğramışlar için açlık, hastalık, sefalet ve yağmacılar elinde ölüm demekti. Çok şükür ki, bunların hiçbiri olmadı.

Ve yine ne ilginçtir ki, bu olayda dahi gösterilen tek aşırılık, 15 gün sonra özel yardım kuruluşlarının bölgeden çekilmesini emreden ve onları adeta kendine rakip olarak gören siyasal iktidardan gelmiştir. Ondan önce çeşitli kesim ve siyasal görüş ile bağlantılı olduğu iddia edilen hiçbir yardım kuruluşu, ne birbirleriyle bir rekabete girdi, ne de bunun için çatıştı. Tersine, gerektiğinde birbirlerinin eksiklerini tamamladılar.

Bir başka konu da, Türkiye'de demokrasiye fazlaca atıf yapan liberal söylemlerin siyasal iktidarı zayıflatacağı ve bu nedenle ülkenin çıkarlarına aykırı olduğu iddiasıdır. Ama biz tersini düşünüyoruz.

Alexis de Tocqueville "Amerika'da Demokrasi" adlı kitabında demokratik Amerika ile Restorasyon Fransa'sı arasında ilginç bir karşılaştırma yapar: Fransa'da hemen her yasa, ya da resmi uygulamanın karşıtı bir toplumsal kesim bulmak mümkündür, çünkü yasalar bir azınlık iktidarınca yapılır. Eğer bir kanun kralın çıkarına uygunsa, büyük ihtimalle aristokrasinin çıkarına uygun değildir. Dolayısıyla, eğer o kanundan kaçıyorsanız, aristokrasi size krala karşı sığınma sağlayacaktır.
Eğer kanun aristokrasinin çıkarına uygun ise, halkın ya da kralın çıkarına uygun değildir. Bir kanun kaçağı olarak halk size emin bir sığınak sağlar. Örnek uzatılabilir. Hem halkın, hem aristokrasinin çıkarına uygun olan genellikle kralın çıkarına uygun değildir gibi.

Sonra de Tocqueville Amerika'ya dönerek, buradaki demokratik idare nedeniyle bir çıkar uyuşmazlığı olmadığından sözeder. Bir kanun kaçağı demokratik yönetimden kaçıyorsa halk onu bağrına basmayacaktır, çünki idare zaten halk çoğunluğunun rızasına uygun davranıyordur. Mahkemelere de sığınamaz, çünkü yasalar bir azınlık değil halkın seçtiği meclisçe yapıldığından, aynı rızaya uygundur. Aristokrasi yoktur, belki orduya gidilebilir; ama o da demokratik idarenin emri altındadır.
Ve nihayet de Tocqueville şu sonuca varır: Fransa'daki kralın, tüm kesimlerin desteğinin ardında olduğundan hiçbirzaman tam emin olamayan, korkak ve ürkek idaresinin tersine, Amerika'daki demokratik iktidarın gücü hemen hemen sonsuzdur!

Çünkü içinden çıktığı millet onu kendi amacı için seferber etmekte, o milletini zaten kendinin olan amaç için seferber etmektedir. Bu örnek, yukarıdaki "pabuççu muştası"nın vahim sonuçlarına tam karşıt bir başka gerçeklik olarak alınabilir.

Millete güvenmek ya da güvenmemek. Asıl konumuz budur. Bunu ister "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyerek, ister "Yeter! Söz milletindir!" diyerek yapalım, aynı şeydir. Demokrasi millete güvenmeden olmaz. Ya da oturur ve "başarılı bir dikta" yönetiminin şartlarını düşünür, konuşuruz. İkisi de mümkündür, yol ayrımı buradadır. Demokraside karar kılarsak, artık onunla birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi ya da üstün ilke yoktur. Demokratik ideal kendi kendisinin mukaddesidir. Ya da demokrasi ile birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi ya da üstün ilke vardır; o zaman hakim olan demokrasi değil, bu ilkedir; kredokrasi vardır.

Tercih bizimdir.

Son olarak, bu konunun açılmasına vesile olan Amish toplumu ile ilgili bir başka anı: Amerika'ya giden bir grup Türk kurban bayramında koyun alıp şehir dışına çıkarak açık bir arazide kurbanlarını kesmeye karar verirler. Aralarında meslekten kasap yok, kimi öğrenci, kimi başka meslek erbabı, dolayısıyla tecrübesiz olduklarından; koyunları düzgün bağlayamazlar, kimi kaçar, ortalığı dört dönüp milleti peşinden koşturur.

Derken uzaktan arazideki kaynaşmayı gören birileri bunlara doğru yaklaşmaya başlar, daha yakına gelince kendine özgü kıyafetlerinden bu adamların Amish olduğunu anlaşılır. Amish'ler "burada ne yapıyorsunuz?" diye sorar, "koyun kesiyoruz" cevabı alırlar. "Ne için burada koyun kesiyorsunuz, kasapta yok mu?" derler, "biz Tanrı'ya bunları kurban ediyoruz" deyince, "o zaman durum değişti, siz Tanrı'ya ibadet için bunu yapıyorsunuz, size yardım edelim," derler.

Kaçan koyunlar Amish'lerin yardımıyla yakalanır, hepsi bağlanır, kıbleye dönük yatırılır, tekbir sesleri araziyi inletir. Türklerle beraber koyunları tutan Amish'ler de okunan duaları anlamamakla birlikte "Allah" kelimesini tanırlar, duada, tekbirde "Allah" geçtikçe onlar da "Allah" diyerek eşlik ederler. Kurbanlar kesilir. Ayrılırken Amish'lere de kurban etinden verirler mi, onu bilmiyoruz. n
DİPNOT:
1- We alone, a little flock,
The few who still remain,
Are exiles wandering through the land
In sorrow and in pain...
We wander in the forests dark,
With dogs upon our track;
And like the captive, silent lamb
Men bring us, prisoners, back.
They point to us, amid the throng,
And with their taunts offend,
And long to let the sharpened ax
On heretics descend.

Dine Karşı Din


Darwinizm Batı muhafazakarlığının sıcak çatışma noktalarından biridir. Yıllardır ABD'nin birçok eyaletinde "okullarda Darwin'in evrim teorisi mi okutulsun; yoksa yaradılış teorisi mi okutulsun" tartışması sürer, yargıda davalar açılır; karşıt görüşün yasaklanmasına çalışılır; tartışma bitmez.


Ancak kapitalist ve zengin Batı, özellikle de Amerikan muhafazakarlığı, Darwin ile görünüşte sorunlar yaşarken, 20. y.y. başında sessiz sedasız ondan türeyen bir başka felsefe ile hiç sorunsuz uyuşuverdi: Sosyal Darwinizm.

ABD Başkanı Bush'un, tüm dünyayı kana bulayan "Blitzkrieg" (ya da "Yıldırım Savaşı", 2. Dünya Savaşı Nazi terimlerinden) seferlerine, Amerika'nın heryere özgürlük götürdüğünü söyleyerek başladığı, hepimizin malumu. Bush'un son derece dindar ve inanmış bir Protestan olduğunu da biliyoruz. Samimi bir dindarlık ile "özgürlük" deyip zulmetmenin insan vicdanında nasıl bağdaştığı ise zihinlerimizi karıştırıyor. Böyle bir iman olabilir mi? Ama belki bu sorunun cevabı o kadar da zor değil.

Protestanlık ilk kurulduğu günden beridir, Max Weber (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri) ve birçoklarının da dikkat çektiği gibi, dindarlık ve dünyevi başarıyı birbirleriyle uzlaştırmış bir ilahiyattır.

En etkin ifadesini Amerikan pratik aklı ile yaptığı başarılı mantık evliliğinden sonra bulan bu ilahiyata göre Amerikan düzeni Tanrı'nın yeryüzünde olmasını arzuladığı sosyal düzendir ve onun için Amerika başarıdan başarıya koşmaya mahkumdur.

Amerikalı Protestan ve pragmatik felsefeye göre "Tanrı'nın yeryüzünde arzuladığı düzen nedir?" sorusuna iki şekilde cevap aranabilir. Ya sonu gelmez teorik tartışmalar, hukuk ve adalet üzerine kılı kırk yaran tezler ve karşı tezler arasında boğulmuş, uzun, yorucu ve sonuçları kuşkulu bir nazari süreç ile konuya yaklaşırsınız. Ya da Tanrı'nın düzeninin ipuçlarını kestirme ve pratik bir ampirizmle (gözlemcilik) bu dünyada bulabileceğiniz doğru yere bakarsınız.

Böyle baktığınızda aslında bir düzenin her yanımızı sardığını ve kusursuz işlediğini görürsünüz: Tabiat.

Tabiatı Tanrı yaratmış ve içine kusursuz işleyen kurallarla korunan bir düzen yerleştirmiştir. Tanrı'ya inanan insanın yapacağı da bu düzeni "alçakgönüllülükle" kabul ve taklit etmektir. Amerikan düzen fikri buradan çıkar.

Nasıl Tanrı, tabiattaki tüm varlıkları kendi potansiyellerini gerçekleştirmekte sonuna kadar gitmek konusunda özgür bırakmış ise, doğru toplumsal düzen de insanları aynı şekilde özgür bırakmalıdır; Amerikan "özgürlük" fikrinin esası budur.

Ama tabii ki, tabiat sadece bu pozitif kategorilerden ibaret değildir. Örneğin kurdun kuzuya yardım ettiği pek görülmez tabiatta. Dahası bireyler ve türler diğerlerine üstün gelebilmek için bitmez bir rekabet içinde olmak ve yarışa ayak uydurmak zorundadırlar; yoksa varlık aleminden silinir giderler. Amerikan düzeni doğal olarak bunu da benimser ve bu onun için bir sorun teşkil etmez.

Hasıl-ı kelam: Amerikan muhafazakar "özgürlük" fikri, güçlüye tüm gücünü kullanarak zayıfları ezmesi için özgürlük tanımayı doğal, adil ve Tanrı'nın irade ve isteğine uygun sayar; çünkü bu tabiatta da böyledir. Eğer bunda bir yanlış olaydı; Tanrı tabiatı başka türlü yaratırdı. Gücünü sonuna kadar kullanmak ve üstün gelmek için herkese fırsat ve özgürlük verilmiştir; hak ve adalet budur; öyleyse en güçlünün kazanması ve diğerlerine üstün gelmesi, üstün olmanın imkanlarını kendi lehine ve karşısındaki zayıfların aleyhine kullanması ve bu yolla onları ezmesi de haktır; adildir. Bunun daha sistematik ifadesi ise (ismi genelde açıkça anılmasa dahi) Sosyal Darwinizm'de kendini bulur: Güçlü olan hayatta kalır; zayıf olan yokolur. Güçlünün hakkı yaşamak, zayıfın hakkı yokolmaktır. Bu çok doğal ve adildir; tıpkı tabiattaki gibi.

Sadece Protestanlara değil, birçok dinin egemen ve güçlülerine makul ve güzel görünen bu düşünce; bu diğer dinlerden de kendine taraftarlar bulmuştur: Birçok güçlü ve zengin Yahudi için bu zaten bildikleri ve inandıkları birşeydir (tabii ki yine vicdan sahibi birçok Yahudi de Yahudilik içinde bu anlayışın sorgulanması için çaba sarfetmekteler; bunu da söylememiz borçtur); ama birçok güçlü ve zengin müslüman dahi bu fikir içinde kendine doğal ve normal gelen bir yan bulur; onu kendi inancına uyarlar: "Beş parmağın beşi de bir değildir; Allah hepsini farklı boyda yarattı."

İslam içine Emevilikten beri sızmış olan birçok çarpık inanç ve düşünce, 20. y.y.ın Batılı Protestan muhafazakarlığı ve onun Sosyal Darwinist arkaplanı ile karşılaşınca aralarında hiç beklenmedik bir aşk doğduğunu ve Emevilerden bize kalan meşum mirasın bu yeni evlilikle tekrar yükseldiğini görüyoruz: Emeviliğin "iktidar ve güç Allah tarafından verilir ve ancak O'nun tarafından alınır; hesabı da yalnızca O'na verilir" fikri; İslam tarihinde o devirden beri insanlar arası eşitsiz ilişkileri kurumlaştırmış birçok feodal gelenek ve görenekler, saltanat, ağalık, kölelik, kadınların ezilmesi, yoksulluğun bir kader olduğu, buna tevekkül ve rıza gösterilmesi fikri, iktidar ve düzen karşısındaki mahviyetkarlık hissi belki devirlerini doldurmuşlardı. Ama onlar bu yeni ve güçlü "özgürlük" ve "doğal düzen" formülasyonu içinde tekrar hayat buldular ve parladılar. Artık bizim için de zayıflık ve fakirlik yardımı gerektiren bir hal değil; böylelerinden kaçılmasını ve uzak durulmasını gerektiren bir "sosyal vebalılık" halidir. Kaçılmalı, aksi halde "veba" bize de bulaşabilir. Doğrusu, insan egemenler ve güçlülerle birlikte olmalıdır, ve bu katlanılması gereken bir zorunluluktan öte ahlaki bir tercihtir; çünkü çok aşikardır ki, "Allah onların yüzlerine bakmıştır." Artık hem dindar bir müslüman olup, hem de nüfusunun ihmal edilemez bir kısmının açlık sınırı altında yaşadığı müslüman ülkelerde, tıpkı Emevilerin ve onların tarihteki takipçilerinin yaptığı gibi malınızı lüks ve ihtişam için harcayabilir; ince zevkler peşinde koşabilirsiniz. Zaten medeniyet biraz da bu değil midir?

Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı propagandayı biryana bırakırsak, İslam alemine sunduğu (ve aslında tüm egemenleri tarafından kabul görmüş) "Büyük Ortadoğu Projesi" de pratikte budur: Güçlülere güçlü olma ve güçlü kalma özgürlüğü.

Evet bu "karşı din"dir. Ve buna ancak "din" ile karşı çıkılabilir.

İranlı büyük düşünür Ali Şeriati "İslam Sosyolojisi Üzerine" adlı kitabında Kuran'da bir garip kelime oyunu yapar: "İçinde 'Allah' kelimesi geçen ayetlerden 'Allah' kelimesini çıkarıp yerine 'halk' koyun; anlamda bir değişiklik olmaz", der.

Gerçekten de Kitab'ın Allah adına bizden istediği ahlak ve davranış kaidelerine baktığımızda bunların hepsinin insanların genel faydası ve toplum bütünlüğü ve toplumsal işleyişin sağlıklılığı için olduğunu görmek şaşırtıcı ya da zor anlaşılır birşey değildir. "Allah'ın hakkı", "halkın hakkı" yani tüm insanların hakkıdır.

Dahası Kitap bize "Allah'ın ruhundan üflediğini" söyler (*). Bunun anlamı tartışmalı olmakla birlikte ben tüm insanların O'ndan bir parçayı içlerinde taşıdığını kabul ediyorum. Birçok Sufi ehlinin konuyu bu şekilde anladıklarını biliyoruz; bunların en meşhuru, ne yazık ki sözü yanlış anlaşılan ya da kasten çarpıtılan "ene'l-Hakk" sözü sahibi Hallac Mansur'dur.

Eğer tüm insanlar O'ndan bir parçayı içlerinde taşıyorlarsa kuvvetli ya da zayıf, sıfatça fazla ya da eksik her insan evladına saygı göstermek ve O'nun rızasını onların rızasında aramak Allah'a inancın gereği olur. İnsanlar bu anlamda eşittir ve bu eşitlik basit bir fırsat eşitliği hakkından çok daha fazlasını kapsar.

İdeal düzen arayışı insanın kapasitelerinin özgürce gelişimine izin verdiği kadar, hiç kimsenin eksikliğinden dolayı kayba uğramamasını da dikkate alır. Yüce Allah bir kişiye bazı şeyleri diğerine nazaran eksik verdi ise, fazladan verdiği kişinin görevi kendinde olandan insan kardeşinin eksiğini tamamlamaktır. Dahası insan her konuda mükemmel olamaz; belki bende çok olan onda eksik olduğu gibi, onda çok olan da bende eksiktir. Amaç bu farkları bir yarış vesilesi kılmak değil; birbirinde eksik olanı tamamlamak; eksiği örtmek, bu konuda yardımlaşmaktır: Nahl (16/70): "Allah rızk konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızklarını kendi altındakilere vermezler ki, rızkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın nimetini mi inkar ediyorlar?"

Amerikan muhafazakarlığının yılmaz eleştiricilerinden bir Amerikalı aydın olan iktisatçı John Kenneth Galbraith geçenlerde öldü. "Kuşku Çağı" adlı eserinde (hafızam beni yanıltmıyorsa) yıllar önce katıldığı Amerikalı elit kesim arasındaki bir partiden bahseder: Zengin ve güçlü Amerikalı kapitalistlerle kadeh tokuşturan bir Protestan vaizi, "Tanrı'nın doğal düzeninin" galipleri olan bu kişilere güvenle şunları söylemektedir: "Bugün sizinle burada nasıl kadeh tokuşturuyorsak, yarın yine cennette böyle kadeh tokuşturacağız." - "Onların girdiği cennete ben girmek istemiyorum" diye yazar Galbraith.

Allah, ortak olduğumuz bu duayı kabul etsin.

Dipnot:

(*) Secde (32/9):
"ve nefeha fiyhi 'min' ruhıhi" (ona ruhundan üfledi) ayetindeki "min" edatı bir öz birliğini kuvvetle düşündürür.
altayu1@yahoo.com

13 Temmuz 2006 Perşembe

Osmanlı Ordugahı: Altındağ

"1453'te yokoluş eşiğindeki Konstantinopol'un eteklerinde bir Osmanlı ordugahı düşünün; Altındağ budur."

Robert Kaplan "The Coming Anarchy"

ALTINDAĞ

Amerikalı gazeteci yazar Robert Kaplan, yaklaşık 10 yıl önce dünyayı dolaşarak yazdığı "The Coming Anarchy" (Yaklaşan Anarşi) adlı gezi yazılarında o sıralar Ankara eteklerinde bir gecekondu mahallesi olan Altındağ'da uğradığı tarifsiz şaşkınlık ve hayranlığı bu sözlerle noktalar.


Kaplan'a göre Altındağ ne Rio de Janeiro'nun 3-5 Dolar için gırtlak kesilen suç ve uyuşturucunun hüküm sürdüğü "favelas"larına, ne Abidjan, Afrika'nın yoksulluk, hastalık, cehalet ve ümitsizliğin kararttığı yıkıkdökük varoşlarına benzememektedir:
"Abidjan'ın gecekondu mahalleleri ziyaretçiyi korkutur ve iter. Türkiye'de ise durum tam tersidir. Altındağ'a girdikçe gözüme daha da güzel göründü ve kendimi daha emniyette hissettim. 1500.- Dolar değerinde Türk Lirası bir cebimde, 1000.- Dolar değerinde Traveller's çekleri diğer cebimdeydi; ama korkmuyordum. Altındağ gerçek bir muhitti. Evlerin içi bunun sebebini anlatıyordu: Demir filizleri açıkta beton kolonların, teneke ve mukavva ile kapatılmış duvarların görüntüsü aldatıcıydı. İçerde bir yuva vardı; düzen ve haysiyet duygusu. Bir buzdolabı çalışıyordu, bir TV, duvarda bir rafta birkaç kitap ve aile resimleri vardı; bir pencerede çiçekler ve bir soba. Evet sokaklar yağmur yağdığında çamur deryasına dönüyordu, ama evlerin içinde leke yoktu.

Diğer evler de böyleydi. Okul çantaları sırtlarında öğrenciler geçiyor; bir kamyon tüpgaz satıyor; bir kahvede birkaç adam çay içiyor. Biri bira içiyor." Ve evet Kaplan hayranlığını şu sözlerle noktalıyor: "1453'te yokoluş eşiğindeki Konstantinopol'ün eteklerinde bir Osmanlı ordugahı düşünün; Altındağ budur."


Neden gecekondu önemlidir? Kaplan diyor ki: "Gecekondular bir kültürün iç sağlamlık ya da zayıflıklarını eleveren turnusol testi gibidirler. Kültürleri yaygın gecekondu hayatını toplumsal çürüme olmadan kaldırabilen halklar, denebilir ki, yarının galipleri olacaktır; bunu başaramayan kültürlerin insanları da yarının kaybedenleri. Sosyolojik anlamda gecekondu Türk şehirlerinde yoktur. Burada aile bağları Afrika'ya nazaran çok daha sıkıdır. Geri gelen İslam ve Türk kültür kimliği doğal tonu içinde bir uygarlık oluşturmuştur..."

AFET

2005 yazının New Orleans'ı Katrina kasırgasının yolaçtığı yıkımla harap oldu. Amerikan devleti yardım ve düzen ulaştırmakta 15 gün geç kalmıştı. Bu süre 1999 Büyük Depremi'nde geciken Türk devletinin yardım ulaştırma süresiyle aynıydı. Bu süre zarfında her iki ülkede neler oldu?

Amerikan TV'lerini izleyenler kaos, salgın, tecavüz ve cinayetlerle dolu manzaralar gördüler. Bu şehirdeki sosyal düzen kısa sürede çöktü ve resmi otoriteler gelene dek kurulamadı. Türkiye'de ise aradaki bu sürede neler olduğuna bu satırların yazarı gözleriyle şahit oldu; ve bu benim için yakınlarımın cenazesini kaldırmaya gittiğim dehşet ve üzüntü dolu o günlerde buruk bir umut ve mutluluk getirdi.

Türk toplumu kendiliğinden tüm imkanlarıyla, sivil kişiler ve kurumlar olarak afet bölgesine yardıma koştu. Amerikan devletinin sahip olduğu maddi imkanların çok azına sahip Türk devletinin, üstelik bir de iktisadi krizin pençesinde kıvrandığı o dönemde bu 15 gün afet bölgesinde kimse yardımsız, barınaksız, ilaçsız ve yiyeceksiz bırakılmadı. Elbette organizasyon hataları yaşanmıştır, ama bunlar bir milletin çıplak özelliklerinin açığa çıktığı böyle olağanüstü zamanlarda neler yapabileceğini gösterdi.

... POLİTİKA

Türkiye'de 40 yıldır, özellikle sağ politikacılarımızın bu millete telkin ettiği kimi vehim ve korkulara göre dünya standartlarında alışılmadık ölçüde devlet müdahalesi, Türkiye'de yaşanan tüm aşırı ve yeryer baskıya varan uygulamalara rağmen, toplumsal düzenin korunması açısından hayatidir.

Ülkemizde devlet, başörtüsünü yasaklayarak kişilerin giyim-kuşam özgürlüğüne karışmaktan tutun da, hala kimi siyasi fikirlerin barışçı siyasal örgütlenmesine yasaklar getirmek şeklinde müdahalelere dek, hemen her toplumsal akış ve oluşumu aşırı düzenleme kaygısı içindedir. Bunun gerekçesi politikacılarca kuşaklar boyu millete empoze edilen vehimler ve korkularda şöyle açıklanır: "Aksi halde ülkede iç savaş çıkar, toplumsal düzen yokolur."

Kaostan çok korkan, tam bir düzen ve nizam aşığı milletimiz de sürekli körüklenen bu korkulara oy sandığında, ya yasakları kaldırmakta etkisiz ya da yasakların sürmesini destekleyen politik kadroları kuşaklar boyu seçerek cevap verir. Türkiye'deki politik kilitlenmenin mekanizması özetle budur.

Gelecek kuşaklar şu ikilemin dayattığı yol ayrımına ülkenin vardığını tüm gerçekliğiyle üzerlerinde hissedecekler ve temel bir karar vereceklerdir:
- Bana ne kadar zararı olsa da beğenmediğim başkalarını da engellediğinden dolayı yasakları desteklemeliyim; ya da
- Beğenmediğim başkalarına ne kadar yararı olsa da, sonunda bana da faydalı olacağından dolayı özgürlüğü desteklemeliyim.

Özgürlük bu milletin yitiğidir. Onu siyasal otoritelerden alacak değildir; onu kendi kendine verecektir. Şimdiye dek yasakçılığı yeğleyen siyasal kadroları başına geçirerek ve tutarak kendi kendine yasaklar koyduğu; kendinden korktuğu gibi. Ama kendisinde korkacak birşey yok.

Anlattığımız örnekleri bu bağlamda iyi düşünmemiz gerekiyor. Burada bize dışımızdan ayna tutan Robert Kaplan'ın yazdıklarına tekrar bakalım: "Ortadoğu'nun geleceği Altındağ sakinlerinin zihninde yazılıyor... "Köyümüzü buraya taşıdık. Ama köyde çok daha fazla çalışıyorduk - bütün gün tarlada. Bu nedenle Ramazanlarda oruç tutamazdık. Burada tutuyoruz. Burada daha dindar olduk;" diyor Ayşe Tanrıkulu ve 6 kadınla birlikte bir plastik tepsiden aldığı iç pilavı asma yapraklarına sarıyor. Yanlarına teneke sundurmanın altına gelmemi söylüyor. Bu kadınların hepsinin başında yazma var. Şehirde ilk defa TV'yle karşılaşmışlar. "Biz geleneğine - dinine bağlı insanlarız. Bu programlar bizi kızdırıyor," diyor Ayşe hanım... Benim tüm bu, sakin ve düzenli mahalleyi size sunuşumun nedenine gelince: Onun varlığı Türk müslüman kültürünün ne kadar sağlam dokunduğunu ortaya koyuyor. Bu kadar güçlü bir kültür gün gelip tekrar Ortadoğu'da hüküm sürebilir..."

16 Haziran 2006 Cuma

Doğu, Batı ve İlahi Adalet



EY ŞEHİR, ŞEHİR!

"Ey şehir, şehir! Bütün kentlerin gözbebeği! Bütün dünyada senden sözedilir. Dünyanın en yüce seyirliği, bütün kiliselerin sütannesi, iman beldesi, doğru inancın rehberi, eğitimin muhafızı, her iyiliğin haznesi. Sen ilahi öfkenin kupasından içtin ve daha önce beş kentin üstüne düşenlerden daha korkunç bir ateşçe ziyaret edildin."
Niketas Akominates, 1204, İstanbul
(4. Haçlı Seferi İstanbul'u yağmalarken)

1204'te 4. Haçlı Seferi, Selçuklu baskısına karşı Bizans'a yardım bahanesiyle İstanbul'a girdi ve bu şehrin tarihinde görülmüş en korkunç kıyım ve yağmayı yaparak İstanbul'u bir harabe haline getirdi. Tonlarca altın ve eski eser saraylar ve kiliselerden yağmalandı, kilise mihraplarında rahibelerin ırzına geçildi.
O sıra İstanbul 500.000 nüfuslu dünyanın gözbebeği bir kentti; 250 yıl sonra Fatih'in fethettiği İstanbul ise 50.000 nüfuslu küçük ve cansız bir kent olacaktı. O görkemli günler gitmiş, İstanbul Latin istilasından sonra bir daha belini doğrultamamıştı.
İstanbul'da ihtişam yıllar önce bitmiş, son Bizans imparatorları Topkapı'nın lüks ve debdebeli saray hayatının ağır masraflarından kaçınmak için şimdiki Edirnekapı'da bulunan Tekfur Sarayı'na taşınmışlardı.
Fatih, görkemli Topkapı Sarayı'nın yıllar önce terkedilmiş harabesini görünce şaşkınlığını şu mısra ile dile getirdi:
"Perdedar miküned be kasr-ı kayzer ankebut"
(Kayserin kasrına örümcek perdedar olmuş)


Bizans'ın "Batıcıları" Bizans'ın uzun süren çöküş tarihi boyunca Batı ile ittifak yaparak Doğu'ya karşı durma siyaseti sonucu devleti yıkımın eşiğine getirmişlerdi. Batıcılar 6 Temmuz 1439'da "Union" (İttihad, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi) anlaşması ile Ortodoksluk içine de nifak sokarak Bizans-Rus ittifakını bozdu.
İstanbul'un kendini toplayıp eski görkemine varması için 16. asrın gelmesi gerekecekti.
Osmanlı Devleti'nin yükselişi bugün hala incelenmeye muhtaç ve tam aydınlatılamamış bir konudur. Osmanlı tarihi içindeki herkesin bildiği kimi olaylar daha tarafsız ve derin bir incelemeyi gerekli kılıyor. Bunların içinde, örneğin devletin kurucusu Osman Bey'in oğlu Orhan Gazi'nin Bizans sarayında eğitim görmesi ve Bizans'tan soylu bir kız olan Holofira - Nilüfer Hatun'la evlenmesi, onun çağdaşı Harmankaya Tekfuru "Köse Mihal"in Osmanlı ile işbirliği yapması, Süleyman Paşa'nın Çanakkale'den kuvvetlerini Trakya'ya geçirdiğinde kimi kaleleri zaptedip kimilerini bırakması, Osmanlının arkasındaki İstanbul'un tehlike oluşturabileceğinden korkmadan Edirne'yi başkent edinebilmesi, Osmanlının Balkanlardaki fütuhatının Ortodoks toplumlarca meskun topraklarda hızla yayılabilmesi, ama Katolik Hırvatistan'a gelince adeta bir duvara çarpmış gibi durması, nihayet Ortodoks patriğinin "İstanbul'da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi yeğleriz" sözü, Bizans'ın "Batıcı" ve "Doğucu" partileri arasındaki kavga ve karşılıklı ittifak cepheleri anlaşılmadan anlaşılmaz.
Aynı şekilde Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetih kararı devlet içinde ciddi sancılar çekilmeden olamadı ve Fatih bunun için Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirmek ve ulema kökenli bürokrasiyi devlet içinden temizlemek zorunda kaldı.
İstanbul'un fethi ile birlikte Osmanlı padişahlarının müslümanların halifesi ve Ortodoksların imparatoru çifte ünvanıyla anılmaya başlamaları ile bu topraklarda sorun uzunca bir süre son buldu.


"RAKKAS, BU HALET SENİN OYUNUNDA MIDIR?"

Ancak 18. y.y.da devletin zayıflamaya başlaması ile kadim sorunun tekrar hortladığını görmekteyiz. 1718'de Padişah 3. Ahmet sadrazamlık görevine Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'yı getirir. Bu dönem, 28 Mehmet Çelebi'nin Paris sefaretinden döndükten sonra layihasını padişaha sunduğu dönemdir. Artık Osmanlı için bir "Garb Medeniyeti" vardır. Bu döneme Lale Devri denir. Kağıthane'de konaklar inşa edilir, bir yanda zevk-u sefa alır yürür. Diğer yanda müthiş bir bozulma ve sefalet buna eşlik eder. Şair Nedim işret dizelerini kaleme alır:
Rakkas, bu halet senin oyununda mıdır
Aşıklarının günahı boynunda mıdır
Doymadım şeb-i vaslına şeb-i ruze gibi
Ey sim beden, sabah koynunda mıdır.


Sonuçta bir yandaki korkunç sefalet ve başıbozukluk ve diğer yandaki zenginlik ve sefahata karşı isyanlar patlak verir; Lale Devri kan ve ateşler içinde kapanır. Şair Nedim damdan dama atlayarak kaçarken öldürülür. Ancak Batılılaşma artık resmi politika olmuştur.
Lale Devri'nde, 28 Mehmet Çelebi'nin ortağı İbrahim Müteferika'nın İslam eserlerini basan bir matbaa kurması gibi mevzi başarılar yaşanmışsa da bunlar genel çöküşü düzeltmeye yetmedi. Kaldı ki İbrahim Müteferika'nın matbaası Osmanlıda ilk açılan matbaa değildi, o devirde, çok uzun yıllardan beri Gayrımüslimlerin sahipliğindeki birçok matbaa faaliyetteydi.
Osmanlıda Batılılaşmanın ikinci hamlesi Tanzimat'tır. Opera hayranı Sultan Abdülmecid 1839 Temmuzu'nda Tanzimat Fermanı'nı yayınlayarak bir seri reform başlatır. Tanzimat Fermanı'nın Osmanlıya getirdikleri ile götürdükleri çok tartışılmıştır. Biz doğrudan bu tartışmaya girmiyoruz. Ama Tanzimatçı kadronun bir başka "büyük atılımına" gireceğiz: 16 Ağustos 1838'de, Osmanlı Devleti ile İngilizler arasında, tarihe Balta Limanı Antlaşması olarak geçen bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın diğer adı Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması'ydı.
Anlaşma maddelerine göre:
· Gümrük vergi oranları ihracatta yüzde 12'ye, ithalatta ise yüzde 5'e düşürülecek,
· İngiliz tüccarlar, hiçbir kısıtlama olmadan, her tür malı Osmanlı topraklarında hem iç hem dış ticaret amacıyla alıp satabilecekler,
· İngilizlerden mal alım ve nakli için belge istenilmeyecek,
· İngiliz tüccarlar, iç ticarette yerli tüccarlardan fazla vergi ödemeyecek,
· Yabancı malları Boğazlardan serbestçe geçecek,
· Antlaşma, "sonsuza dek" yürürlükte ve geçerli olacak.
Anlaşmanın imzalandığı tarihte Sadrazam, yani Başbakan ise Mustafa Reşit Paşa idi. Mustafa Reşit Paşa, İngilizlerle iyi ilişkiler içerisindeydi. Osmanlı Devleti'nin kurtuluşunu, Avrupalılaşmakta görüyor, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleriyle serbest ticaret öneriyor ve şöyle diyordu: "Ülke, serbest ticaret sayesinde büyük bir hızla sanayileşecektir."
İngiltere'nin o tarihlerdeki Dış İşleri Bakanı Lord Palmerstone da, anlaşmadan önce Osmanlı Devleti'nin dış ticarette uygulamakta olduğu bazı kısıtlamaların kaldırılması için sürekli baskı yapıyor, serbest ticareti överek şunları söylüyordu: "Serbest ticaret sayesinde Sultan'ın kullarının servet ve refahı artacak, sanayi gelişecektir."
Netice malum. Osmanlının içine girdiği ekonomik yıkım, bunun sonucu alınan borç-faiz kısırdöngüsü bizi Duyun-u Umumiye'ye getirdi.
Ama bundan önce başka birşey daha var: 1856 Mayısı'nda İngiltere Kralı'nın fermanı ile Londra'da kurulan Osmanlı Bankası, 1863'teki Bank-ı Osmani-yi Şahane" unvanıyla anılan devlet bankası oldu. Bu çağda devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlardı, ama Osmanlı Bankası gibi yabancı sermaye ile kurulanı mahzurlu bir örnektir. Daha açık söylemek gerekirse devletin Merkez Bankası Batı sermayeli bağımsız bir kurumdur!
Osmanlı "Merkez" Bankası, bugünün Batıcı - globalist çevrelerinin hasretle anacakları derecede bağımsız bir kuruluştu. 1. Dünya Savaşında devlet sıkıntıya düştüğünde ve Milli Mücadele yıllarında devlete ve Ankara hükümetine yardım ve teminatsız kredi açmayı hep reddetmiş, bugün arzulanan özerk bir merkez bankasından beklenenleri bihakkın yerine getirmiştir!
Osmanlıdaki Batıcı kadronun bu ve benzeri "tedbirleri" sonunda beklenen meyvasını verdi. 1874 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti 20 yıl gibi bir sürede 15 dış borçlanma yapmış ve bunlardan eline 127 milyon Osmanlı altın lirası geçmiş ancak borç 239 milyon lirayı bulmuştu. Sultan Abdülmecid'in başlattığı dış borçlanma geleneğini Sultan Abdülaziz de sürdürmüştü. Ahmet Cevdet Paşa, "bizim mirasyedilere böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde halimiz neye varacak?" diye bazı erbab-ı dikkat ve basiretin endişe ettiklerini ve "Allah encamımızı hayretsin" şeklinde neticeye mütevekkilane boyun eğdiklerini kaydetmektedir. Sonuçta borçlanma devam etti ve 1874 yılının mali iflasına gelindi.
1874-75 yıllık bütçe geliri 25.104.928 lira olduğu halde borçların o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarında idi. Bu da o yılın bütçesinin borçları bile ödemeye kafi gelmediğini göstermekteydi. Bu iflas demekti. Sorun 1881'e dek bir çözüme kavuşamadı.
20 Aralık 1881 ya da 28 Muharrem 1299'da ünlü "Muharrem Kararnamesi" ilan edildi.
Muharrem Kararnamesi'nin 15. Maddesi hükümlerine göre Rüsum-u Sitte idaresi yerine Düyun-u Umumiye gelirlerini idare etmek üzere İstanbul'da bir "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye" idare meclisi kurulacaktı. Bu yönetimin kuruluş biçimi, yetkileri ve çalışması ile ilgili olarak böyle bir komisyonun dahili hukuk sahasında mı yoksa devletler hukuku alanında mı inceleneceği konusu tartışmalar getirmiştir.
Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare kendi memurlarını dilediği gibi atama selahiyetini haiz idi. Nitekim Düyun idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912'de 9000 olmuştur. Konsey başlangıçta yalnız kendisine ait vergileri toplarken, daha sonra bir takım sınai ve ticari yatırımlara da girmeye başladı. Böylece Osmanlı Devleti'nin ekonomik iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmış oldu.

DOĞU-BATI ARASINDA

29 Ekim 1923'te genç Türkiye Cumhuriyeti ile Anadolu topraklarında yeni bir başlangıç yapıldı. Yeni Cumhuriyet başlangıçta radikal modernleşmeci bir tutum benimsemiş, dış politikada ise Batıya mesafeli bir tutum takınmıştır. Kalkınmada ise kendi yerli - milli kaynaklarına dayanan bağımsız bir model takip edilmeye çalışılmış ise de Mustafa Kemal'in 1938'de vefatından sonra herşey hızla eskiye dönmeye başladı. Ve antiemperyalist modernleşme projesinin yerini tekrar Batılılaşma aldı.
1950'lerde Türkiye Batı ittifakı NATO'ya girmenin bedeli olarak yüzlerce evladını Kore topraklarında bıraktı. Ondan sonra Batıcılık Türkiye'de durmadı. Ardarda gelen sağ ve sol hükümetler politikada kendi Batılılaşma versiyonlarını uygulamaya devam ettiler. Sol ya da sağ kitle partileri içinde bugüne dek ne Türkiye'nin NATO üyeliği ne de "Ortak Pazar'a (şimdiki AB) girişi tartışma konusu yapılmamıştır.

Türkiye'nin ABD ve AB ile ilişkilerinin siyaset, ekonomi, toplum ve ülkenin bekası açılarından neler getirip neler götürdüğü sonraki tarihçilerde çok tartışılacaktır. Ama birkaç yıl önce 300 milyar Dolar'ı bulduğu söylenen, bugün ise artık bir rakam verilmeyen borç, kimi hesaplara göre AB ile gümrük birliğinin her yıl 50 milyar Dolar ekonomimizden alıp götürmesi, ülke bütünlüğü ve toplumsal huzur ile ilgili artan kaygılar, ve nihayet Batılı güçlerin komşularımızla yürüttüğü - yürüteceği savaşlarda ülkemizi silahlı güçleri için üs olarak kullanması ve ülkenin böylelikle içine yuvarlandığı savaş tehlikesi bugünden bilinenler.
Dolayısıyla gelecek tarihçilerin hükmünü beklemeden şu genel yargıyı belirtmek sanırım insafsızlık olmaz: 1204 yılı Bizansı'ndan beri bu topraklarda Batıcılar her dönem zarar getirmişler ve onların zararını düzeltmek ülkenin yerli - milli güçlerine kalmıştır. İsterseniz bunlara Doğucular da diyebiliriz.
Türkiye, tatlı bir burjuva rehavetinin arasında yapılmış beylik tesbitle Doğu ile Batı arasında "köprü" değildir. Türkiye bu ikisi arasında yüzyıllardır en şiddetli mücadelelerin verildiği bir "cephe" ülkesidir. Mücadele her çağda değişik formlar alarak sürdü, ama hiç bitmedi; bugün de sürüyor. Sevindirici olan o ki, ülkemizde çeşitli meşrep, statü, sınıf ve kanaatten birçok insan Batıcı rüyadan uyanmanın vaktinin geldiğini farkediyor.
O halde bundan sonrasını konuşmalıyız.

DEVLER VE CENNET


Ünlü bir Yunan efsanesinde devler (gigant'lar) cennete saldırırlar. Cenneti bunlardan kurtarmak için muazzam bir savaş verilir. Efsaneye göre Tanrı Uranos, (Uranüs) onlara galebe çalmayı başarır ve cenneti ellerinden kurtarır.
Bugün de devler bu cennet gezegene saldırıyor. Bugün bunlara süpergüçler, gerici rejimler, çokuluslu şirketler, zalim otoriteler, köleci din kurumları, IMF, bankalar, vs vs. adı veriliyor. Bu devler biz insanların karşısında çok güçlüler ve onlara safi bilimsel ve laik bir "hümanizma" yardımıyla ve onun adına karşı çıkmak imkansız gibi.
İnsanüstüne karşı tabiatüstünün yardımı gerekiyor.
Bu nedenle "Allah'ın adını anmadan", ondan bir güç devşirmeden bu canavarlar sürüsünün karşısına kimse dikilemez. Dindışı bir hümanizma ehlinin iyilerinin son tahlilde "gönülleri dikilenlerden yana - kılıçları onlara karşı" olur. Acaba bu da ne kadar faydalı sonuç getirir?
Dolayısı ile, sırf pratik nedenlerle dahi işin içine Allah'ı dahil etmek gerekiyor. O zaman sormalı: Hangi Allah'a inanıyoruz?
Acele etmeyelim. Önce bunun bir oyun olmadığını; Tanrı'nın "eğlenmek için" hiçbir zorunluluğu yokken böyle bir arena, böyle bir oyun kurmadığını bilmeli; ya da desteğinin Cennet'ten cesaret vermekten öteye geçtiğini, gerçekten bizimle birlikte mücadele ettiğini bilmeli, buna inanmalıyız.
"Allah'ı bırakıp insandan konuşmak", ya da "meselenin niçin'ini bırakıp nasıl'ına bakmak" Batı uygarlığının seçimi idi. Padualı Marsilio'dan itibaren Batı, din ve Allah tartışmalarını kilisenin kuytu dehlizlerindeki keşişlere bıraktı, ve "bunlar dünyayı ilgilendirmez" dedi. "dünya'nın kendi gerçekliği" vardı, kilise gerçekliğinin yanında ve ona paralel. "Bu ilahiyat meseleleri aklın alamayacağı kadar kutsaldır" sözü, giderek "bunlar aklın ilgilenmeyeceği kadar önemsiz"e döndü. Reformasyon'la ilgili batı kültürel dönüşümünü inceleyen birçok tarihçi bu tesbiti yapıyor. Netice ortadadır. İstediğimiz bu Batı uygarlığı mıdır? Doğu onun basit bir taklidi mi olacaktır, yoksa ondan öte birşey mi?
Özetle: Doğu'nun elinde birşey söylemek ve olmak için Tanrı'sından başka birşey yoktur. Öbür türlüsünü batı yapmıştır ve yapmaktadır. Aynı şeyin taklidi gerekmez, aslı ortada iken. Öyle ise biz Tanrı fikrimizi tekrar gözden geçireceğiz.

Kuran'da Haşr Suresi'nde şöyle bir ayetle karşılaşırız:
"Öyle Allah ki O, ilah yok O'ndan gayrı! Melik, Kuddûs, Selâm, MÜMİN, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir. Allah, onların ortak koşmalarından yücedir, arınmıştır." (59/23)

Allah'a nispetle "mümin" ne demektir? Geleneksel olarak "mümin" kendisinden emin olunan güvenilir şeklinde tefsir edilmiştir. Ancak "mümin" kelimesi tek bu ayette böyle açıklanmış, tüm diğerlerinde "inanan" olarak çevrilmiştir; kaldı ki "güvenilir" anlamına gelecek başka isimler de vardır. Örneğin: "el-Emin". Peki burada "Mümin" kelimesini bildiğimiz "İnanan" anlamında alsak ve devam etsek?

Eğer Allah "İnanan" ise varlık alemindeki ilk İnanan O'dur. İnanç kavramı ister istemez "din" kavramını da beraberinde getirir. Demek ki bir "Allah'ın dini" vardır. Bu kavram hep kullanılır ama burada birden anlamının değiştiği de açıktır. Peki o zaman "din" neyi telkin eder? "Allah'a inanmak" diyemeyiz; çünkü "Allah'ın Allah'a inanması" gibi aklen geçersiz bir olgu karşımıza çıkar. Yine de araştırmamızı sürdürelim. Din bir doğrular külliyatına inanmaktır. O halde bu doğrular nedir? Evrenin fizik ilkeleri bu kabilden olamaz; bu fizik doğrular "inanılan" değil ancak bilinen şeyler olur; bu insanlar için böyledir; evreni sonsuz bilgisiyle yaratmış Allah için haydi haydi böyledir. Gayb alemine gelirsek. Bu alemin gerçeklerini de onları Yaratan bilir; bu da O'nun için bir inanç meselesi değildir. Listeyi daha da uzatabiliriz ancak bence sonuçta geleceğimiz yer Allah'ın bütün bu yaradılmışları yaratmasına neden olan şeylerdir: Soyut ilkeler. O halde doğruluğuna inandığı şeyler soyut ilkelerdir: Sevgi, doğruluk, adalet, ilh. Bunlar hem O'nun ayakta tuttuğu, hem de bizim ayakta tutmamızı istediği ilkelerdir.

Ebu Zerr el-Gıfari'den rivayet edilen bir hadiste denir ki: "Ey kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım: Öyleyse birbirinize zulmetmeyin." (Müslim, Birr 55, (2577); Tirmizî, Kıyamet 49, (2497)). O halde O'nun ahlakı ile ahlaklananlar adalet sahibi olur ve adaleti ayakta tutarlar.

Ancak ilkelerin en büyüğü sevgi ve merhamettir: "Ayetlerimize iman edenler, yanına geldikleri zaman de ki: Selam sizlere! Rabbiniz kendine rahmeti yazdı." (Kuran: Enam/54 - 6/54).

16 Mayıs 2006 Salı

Tanrı, İyi ve Kötü: Kurtuluş Nerede?


Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde koşmak mukaddes midir?
 
Modern medeniyetin sonunu ilan eden ve postmodern bir barbarlığın başladığını savunan kitabı "20. Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu"nda Macar asıllı Amerikalı düşünür John Lukacs, birçok şeyin yanısıra ata memleketi Macaristan'a demirperdenin yıkılışından sonra yaptığı seyahatte gördüklerini ve yaşadıklarını da anlatır. Doğu Avrupa'da o sıra milliyetçi ideolojiler patlama halindedir. Macar milliyetçilerine Lukacs şu basit soruyu sorar: Milliyetçiliğiniz kıyamette sizi Tanrı'nın daha çok sevmesini ve cennetine kabulünü sağlayacak mı?



Muhatapları afallar. Böyle birşeyi daha önce hiç düşünmemişlerdir. Gerçi onlar kadar Lukacs'ın da bu soruya net bir cevabı yoktur, ama bu sorunun kıymetinden birşey kaybettirmez.

Macar ve diğer Doğu Avrupalı küçük ülke milliyetçileri için büyük amacın kendi ülkelerinin kurtuluş ve bağımsızlığı olması yeterli olabilir. Ama daha doğuya, Rusya ve Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin mirası daha büyük hayaller bu havza insanlarını hala etkilemeye devam eder: İmparatorluklar kurmak ve iklimler üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile yeterince büyük müdür? Ya da bunun için bir ömür vermeye değer mi?

Acaba aynı soruyu burada da sorsak mı: Bir imparatorluk kurmak ve iklimler üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek, günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine kabul edecek midir?

Hangi amaç kalıcı, hangisi ya da hangileri geçicidir?

Bu konuya ileride tekrar değineceğiz. Şimdi başka bir önemli konuya girelim.

İslam tasavvufunda çok kıymet verilen bir rivayet vardır: İslam peygamberi Uhud savaşından dönen yoldaşlarına şöyle der: "Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz." Neredeyse tüm tasavvufun temel edindiği bu rivayet neyi anlatmaktadır? Kimi sorularla bir yorum denemesine konuyu açalım:

Din için mücadele etmekten ve zalimlere kılıç çekmekten daha yüce ne olabilir? Ya da soruyu değiştirirsek, din için mücadeleyi dahi anlamlı hale getiren daha yüce amaç nedir?

Ortadoğu'nun tüm dini geleneklerinin üzerinde uzlaştığı "mebde"ye (başlangıç öyküsü) göre insan yeryüzüne Allah'ın vekili (halifesi) ve görevlisi olarak kendinin ve Rabbinin düşmanı olan Şeytan'ı altetmek ve yeryüzünü Şeytan'ın ifsadından kurtararak imar ve ıslah etmek amacıyla gönderilmiştir.

Bu anlamda tüm yeryüzü bir mücadele alınıdır; uğraş bunun içindir.

Ama bir müddet sonra Şeytan ona yeryüzünü çok güzel göstermiş, insan onun büyüsüne kapılmış, burasının geçici olduğunu, asıl görevini, kendini göndereni, kısacası kendini unutmuştur.

Ona her unutuştan sonra aslolanı hatırlatan peygamberler gönderilmiş, insanoğlu onların getirdiği mesajın arıtıcılığında dirilip kendine gelmiş, ama kısa süre sonra tekrar Şeytan'ın aldatışına kanmış, gönlünü teslim etmiş, asıl amacı olan yeryüzünü Allah'ın emirleri doğrultusunda imar ve ıslah etmek görevini terketmiştir.

Böyle olunca da asıl amaca izafeten anlam kazanan tali amaçlar, üstün gelme, hükmetme, insanlar arasında şerefle anılma gibi şeyler asıl amacından kopmuş, tesbih taneleri gibi dağılarak kendileri birer asli amaç haline gelmişler ve insanlar bunların peşine düşerek yoldan sapmışlardır. Kuran'da bu dünyevi boş işler, çocuk oyununa benzetilmiş, "oyun ve eğlence" olarak anılmıştır. Bu tabir, bu kabil işlerin zararsızları içindir. Ama insan böyle amaçlar için haksızlık ve zulüm, cinayet yoluna saparsa artık yaptığı oyun-eğlence olmaktan çıkar; Şeytan'ın işleri haline gelir.

İnsan olağanüstü bir varlıktır; kıtalar aşabilir, yüksek şehirler inşa edebilir, dağları yerinden oynatabilir. Bu yeti ve gücün gösterdiği gibi, bir anlamda insan tabii olanla tabiatüstünün birleşme noktasıdır.

Ama insan kendinde barınan bu muazzam güçler ve kabiliyetlerin ne için olduğunu unutursa korkunç bir varlığa dönüşebilir.

Daha önce dediğimiz gibi, yeryüzü Şeytan'la, yani evrensel kötülük, ifsad ve yıkım ile bir savaş alanıdır. Ancak bu mücadelenin başarılı olabilmesi için insanların bu mücadeleye hazır olması, gönüllerini böyle bir mücadelenin safı olmaya hazırlamış olması gerekir. Bu hazırlık ise başlıbaşına daha büyük bir mücadeleyi gerektirir. İslam Peygamberi'nin "Büyük cihat" olarak andığı budur.

Yeryüzündekinden çok daha öncelikle ve çok daha temel bir mücadele insanın kendi içinde, gönlünde cereyan etmektedir. Burada İyi ile Kötü, Doğru ile Yanlış, Güzel ile Çirkin birbirine karşı savaşmakta, insanı ele geçirme mücadelesi vermektedir.

İnsan burada, fethedilecek pasif bir ülke değildir. Kendi cüz'i (tekil) iradesi ile mücadeleye katılır ve taraflardan birine destek olarak kendinin onun tarafından ele geçirilmesine izin verir.

Fikirdeki bu "Büyük Cihad"ın insanın sözleri ve eylemleri ile fizik alemde yansıması ile ikincil olan "küçük cihad" başlar. Biz ancak kendimizi arındırır ve "İyiler" safında yer alabilirsek söylediklerimiz ve yaptıklarımız yeryüzünde "iyilik" ya da "ıslah" haline gelebilir.

"Yorum denemesi" ereğini uzunluk itibariyle çok aşmış bu bölümü şimdilik bağlayalım; okuyucuya sabrı için teşekkürler; ama tabii ki şu soruya da bir cevap gerekiyor: Tüm bunları anlatmaktan amaç nedir? Öyleyse başa dönelim.

Yazımızın başında dedik ki: Daha doğuya, Rusya ve Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin mirası büyük hayaller bu havza insanlarını hala etkilemeye devam eder: İmparatorluklar kurmak ve iklimler üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile yeterince büyük müdür? Ya da bunun için bir ömür vermeye değer mi? ... Bir imparatorluk kurmak ve iklimler üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek, günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine kabul edecek midir?

Bugün Türkiye'nin etrafında, müsebbibinin büyük oranda Batılı emperyalist güçler olduğu savaş, kargaşa ve huzursuzluk ateşleri yanıyor. Kargaşadan büyük oranda sorumlu Anglosakson güçler istedikleri sonuçları elde edemediklerini ve bu bölgede amaçlanan "Büyük Ortadoğu Projesi"ni gerçekleştirecek yerli, dolayısıyla otoritesi daha doğal kabul edilebilecek, ayrıca bölgeyi yönetmekte "tarihi tecrübesi" olan bir yardımcı güce ihtiyaç olduğunu söylüyorlar ve spot ışıkları rahatsız edici bir şekilde Türkiye'nin üzerine dönüyor.

Soğuk savaşın bittiği 15 seneden beri ülkemizde "Neo-Osmanlıcılık", "bu kez doğru safta oynayarak kazanmak", Türkiye'nin uluslararası sistemin güven ve oluruyla bölge liderliğini üstlenmesi ve giderek Osmanlı mirasına sahip çıkması bu ülkenin kimi mahfillerinde akılları baştan alıyor; "atalara layık torunlar olmanın", "Osmanlı sancağını tekrar yüceltmenin" "mukaddes davası" ile gözler ve gönüller ışıldıyor, ferahlıyor. Mukaddes mi?

Evet, mukaddes mi?

Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde koşmak mukaddes midir?

Yol ve yöntemi ne olursa olsun büyük güç ya da imparatorluk olmak ne zamandır bu ülkenin siyasi ahlakının mukaddesi oldu? Ne zamandır delice bir dünyevi başarı ve kazanma hırsı bize eski bildiğimiz doğrularımızı ve ahlakımızı bir kenara bırakmayı telkin ediyor?

Bir projenin "feasible" olması, artık doğruluğuna delil midir?

Şeytan, insanlara yeryüzünde imparatorluklar verecek kadar güçlüdür; kıtaların, okyanusların ötesine uzanma, efsanelerdeki yokedici yıldırımlar misali parlak ışığında binlerce insanı buharlaştıracak silahları ateşleme gücünü bahşedebilir. Dolayısıyla zalimler ve emperyalistler eliyle ikbal arayanlar beklediklerinden de fazlasına kavuşabilirler. Ama bu şeref ve saadet getirmeyecektir; çünkü Kötü'den İyi doğmaz.

Bu ülke iktidar ve toplumuyla önümüzdeki yıllarda ciddi bir sınavdan geçecektir. Bu kez ödülü dünyevi başarılar, zenginlik ve güç olmayacaktır. Ama bunu arayanların kimi istediklerine kavuşacaktır.

Denebilir ki, "bu ülke kimi şeyleri kabule çaresiz zorlanmaktadır. Bazı şeyleri reddetmek o kadar kolay değildir". Ama bunu diyen sorumluluk makamındaki insanların yüzlerinde gizli bir hüzün olur; iktidar ve başarı sarhoşluğu değil.

Ancak Büyük Cihad'ı kazanan ve bundan sonra insanlarla Dünya'yı ıslah ve imar etmekte birleşenler iklimlere saadet, kendilerine ve yanlarındakilere şeref getirebilirler. İnsanlık tarihi bunu kolay yoldan öğrenenlerle zor yoldan öğrenenlerin öykülerinden ibarettir bir anlamda.

Bunları bize öğreten Peygamberi hikmete bir Kızılderili hikmetini de katarak sözümüzü bitirelim:

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

16 Mayıs 2006 Salı 13:09