arama

S I T E - I Ç I - A R A M A :
https://www.google.com/cse

yeni yazı gelince haberdar olun..

sayfayi
izle
it's private
powered by
ChangeDetection

16 Eylül 2006 Cumartesi

'Batı direncimizi kırmak istiyor'

Milli Gazete'ye konuşan YARIN Dergisi yazarı Altay Ünaltay, “Batı, Müslümanları ilkel ve şiddet düşkünü bir kültürün çocukları olarak göstermek istiyor” diyor

Türkiye Avrupa Birliği’ni bir Medeniyet Projesi olarak görüyor. Bu yanlış bir hedef değil mi? Türkiye 1100 yıllık bir medeniyetin temsilcisi, AB ise daha kurulalı 50 yıl oldu. Üstelik ekonomik bir birlik olarak kuruldu.
Avrupa, miladi 5. yüzyılda Roma kentini alarak Batı Roma’yı yıkan Germen kralı Odovakar’dan beri Roma imparatorluğunu tekrar kurma peşindedir.

Kredokrasi'ye Karşı Demokrasi


Yalnız ve küçük bir grup
Bizden kalanlar
Kaçaklar, göçebeler
Hüzün ve acıdalar
Karanlık ormanda
Köpekler ardımızda
Ve avlanan kuzu gibi
Biz esirleri getirirler

Kalabalık, parmaklarıyla
Gösterir bizi, yuhalar
Ve sabırsız keskin baltaları
Dinsizlere iner
(1)
Amish Şehitler İlahisi


AŞI OLMAK YA DA OLMAMAK

Bu ay "Amish" denen ilginç bir Amerikalı dini gruptan sözle başlayalım. Amish'ler çok muhafazakar bir Hıristiyan tarikattır. Üyeleri modern yaşamı ve teknolojiyi reddeder, kırda ve 18. y.y. giysileri içinde basit bir hayat yaşarlar. Tarlalarını hayvanlarına çektirdikleri sabanla sürer, at veya at arabası ile yüklerini taşır ya da seyahat ederler. Elektrik, akaryakıt, doğalgaz kullanmazlar. Geceleri mum ya da gaz lambasıyla aydınlanıp odun ya da kömür yakarak ısınır, yemeklerini pişirirler. Erkekleri 18. y.y. Kolonyal dönemine has "cadı şapkası" benzeri geniş siperlikli şapkalar ve altına uzun elbiseler giyer ve sakal bırakır. Kadınları bebek şapkasına benzer dantellerle süslü eski kadın şapkaları ve uzun etekli bol elbiseler giyer. Doğum kontrolü ve çağdaş tıp da tarikat kurallarınca yasaktır. Hastalıklar dua ve şifalı otlarla iyileştirilmeye çalışılır. Ve bu topluluğun tüm hakları devletçe korunur, hayat tarzlarına ilişilmez.

Son yıllarda bunun bir istisnası oldu. Bundan yıllar önce yaşadıkları bir bölgede bir salgın hastalık çıktı. Devlet salgının olduğu bölgedeki tüm halkı (Amish ya da diğerleri) salgını kontrol için kitlesel aşılama kararı aldı. Herkese kurulan sağlık ocaklarına gidip aşı olmaları emredildi. Diğerleri karara uydular, ama Amish'ler karara direnerek toplu halde aşıya gitmeyeceklerini açıkladılar. Bunun üzerine devlet karar alarak, Amish'lerin kolluk gücü marifetiyle aşıya getirilmesini emretti.

Bu olay Amerika'da gürültü kopardı. O sıra ünlü bir Amerikan dergisinin kapağında yayınlanan fotoğraf dev cüsseli polislerin arasında ve bir bankonun önünde, iri gözleri ve küçük ağzı merak ve endişeden açılmış küçük ve sevimli bir Amish kızını gösteriyordu. Gerçi, devletin kararı yerindeydi. Salgını durdurmak için yapacağı bundan başka birşey yoktu. Yapılanların dikkatli ve ince bir savunusu da vardı: Amish'lerin aşı olmak ya da salgında ölmek seçimlerine devlet karışamaz. Ama Amish'lerin kendi hayat tarzı seçimleri nedeniyle bölgede ilişkide bulundukları diğer ahalinin de sağlığını riske atmak hakları yoktur. O zaman devlet müdahale eder. Amerika, kötü yönetildiği 2000'li yıllara girene ve "Bushism" egemen olana dek, kendi iç politikası açısından bazı standartları yakalamış bir ülke idi. Şimdisini eleştirebiliriz, ama şu anlatılanlardan çıkarılacak kimi dersler vardır.

Alınacak ders: İnsana saygıdır. İnsanlar dünyanın en saçma şeylerine bile inanıyor, tamamen akıldışı bir hayat tarzı sürdürüyor olabilirler. Ama eğer bunu kutsal biliyorlarsa devletin işi onlara doğrusunu öğretmek değil, inançlarını ve hayat tarzlarını (ki insani haysiyetlerinin bir parçasıdır) elden geldiğince koruma altına almaktır.
20 yıldır artık kanserleşmek üzere olan bir başörtüsü sorununun baş çektiği, Kürtlük, Alevilik, gayrımüslim azınlıklar gibi birçok inanç, kültür ve hayat tarzları problemine zorla "tektipleştirmek" şeklinde reaksiyon vererek, leyleği kuşa çeviren Nasrettin Hoca'ya bile rahmet okutmuş kimi devlet politikalarının hala savunulabildiği bir ülkede dünyanın başka yerlerindeki örneklere dönüp bakmaya hala çok ihtiyaç var. Demokrasi ya da kredokrasi ayrımı bu noktada devreye giriyor.

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİN MİDİR?

Klasik cumhuriyet siyasal literatüründe cumhuriyet yönetimi, egemenliğin, yetkiyi Allah'tan aldığını iddia eden bir halife-padişah'ın elinden alınarak millete verilmesi olarak tarif edilir: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." der Mustafa Kemal.

Cumhuriyeti kuranlar gerçi konuyu böyle kabul ve ifade etmiş olsalar da, onların ardından gelen yönetici elitin "egemenliği kayıtlı şartlı milletin" kabul ettiği anlaşılmaktadır. Sonuçta bir ülkede örneğin kimi kamuoyu araştırmalarının, "halkın %80'den fazlasının başörtü yasağına karşı olduğunu" göstermesine rağmen, ne bu yasağın kalkması, ne de hiç olmazsa bu konuda "konuyu milletin hakemliğine götürelim" denip bir halkoyuna bile başvurulmaması, bir yandan Batı'nın Türk demokrasisi konusunda sürekli ortaya attığı şüphe iddialarına haklılık payı getirir ve "egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olmadığı" savlarına da haklılık kazandırır. Tüm bunların, "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" demiş bir liderin adını öne sürerek yapılıyor olması da kaderin garip bir cilvesi.

Bu olayın ülkeye birçok zararlı yanlarından birisi, dışgüçlerin, yönetim tarzı milletin hatırı sayılır bir bölümünü kendine küstürmüş bir ülkenin zaaflarını, kendi çıkarları için sömürmelerine alabildiğine kapı açmasıdır. Bir diğeri ise bir ülkenin insanlarının kendi mahkemelerinde bulacaklarına inanmadıkları adaleti gidip yurtdışındaki şu ya da bu mihrakın yargı müesseselerinde aramalarıdır.

Aslında bu hal yeni değil. Vakti zamanında Osmanlı devrinde Keçecizade Fuat Paşa'nın meşhur bir "pabuççu muştası" meseli vardır: Fuat Paşa "bir devlette iki kuvvet olur", dermiş, "biri yukarıdan gelen kuvvet, ikincisi aşağıdan gelen kuvvet. Yukarıdaki kuvvet saray, herkesi ezer, aşağıdaki kuvvet halk, sessiz sedasız, kaderine razı..." Fuat Paşa bunları anlattıktan sonra eklermiş: "Bunun için pabuççu muştası gibi yandan vurmalı, yandaş bir kuvvet kullanmalıyız. O kuvvet de sefaretlerdir."

İki yüzyıl sonra değişen artık "pabuççu muştası" yönteminin giderek halk tarafından da benimsenmeye başlamış olması; ama belki ondan da tehlikelisi var: Uzun sürmüş bir devlet-millet küskünlüğü artık kimi elitleri de bu milletten güç devşirmek konusunda ümitsizliğe sürükler ve onlar da iktidarın bekasını Avrupa ya da Amerika ile yapılan ittifaklara bağlayarak, "pabuççu muştası"nı hakim siyaset haline getirirlerse, işte o zaman bu ülke için kader çanları çalmaya başlar. Bu halden ne kadar uzaktayız? Bu hale düşmemek için yapılabilecek birşey var mı? İşte demokrasi-kredokrasi ayrımı burada önem kazanıyor.

DEMOKRASİ-KREDOKRASİ

Demokrasinin ne olduğunu hepimizin bildiği varsayımıyla şimdi kredokrasiye bir tarif getirelim:

Kredokrasi, dini ya da ladini herhangi bir inanç ya da felsefi görüşün ("kredo"), kendinden menkul ve daimi iktidarıdır. Böyle bir inancın geçerliliği bir devlette kayıtsız şartsız nihai ilke kabul ediliyor ve demokratik tercihin de üstüne çıkıyorsa, burada kredokrasiden sözedilir. Bu anlamda tüm teokratik rejimler birer kredokrasi olduğu gibi, bir ideolojinin kayıtsız şartsız egemenliğini kabul eden tüm siyasal rejimler da birer kredokrasidir.

Ya da bir devlet düzeninde en üstün ilke demokrasidir, onun da üstünde başka bir inanç, fikir ya da felsefenin hakimiyeti varsayılamaz. Ve hal öyle gösteriyor ki, bu ikisinin ortasında bir uzlaşma ya da orta yol muhaldir: Birini ya da öbürünü kesin tercih durumundayız.

Teokratik bir idareye geçit vermemek için tarif edilmiş laiklik, dünyevi başka bir imanın koruma kalkanı haline getirilmişse anlamından sapmış demektir. Demokratik bir devlet tüm dini akidelere eşit uzaklıkta olduğu gibi, tüm "dünyevi akidelere" de aynı uzaklıkta, sadece ve hep "layman"in (lugat anlamı: "avam") yanındadır: "Laisizm" (lugat anlamı: "Avamilik") anlam sahası genişletilerek böyle tarif edilmeli ve aslına döndürülmelidir.

Bu söylenenler ilk duyulduğunda belki çok ütopik gelebilir, ama iyi düşünüldüğünde görülecektir ki, demokratik bir devlet için en kutsal olan, milletin kendisine o an kutsal olarak bildirdiğidir. Milletin devlete söylediği ise bir şekilde bilinir: Milletin seçilmiş temsilcilerinin ağzından. Bir demokraside bu heyetin dışında ve üstünde kimsenin devlete inanç ya da görüş bildirme ve dikte hakkı yoktur. Aksi halde artık kredokrasiden sözederiz.

BAŞKALARININ PROJELERİ YA DA KENDİ PROJELERİMİZ

Bu ve buna benzer görüşler zaman zaman Türkiye'nin liberal çevrelerince dile getirilmiş ve zaman içinde karşıtlarınca "Batıcı - liberal bir proje" olarak damgalanmıştır. Ama İstanbul'da düzenlenen son Doğu konferansının da sıkıntısını gösterdiği gibi, ülkemiz ve bölgemizde Batı karşıtlığı adına tüm baskıcı yapılar sahiplenilecek ve değişim talepleri gözardı edilecek olursa, bu ancak Batı'dan gelen "Büyük Ortadoğu Projesi" tipi girişimlere meşruiyet kazandırır. Ve bağımsızlığımız tartışmalı hale gelir.

Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice 2004'te yaptığı bir konuşmada özetle, "Ortadoğu ile ilgili bizi bir uzmanlar güruhu hep kandırdı. 'Ortadoğu'nun kendi sosyal yapıları vardır, müdahale etmeyin' diyerek bizi diktatörlere destek vermeye sevkettiler. Şimdi anladık ki, kendimiz için istediğimiz özgürlükleri, kadın-erkek eşitliği ve diğer hakları Ortadoğu için de istemedikçe doğru sonuç almamız mümkün değil," demiştir. Bu sözlerin samimiyeti tartışılabilir ve tartışılmalıdır da; ama yapılmak istenene, varolan baskıcı siyasal yapılar sahiplenilerek karşı çıkılamaz. Doğu ve Türkiye kendi siyasal projelerini üretmelidir.

MİLLETE GÜVENMEK

Konunun, beni hem hayretler içinde bırakan hem de üzen bir başka yanı da, konuyu tartıştığım her, ve çoğunlukla da birbirlerine zıt siyasi görüşlerden insanın "millete sınırsız özgürlük rejimi yıkar" gibi bir iddiada birleşmeleri idi. Oysa güvenmedikleri millet kendileri idi. Bu kendine güvensizlik nereden kaynaklanıyor ve niçin bu kadar derindir? Halbuki tarihimiz bu vehmi doğrulamıyor.

Uzun tarihimiz, başıboş kalmış iktidarların istibdad ve zulüm hikayelerini biteviye anlatır dururken, bunların olmadığı görece iktidarsızlaşma dönemlerinde (ki bunlar aynı zamanda büyük çapta toplumsal zaaf, savaş, felaket zamanlarına da denk gelirler!) halkın kendibaşına kaldığında, çok daha barışçı, akıllı ve mutedil adımlar attığı görülür.

Örneğin Selçuklu parçalanmasının Anadolu'yu sarstığı beylikler döneminde milletin örgütlü gücü olan Ahiler Osmanlıya tam destek vermiş, Osmanlının yıkıldığı 1. Dünya Savaşı ertesinde millet, resmi otoritenin görünürdeki hoşnutsuzluğuna rağmen Ankara'daki meclis etrafında birleşmişti. Aslında acı olsa da, bu milletin sağduyu ve tavrına gösterilecek yüz ağartan bir başka örnek, bu satırların yazarının yaşadığı 17 Ağustos 1999 depremidir. Devletin örgütlü kuruluşlarının 15 gün bir felç pençesinde kıvrandığı ve yardım elini uzatamadığı bir sürede, eğer ülkenin her köşesinden bu milletin sayısız temsilcisi çaresiz insanların yardımına koşmamış ve kendiliğinden devasa bir yardım kampanyası örgütlememiş olaydı, bu 15 günlük gecikme depreme uğramışlar için açlık, hastalık, sefalet ve yağmacılar elinde ölüm demekti. Çok şükür ki, bunların hiçbiri olmadı.

Ve yine ne ilginçtir ki, bu olayda dahi gösterilen tek aşırılık, 15 gün sonra özel yardım kuruluşlarının bölgeden çekilmesini emreden ve onları adeta kendine rakip olarak gören siyasal iktidardan gelmiştir. Ondan önce çeşitli kesim ve siyasal görüş ile bağlantılı olduğu iddia edilen hiçbir yardım kuruluşu, ne birbirleriyle bir rekabete girdi, ne de bunun için çatıştı. Tersine, gerektiğinde birbirlerinin eksiklerini tamamladılar.

Bir başka konu da, Türkiye'de demokrasiye fazlaca atıf yapan liberal söylemlerin siyasal iktidarı zayıflatacağı ve bu nedenle ülkenin çıkarlarına aykırı olduğu iddiasıdır. Ama biz tersini düşünüyoruz.

Alexis de Tocqueville "Amerika'da Demokrasi" adlı kitabında demokratik Amerika ile Restorasyon Fransa'sı arasında ilginç bir karşılaştırma yapar: Fransa'da hemen her yasa, ya da resmi uygulamanın karşıtı bir toplumsal kesim bulmak mümkündür, çünkü yasalar bir azınlık iktidarınca yapılır. Eğer bir kanun kralın çıkarına uygunsa, büyük ihtimalle aristokrasinin çıkarına uygun değildir. Dolayısıyla, eğer o kanundan kaçıyorsanız, aristokrasi size krala karşı sığınma sağlayacaktır.
Eğer kanun aristokrasinin çıkarına uygun ise, halkın ya da kralın çıkarına uygun değildir. Bir kanun kaçağı olarak halk size emin bir sığınak sağlar. Örnek uzatılabilir. Hem halkın, hem aristokrasinin çıkarına uygun olan genellikle kralın çıkarına uygun değildir gibi.

Sonra de Tocqueville Amerika'ya dönerek, buradaki demokratik idare nedeniyle bir çıkar uyuşmazlığı olmadığından sözeder. Bir kanun kaçağı demokratik yönetimden kaçıyorsa halk onu bağrına basmayacaktır, çünki idare zaten halk çoğunluğunun rızasına uygun davranıyordur. Mahkemelere de sığınamaz, çünkü yasalar bir azınlık değil halkın seçtiği meclisçe yapıldığından, aynı rızaya uygundur. Aristokrasi yoktur, belki orduya gidilebilir; ama o da demokratik idarenin emri altındadır.
Ve nihayet de Tocqueville şu sonuca varır: Fransa'daki kralın, tüm kesimlerin desteğinin ardında olduğundan hiçbirzaman tam emin olamayan, korkak ve ürkek idaresinin tersine, Amerika'daki demokratik iktidarın gücü hemen hemen sonsuzdur!

Çünkü içinden çıktığı millet onu kendi amacı için seferber etmekte, o milletini zaten kendinin olan amaç için seferber etmektedir. Bu örnek, yukarıdaki "pabuççu muştası"nın vahim sonuçlarına tam karşıt bir başka gerçeklik olarak alınabilir.

Millete güvenmek ya da güvenmemek. Asıl konumuz budur. Bunu ister "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyerek, ister "Yeter! Söz milletindir!" diyerek yapalım, aynı şeydir. Demokrasi millete güvenmeden olmaz. Ya da oturur ve "başarılı bir dikta" yönetiminin şartlarını düşünür, konuşuruz. İkisi de mümkündür, yol ayrımı buradadır. Demokraside karar kılarsak, artık onunla birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi ya da üstün ilke yoktur. Demokratik ideal kendi kendisinin mukaddesidir. Ya da demokrasi ile birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi ya da üstün ilke vardır; o zaman hakim olan demokrasi değil, bu ilkedir; kredokrasi vardır.

Tercih bizimdir.

Son olarak, bu konunun açılmasına vesile olan Amish toplumu ile ilgili bir başka anı: Amerika'ya giden bir grup Türk kurban bayramında koyun alıp şehir dışına çıkarak açık bir arazide kurbanlarını kesmeye karar verirler. Aralarında meslekten kasap yok, kimi öğrenci, kimi başka meslek erbabı, dolayısıyla tecrübesiz olduklarından; koyunları düzgün bağlayamazlar, kimi kaçar, ortalığı dört dönüp milleti peşinden koşturur.

Derken uzaktan arazideki kaynaşmayı gören birileri bunlara doğru yaklaşmaya başlar, daha yakına gelince kendine özgü kıyafetlerinden bu adamların Amish olduğunu anlaşılır. Amish'ler "burada ne yapıyorsunuz?" diye sorar, "koyun kesiyoruz" cevabı alırlar. "Ne için burada koyun kesiyorsunuz, kasapta yok mu?" derler, "biz Tanrı'ya bunları kurban ediyoruz" deyince, "o zaman durum değişti, siz Tanrı'ya ibadet için bunu yapıyorsunuz, size yardım edelim," derler.

Kaçan koyunlar Amish'lerin yardımıyla yakalanır, hepsi bağlanır, kıbleye dönük yatırılır, tekbir sesleri araziyi inletir. Türklerle beraber koyunları tutan Amish'ler de okunan duaları anlamamakla birlikte "Allah" kelimesini tanırlar, duada, tekbirde "Allah" geçtikçe onlar da "Allah" diyerek eşlik ederler. Kurbanlar kesilir. Ayrılırken Amish'lere de kurban etinden verirler mi, onu bilmiyoruz. n
DİPNOT:
1- We alone, a little flock,
The few who still remain,
Are exiles wandering through the land
In sorrow and in pain...
We wander in the forests dark,
With dogs upon our track;
And like the captive, silent lamb
Men bring us, prisoners, back.
They point to us, amid the throng,
And with their taunts offend,
And long to let the sharpened ax
On heretics descend.

Dine Karşı Din


Darwinizm Batı muhafazakarlığının sıcak çatışma noktalarından biridir. Yıllardır ABD'nin birçok eyaletinde "okullarda Darwin'in evrim teorisi mi okutulsun; yoksa yaradılış teorisi mi okutulsun" tartışması sürer, yargıda davalar açılır; karşıt görüşün yasaklanmasına çalışılır; tartışma bitmez.


Ancak kapitalist ve zengin Batı, özellikle de Amerikan muhafazakarlığı, Darwin ile görünüşte sorunlar yaşarken, 20. y.y. başında sessiz sedasız ondan türeyen bir başka felsefe ile hiç sorunsuz uyuşuverdi: Sosyal Darwinizm.

ABD Başkanı Bush'un, tüm dünyayı kana bulayan "Blitzkrieg" (ya da "Yıldırım Savaşı", 2. Dünya Savaşı Nazi terimlerinden) seferlerine, Amerika'nın heryere özgürlük götürdüğünü söyleyerek başladığı, hepimizin malumu. Bush'un son derece dindar ve inanmış bir Protestan olduğunu da biliyoruz. Samimi bir dindarlık ile "özgürlük" deyip zulmetmenin insan vicdanında nasıl bağdaştığı ise zihinlerimizi karıştırıyor. Böyle bir iman olabilir mi? Ama belki bu sorunun cevabı o kadar da zor değil.

Protestanlık ilk kurulduğu günden beridir, Max Weber (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri) ve birçoklarının da dikkat çektiği gibi, dindarlık ve dünyevi başarıyı birbirleriyle uzlaştırmış bir ilahiyattır.

En etkin ifadesini Amerikan pratik aklı ile yaptığı başarılı mantık evliliğinden sonra bulan bu ilahiyata göre Amerikan düzeni Tanrı'nın yeryüzünde olmasını arzuladığı sosyal düzendir ve onun için Amerika başarıdan başarıya koşmaya mahkumdur.

Amerikalı Protestan ve pragmatik felsefeye göre "Tanrı'nın yeryüzünde arzuladığı düzen nedir?" sorusuna iki şekilde cevap aranabilir. Ya sonu gelmez teorik tartışmalar, hukuk ve adalet üzerine kılı kırk yaran tezler ve karşı tezler arasında boğulmuş, uzun, yorucu ve sonuçları kuşkulu bir nazari süreç ile konuya yaklaşırsınız. Ya da Tanrı'nın düzeninin ipuçlarını kestirme ve pratik bir ampirizmle (gözlemcilik) bu dünyada bulabileceğiniz doğru yere bakarsınız.

Böyle baktığınızda aslında bir düzenin her yanımızı sardığını ve kusursuz işlediğini görürsünüz: Tabiat.

Tabiatı Tanrı yaratmış ve içine kusursuz işleyen kurallarla korunan bir düzen yerleştirmiştir. Tanrı'ya inanan insanın yapacağı da bu düzeni "alçakgönüllülükle" kabul ve taklit etmektir. Amerikan düzen fikri buradan çıkar.

Nasıl Tanrı, tabiattaki tüm varlıkları kendi potansiyellerini gerçekleştirmekte sonuna kadar gitmek konusunda özgür bırakmış ise, doğru toplumsal düzen de insanları aynı şekilde özgür bırakmalıdır; Amerikan "özgürlük" fikrinin esası budur.

Ama tabii ki, tabiat sadece bu pozitif kategorilerden ibaret değildir. Örneğin kurdun kuzuya yardım ettiği pek görülmez tabiatta. Dahası bireyler ve türler diğerlerine üstün gelebilmek için bitmez bir rekabet içinde olmak ve yarışa ayak uydurmak zorundadırlar; yoksa varlık aleminden silinir giderler. Amerikan düzeni doğal olarak bunu da benimser ve bu onun için bir sorun teşkil etmez.

Hasıl-ı kelam: Amerikan muhafazakar "özgürlük" fikri, güçlüye tüm gücünü kullanarak zayıfları ezmesi için özgürlük tanımayı doğal, adil ve Tanrı'nın irade ve isteğine uygun sayar; çünkü bu tabiatta da böyledir. Eğer bunda bir yanlış olaydı; Tanrı tabiatı başka türlü yaratırdı. Gücünü sonuna kadar kullanmak ve üstün gelmek için herkese fırsat ve özgürlük verilmiştir; hak ve adalet budur; öyleyse en güçlünün kazanması ve diğerlerine üstün gelmesi, üstün olmanın imkanlarını kendi lehine ve karşısındaki zayıfların aleyhine kullanması ve bu yolla onları ezmesi de haktır; adildir. Bunun daha sistematik ifadesi ise (ismi genelde açıkça anılmasa dahi) Sosyal Darwinizm'de kendini bulur: Güçlü olan hayatta kalır; zayıf olan yokolur. Güçlünün hakkı yaşamak, zayıfın hakkı yokolmaktır. Bu çok doğal ve adildir; tıpkı tabiattaki gibi.

Sadece Protestanlara değil, birçok dinin egemen ve güçlülerine makul ve güzel görünen bu düşünce; bu diğer dinlerden de kendine taraftarlar bulmuştur: Birçok güçlü ve zengin Yahudi için bu zaten bildikleri ve inandıkları birşeydir (tabii ki yine vicdan sahibi birçok Yahudi de Yahudilik içinde bu anlayışın sorgulanması için çaba sarfetmekteler; bunu da söylememiz borçtur); ama birçok güçlü ve zengin müslüman dahi bu fikir içinde kendine doğal ve normal gelen bir yan bulur; onu kendi inancına uyarlar: "Beş parmağın beşi de bir değildir; Allah hepsini farklı boyda yarattı."

İslam içine Emevilikten beri sızmış olan birçok çarpık inanç ve düşünce, 20. y.y.ın Batılı Protestan muhafazakarlığı ve onun Sosyal Darwinist arkaplanı ile karşılaşınca aralarında hiç beklenmedik bir aşk doğduğunu ve Emevilerden bize kalan meşum mirasın bu yeni evlilikle tekrar yükseldiğini görüyoruz: Emeviliğin "iktidar ve güç Allah tarafından verilir ve ancak O'nun tarafından alınır; hesabı da yalnızca O'na verilir" fikri; İslam tarihinde o devirden beri insanlar arası eşitsiz ilişkileri kurumlaştırmış birçok feodal gelenek ve görenekler, saltanat, ağalık, kölelik, kadınların ezilmesi, yoksulluğun bir kader olduğu, buna tevekkül ve rıza gösterilmesi fikri, iktidar ve düzen karşısındaki mahviyetkarlık hissi belki devirlerini doldurmuşlardı. Ama onlar bu yeni ve güçlü "özgürlük" ve "doğal düzen" formülasyonu içinde tekrar hayat buldular ve parladılar. Artık bizim için de zayıflık ve fakirlik yardımı gerektiren bir hal değil; böylelerinden kaçılmasını ve uzak durulmasını gerektiren bir "sosyal vebalılık" halidir. Kaçılmalı, aksi halde "veba" bize de bulaşabilir. Doğrusu, insan egemenler ve güçlülerle birlikte olmalıdır, ve bu katlanılması gereken bir zorunluluktan öte ahlaki bir tercihtir; çünkü çok aşikardır ki, "Allah onların yüzlerine bakmıştır." Artık hem dindar bir müslüman olup, hem de nüfusunun ihmal edilemez bir kısmının açlık sınırı altında yaşadığı müslüman ülkelerde, tıpkı Emevilerin ve onların tarihteki takipçilerinin yaptığı gibi malınızı lüks ve ihtişam için harcayabilir; ince zevkler peşinde koşabilirsiniz. Zaten medeniyet biraz da bu değil midir?

Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı propagandayı biryana bırakırsak, İslam alemine sunduğu (ve aslında tüm egemenleri tarafından kabul görmüş) "Büyük Ortadoğu Projesi" de pratikte budur: Güçlülere güçlü olma ve güçlü kalma özgürlüğü.

Evet bu "karşı din"dir. Ve buna ancak "din" ile karşı çıkılabilir.

İranlı büyük düşünür Ali Şeriati "İslam Sosyolojisi Üzerine" adlı kitabında Kuran'da bir garip kelime oyunu yapar: "İçinde 'Allah' kelimesi geçen ayetlerden 'Allah' kelimesini çıkarıp yerine 'halk' koyun; anlamda bir değişiklik olmaz", der.

Gerçekten de Kitab'ın Allah adına bizden istediği ahlak ve davranış kaidelerine baktığımızda bunların hepsinin insanların genel faydası ve toplum bütünlüğü ve toplumsal işleyişin sağlıklılığı için olduğunu görmek şaşırtıcı ya da zor anlaşılır birşey değildir. "Allah'ın hakkı", "halkın hakkı" yani tüm insanların hakkıdır.

Dahası Kitap bize "Allah'ın ruhundan üflediğini" söyler (*). Bunun anlamı tartışmalı olmakla birlikte ben tüm insanların O'ndan bir parçayı içlerinde taşıdığını kabul ediyorum. Birçok Sufi ehlinin konuyu bu şekilde anladıklarını biliyoruz; bunların en meşhuru, ne yazık ki sözü yanlış anlaşılan ya da kasten çarpıtılan "ene'l-Hakk" sözü sahibi Hallac Mansur'dur.

Eğer tüm insanlar O'ndan bir parçayı içlerinde taşıyorlarsa kuvvetli ya da zayıf, sıfatça fazla ya da eksik her insan evladına saygı göstermek ve O'nun rızasını onların rızasında aramak Allah'a inancın gereği olur. İnsanlar bu anlamda eşittir ve bu eşitlik basit bir fırsat eşitliği hakkından çok daha fazlasını kapsar.

İdeal düzen arayışı insanın kapasitelerinin özgürce gelişimine izin verdiği kadar, hiç kimsenin eksikliğinden dolayı kayba uğramamasını da dikkate alır. Yüce Allah bir kişiye bazı şeyleri diğerine nazaran eksik verdi ise, fazladan verdiği kişinin görevi kendinde olandan insan kardeşinin eksiğini tamamlamaktır. Dahası insan her konuda mükemmel olamaz; belki bende çok olan onda eksik olduğu gibi, onda çok olan da bende eksiktir. Amaç bu farkları bir yarış vesilesi kılmak değil; birbirinde eksik olanı tamamlamak; eksiği örtmek, bu konuda yardımlaşmaktır: Nahl (16/70): "Allah rızk konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızklarını kendi altındakilere vermezler ki, rızkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın nimetini mi inkar ediyorlar?"

Amerikan muhafazakarlığının yılmaz eleştiricilerinden bir Amerikalı aydın olan iktisatçı John Kenneth Galbraith geçenlerde öldü. "Kuşku Çağı" adlı eserinde (hafızam beni yanıltmıyorsa) yıllar önce katıldığı Amerikalı elit kesim arasındaki bir partiden bahseder: Zengin ve güçlü Amerikalı kapitalistlerle kadeh tokuşturan bir Protestan vaizi, "Tanrı'nın doğal düzeninin" galipleri olan bu kişilere güvenle şunları söylemektedir: "Bugün sizinle burada nasıl kadeh tokuşturuyorsak, yarın yine cennette böyle kadeh tokuşturacağız." - "Onların girdiği cennete ben girmek istemiyorum" diye yazar Galbraith.

Allah, ortak olduğumuz bu duayı kabul etsin.

Dipnot:

(*) Secde (32/9):
"ve nefeha fiyhi 'min' ruhıhi" (ona ruhundan üfledi) ayetindeki "min" edatı bir öz birliğini kuvvetle düşündürür.
altayu1@yahoo.com