arama

S I T E - I Ç I - A R A M A :
https://www.google.com/cse

yeni yazı gelince haberdar olun..

sayfayi
izle
it's private
powered by
ChangeDetection

16 Eylül 2001 Pazar

GLOBAL YAP-BOZ’UN YEDİ UYMAZ PARÇASI

Subcomandante Marcos, Çev: A. Altay Ünaltay

(Neoliberalizm Yapbozu: Ulusları Parçalayan ve Yokeden Faydasız Dünya Birliği)

(İngilizce’ye çevirenin notu: Haziran 1997’de aşağıdaki yazı bir Avrupa dergisinde yayınlandı. Zapatista Hareketi’nden Subcomandante Marcos (1) burada bir neoliberalizm analizi yapıyor. Cecilia Rodriguez, NCDM)

Türkçe Çevirmenin Sunuşu

1. Birinci Parça: Zenginliğin Toplanması ve Fakirliğin Dağıtılması
2. İkinci Parça: Sömürünün globalleşmesi
3. Üçüncü Parça: Göç, yanlış kabus
4. Dördüncü Parça: Finansın globalleşmesi, yolsuzluk ve suçun globalleşmesi
5. Beşinci Parça: Yasadışı bir gücün yasal gücü mü?
6. Altıncı Parça: Mega-politik ve cüceler
7. Yedinci Parça: Direniş cepleri
"Savaş devlet için hayati önemde bir konu, bir ölüm-kalım uzmanlığı alanı, hayata ya da yokoluşa giden yoldur. Onun uzunca incelenmesi kaçınılmazdır."
Savaş Sanatı, Sun-Tzu
 
Modern globalleşme, ya da bir global sistem olarak neoliberalizm, ülkelerin fethi için yeni bir savaş olarak anlaşılmalıdır.


3. Dünya Savaşı ya da "Soğuk Savaş"ın bitişi Dünya'nın kutuplaşmayı aştığı ve galibin hakimiyeti altında istikrar bulduğu anlamına gelmiyor. Bu savaşın sonunda şüphesiz bir kaybeden oldu (sosyalist kamp); ancak kimin kazandığını söylemek kolay değildir. Batı Avrupa mı? ABD mi? Japonya mı? Hepsi mi? Gerçek şu ki, "Şeytan İmparatorluğu"nun yenilgisi (Reagan ve Thatcher'ın deyimiyle) yeni sahibi olmayan yeni pazarların açılışını simgeledi. Bu nedenle onları fethetmek ve ele geçirmek için için bir mücadele gerekti.

Gerçek şu ki, "Şeytan İmparatorluğu"nun yenilgisi (Reagan ve Thatcher'ın deyimiyle) yeni sahibi olmayan yeni pazarların açılışını simgeledi. Bu nedenle onları fethetmek ve ele geçirmek için için bir mücadele gerekti.
Sade bu değil, fakat "Soğuk Savaş"ın bitişi de yeni bir uluslararası ilişkiler çerçevesini kendisiyle birlikte getirdi; öyle ki, bu yeni pazarlar ve ülkeler için yeni mücadele yeni bir dünya savaşına döndü; 4. Dünya Savaşı. Şimdi, bütün savaşlarda olduğu gibi, ulusal devletlerin yeniden tanımlanması gerekiyor. Ve ulus devletlerin yeniden tanımının da ötesinde, dünya düzeni Amerika, Afrika ve Okyanusya'nın fethedildiği eski çağlara dönüyor. Bu tuhaf bir modernliktir; ileri giderken geri gidiyor. 20. y.y.ın akşam karanlığının eski vahşi yüzyıllarla olan benzerliği, kimi bilim-kurgu romanlarının durgun ve akılcı geleceği ile olandan fazla. Soğuk Savaş sonrası dünyada geniş ülkeler, zenginlikler, ve hepsinden de öte, yetişmiş bir emek gücü yeni sahibini bekliyor.
Ancak yeni sahiplik makamı boş ve ona çıkmak isteyen çok kimseler var. Ve onu almak için yeni bir savaş patlıyor; ancak savaş bu kez kendilerine "İyi İmparatorluk" diyenler arasında.
Ancak yeni sahiplik makamı boş ve ona çıkmak isteyen çok kimseler var. Ve onu almak için yeni bir savaş patlıyor; ancak savaş bu kez kendilerine "İyi İmparatorluk" diyenler arasında.
3. Dünya Savaşı, bütün farklı şiddet düzeyleri ve değişen senaryolarıyla kapitalizmle sosyalizm arasında olduysa (liderleri ABD ve SSCB idi), Dördüncü Dünya Savaşı, bütün senaryoları, keskin ve sürekli şiddetiyle büyük finans merkezleri arasında oluyor.
2. Dünya Savaşı'nın bitiminden 1992'ye dek dünyada 149 savaş oldu. Sonuç 23 milyon ölü idi; dolayısıyla 3. Dünya Savaşı'nın şiddeti hakkında kuşku yoktur (istatistik kaynak: UNICEF). Uluslararası casusluğun yeraltından Stratejik Savunma İnisiyatifi (kovboy Ronald Reagan'ın "Yıldız Savaşları") denen şeyin uzay boşluğuna dek, Küba'da Playa Giron kumsallarından Vietnam'da Mekong deltasına dek, dizginsiz nükleer silahlanmadan mazlum Latin Amerika'da devletin vahşi kırbacına dek, NATO ordularının uğursuz manevralarından, Bolivya'da Che Guevera'nın katline gözkulak olan CIA ajanlarına dek, yanlış isimlendirilmiş "Soğuk Savaş" öyle sıcaklıklara ulaştı ki, sürekli değişen senaryolarına ve nükleer krizin ardı arkası gelmez iniş-çıkışlarına rağmen (ve belki de tam bu yüzden) sosyalist kamp bir global sistem olarak eridi ve sosyal alternatif olmaktan çıktı.
01-08-08-redsquare.jpg (27793 bytes)
Antiglobalist gösteri
Üçüncü Dünya Savaşı bu "topyekün savaş"ın (heryerde ve her şekilde) galibine çok cömert davrandı: Kapitalizme. Ama savaş sonrası senaryosu olarak global operasyonların yeni bir sahnelenmesi ortaya çıktı: Aşırı genişlemiş tarafsız bölgeler (Doğu Avrupa e SSCB'deki politik, sosyal ve ekonomik yıkım nedeniyle), yayılan dünya güçleri (ABD, Batı Avrupa ve Japonya), bir dünya ekonomik krizi, ve yeni bir teknolojik devrim: Bilgi devrimi. "Sanayi devrimi nasıl kas gücü yerine makine geçirdiyse, bilgi devrimi de beyinin (ya da en azından onun önemli fonksiyonlarından gittikçe artan bölümünün) yerine bilgisayarı geçirdi." Üretim araçlarının bu "genel beyinleşmesi" (hem sanayide hem de hizmet sektöründe oluyor) yeni iletişim tekniklerinin patlaması ve "siber-dünyaların çoğalmasıyla" hızlanarak sürüyor. (Ignacio Ramonet "La planete des desordres", "Geopolitique de Chaos" Maniere de Voir 3. Le ;Monde Diplomatique, Nisan 1997).
Egemen kapital, ya da finans kapital, artık bu yeni dünyaya ve eskisinden kalana yönelik stratejilerini yürürlüğe koydu. Bütün dünyayı saran bilgisayar temelli teknolojik devrim ile elele, onun klavyesi başında ve onun sayesinde, finans piyasaları tüm gezegene kendi kanun ve prensiplerini dikte ettiler. Yeni savaşın "globalleşmesi" finans piyasaları mantığının globalleşmesinden başka bir şey değildir. Ulus devletler (ve liderleri) kendi ekonomilerinin diktatörleri olmaktan finans gücünün temel dayanağı olan serbest ticari borsa tarafından yönlendirilen, daha doğrusu tele-yönlendirilen konumuna düştüler. Sade bu değil, piyasa mantığı tüm dünyadaki sosyal yelpazenin "gözenekliliğinin" sonucu yaygınlaşan iletişimden de yararlanarak sosyal etkinliklerin tüm alanlarına sızdı ve istila etti. Artık tek ve topyekün bir dünya savaşı var!
Ulus devletler (ve liderleri) kendi ekonomilerinin diktatörleri olmaktan finans gücünün temel dayanağı olan serbest ticari borsa tarafından yönlendirilen, daha doğrusu tele-yönlendirilen konumuna düştüler ... Artık tek ve topyekün bir dünya savaşı var!
Bu savaşın ilk kurbanlarından biri ulusal pazar oldu. Kapalı bir odada ateşlenen mermi gibi, neoliberalizmin başlattığı savaş oradan oraya sıçrayarak sonuçta kendine ateşleyeni yaraladı. Modern kapitalist devletteki temel güç kaynaklarından biri olan ulusal pazar yeni global finans ekonomisinin ateşi ile vuruldu. Uluslararası kapital, ulusal kapitalizmi parçalayarak ve eskiterek onun kamu güçlerini yoketti ve ilk kurbanlarını aldı. Darbe o derece acımasız ve kesin idi ki, ulus devletlerin uluslararası piyasaların artık vatandaş ve hükümetlerin çıkarlarını aşan etkinliğine itiraza güçleri kalmadı.
"Soğuk Savaş"ın "yeni dünya düzenine" vasiyet bıraktığı kendi hesaplı-tutarlı çılgınlığı neoliberal patlama ile parça parça oldu. Dünya kapitalizmi acımasızca kendisine bir gelecek ve tarihsel görev vereni selefini harcadı: Ulusal kapitalizm. Şirketler ve devletler dakikalar içinde çöktüler; ama bunun sebebi proleter devrimlerinin şiddeti değil, mali fırtınaların sarsıntısı oldu. Oğul (neoliberalizm) babayı (ulusal kapitalizm) yedi ve yoluna devam ederken kapitalist ideolojinin bütün dağınık hayallerini yok etti: Yeni dünya düzeninde demokrasi, özgürlük, eşitlik ve tabii ki kardeşlik yok.
"Soğuk Savaş" bitiminin ürünü global senaryoda görülebilen tek şey bir savaş meydanı ve burada, bütün savaş alanlarında olduğu gibi, kaos hükmetmekte.
"Soğuk Savaş"ın sonunda kapitalizm yeni bir korkunç savaşçı yaratmıştı: Nötron bombası. Bu silahın "iyi tarafı" canlıları öldürmesi ve binaları sağlam bırakmasıydı. Koca şehirler (yani sakinleri) yokedilebilir, ama yeniden inşalarına (ve buna para harcamaya) gerek kalmazdı. Silah sanayii kendini tebrik ediyordu. Nükleer bombaların "akıl dışılığı" nötron bombasının "akılcılığına" yerini bırakmıştı. Ancak Dördüncü Dünya Savaşı başlarken yeni bir "harika" savaşçı daha bulunacaktı: Finans bombası.
Yeni neoliberal bomba, Hiroşima ve Nagasaki'deki öncüllerinden farklı olarak şehri (ya da ülkeyi) yoketmiyor; içinde yaşayanlarına ölüm, korku ve felaket salmıyor; nötron bombasında farklı olarak o "seçici" de öldürmüyor. Neoliberal bomba atıldığı yeri yeniden düzenliyor ve onu ekonomik globalleşmenin yapbozunda yeni bir parçaya dönüştürüyor.
Yeni neoliberal bomba, Hiroşima ve Nagasaki'deki öncüllerinden farklı olarak şehri (ya da ülkeyi) yoketmiyor; içinde yaşayanlarına ölüm, korku ve felaket salmıyor; nötron bombasında farklı olarak o "seçici" de öldürmüyor. Neoliberal bomba atıldığı yeri yeniden düzenliyor ve onu ekonomik globalleşmenin yapbozunda yeni bir parçaya dönüştürüyor. Patlamasından sonra ortaya tüten yıkıntılar ya da onbinlerce ölü beden değil, yeni dünya süpermarketine bağlanan yeni bir toprak ve dünya işgücü piyasasına dahil olan yeni bir işgücü çıkıyor.
Neoliberalizmin ortaya çıkardığı bir mega metropol (2) olan Avrupa Birliği Dördüncü Dünya Savaşı'nın sonucudur. Burada ekonomik globalleşme ezeli düşman rakip devletler arasındaki sınırları silmiş ve onları birbirlerine bağlanmaya ve siyasal birliğe itmiştir. Ulus devletten Avrupa Federasyonu'na neoliberal savaşın "eski kıta" üzerindeki "ekonomist yolu" yıkıntılar ve harabelerle doludur, ki bunlardan birinin adı Avrupa uygarlığıdır.
Mega metropol kendini bütün gezegende çoğalttı. Ticaret birliği bölgeleri onun yuvaları oldu. Böylece Kuzey Amerika'da Kanada, ABD ve Meksika arasında yapılan "Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması" ABD'ce belirlenmiş bir hedefin eski bir rüyasının gerçekleşmesine yönelik ilk adım oldu: "Amerika Amerikalılarındır". Güney Amerika'da aynı şeyler Mercosur adı altında Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay arasında yapıldı. Kuzey Afrika'da Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Moritanya arasında Arap Birliği (UMA), Güney Afrika'da, Yakın Doğu'da, Karadeniz'de, Asya-Pasifik havzasında, v.s.de, gezegenin heryerinde finans bombaları patlamakta ve ülkeler tekrar fethedilmektedir.
Mega metropol milletlerin yerine mi geçiyor? Değil, ya da hepsi bu değil. O onları kapsıyor, işlevlerini, sınırlarını ve imkanlarını dönüştürüyor. Koca milletler yeni neoliberal mega-şirketin departmanlarına dönüşüyor. Böylece neoliberalizm uluslar ve bölgeler üzerinde bir yandan YIKIM/İNSANSIZLAŞMA harekatı yürütürken, bir yandan da YENİDEN İNŞA/ÖRGÜTLEME işini yürüterek yeni piyasalar açıyor ve eskilerini yeniliyor.
Böylece neoliberalizm uluslar ve bölgeler üzerinde bir yandan YIKIM/İNSANSIZLAŞMA harekatı yürütürken, bir yandan da YENİDEN İNŞA/ÖRGÜTLEME işini yürüterek yeni piyasalar açıyor ve eskilerini yeniliyor.
3. Dünya Savaşı'nda nükleer bombalar nasıl caydırıcı, zorlayıcı ve korkutucu özelliklere sahip idiyseler, 4. Dünya Yangını'nda da finans hiper-bombaları aynı rolü oynuyor. Bu bombalar ülkelere (ulus devletlere) saldırmak, ulusal bağımsızlıklarının somut temellerini (globalleşmeye karşı tüm ahlaki, hukuki, politik, kültürel ve tarihi engellerini) YOKETMEK, ve bölgelerinde nitel insansızlaşmaya yol açmak için kullanılıyor. Bu insansızlaşma yeni piyasa ekonomisi için işe yaramaz tüm unsurları elemeyi de (yerli halklara olduğu gibi) kapsıyor.
Ama buna ek olarak, finans merkezleri ulus devletin YENİDEN bir İNŞASINI da sağlıyor; ve onları global piyasanın yeni mantığına göre YENİDEN ÖRGÜTLÜYOR (geliştirilen ekonomik modeller zayıf ya da henüz olmayan sosyal ilişkiler üzerine kuruludur).
Örneğin, kırsal bölgelerdeki 4. Dünya Savaşı bu etkiyi oluşturuyor. Finans piyasalarınca istenen kırsal yenilenme tarımsal verimliliği artırmaya çalışırken geleneksel ekonomik ve sosyal ilişkileri yıkıyor. Sonuç: Kırdan kente kitlesel göç. Evet, aynen bir savaşta olduğu gibi. Öte yandan kentsel bölgede pazar işgücüne doymuştur ve buna bağlı ücretlerin eşitsiz dağılımı, daha iyi hayat şartları peşinde buraya gelenleri bekleyen "adalettir".
Örneğin, kırsal bölgelerdeki 4. Dünya Savaşı bu etkiyi oluşturuyor. Finans piyasalarınca istenen kırsal yenilenme tarımsal verimliliği artırmaya çalışırken geleneksel ekonomik ve sosyal ilişkileri yıkıyor. Sonuç: Kırdan kente kitlesel göç. Evet, aynen bir savaşta olduğu gibi.
Bu stratejinin birçok örneği yerli halklar dünyasında görülür. ILO (BM Çalışma Örgütü) Orta Amerika Bürosu Şefi Ian Chalmers'a göre 300 milyon civarında tahmin edilen Dünya yerli halkları, gezegenin hammadde kaynaklarının %60'ını kapsayan bölgelerde yaşamaktadır.
Bu nedenle "ÇATIŞAN HÜKÜMET VE ŞİRKET ÇIKARLARI SONUCU YERLİ TOPRAKLARININ KULLANIMI VE KADERİ ÜZERİNDE SAYISIZ ANLAŞMAZLIK ŞAŞIRTICI DEĞİLDİR ... DOĞAL KAYNAKLARIN (PETROL VE MADEN) SÖMÜRÜLMESİ VE TURİZM AMERİKAN YERLİ BÖLGELERİNİ TEHDİT EDEN BAŞLICA ENDÜSTRİLERDİR" (Martha Garcia ile Söyleşi, La Jornada, 28 Mayıs 1997). Yatırım projelerinin ardından kirlilik, fuhuş ve uyuşturucular gelmekte. Başka deyimle bölgenin yeniden inşası/yeniden örgütlenmesi yıkımı/insansızlaşması yoluyla tamamlanmakta.
Bu yeni dünya savaşında ulus devletlerin kurucusu olarak modern siyaset artık yok. Şimdi siyaset tamamen bir ekonomik örgütleyici ve siyasiler de şirketlerin modern yöneticileri. Dünyanın yeni hakimleri hükümetler değil; öyle olmalarına gerek de yok. "ulusal" hükümetler dünyanın değişik bölgelerindeki ticari faaliyetlerin yönetiminden sorumlu.
Bu yeni dünya savaşında ulus devletlerin kurucusu olarak modern siyaset artık yok. Şimdi siyaset tamamen bir ekonomik örgütleyici ve siyasiler de şirketlerin modern yöneticileri. Dünyanın yeni hakimleri hükümetler değil; öyle olmalarına gerek de yok. "Ulusal" hükümetler dünyanın değişik bölgelerindeki ticari faaliyetlerin yönetiminden sorumlu.
Bu "yeni dünya düzeni"dir; yani tüm dünyanın tek bir pazara dönüşmesi. Uluslar birer süpermarket ve mağaza müdürleri de hükümet kılığına girmiş; ve yeni bölgesel iktisadi ve siyasi ittifaklar, artık siyasi federasyonlardan çok modern ticari alışveriş merkezlerine benziyorlar. Neoliberalizmce sağlanan "birleşme" ekonomiktir; piyasaların birleşmesidir, ki para ve mallar rahatça dolaşabilsin. Bugünün devasa global hipermarketinde mallar rahatça dolaşmaktadır; insanlar değil.
Her ticari girişimde (ve savaşta) olduğu gibi, ekonomik globalleşme de genel bir fikri model etrafında kuruludur. Yine de, birçok yeni şey içinde, neoliberalizme gezegenin fethinde eşlik eden ideolojik model eski ve küf tutmuştur. 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da, '60'larda Vietnam'da ve geçenlerde Körfez Savaşı'nda Kuzey Amerikalı askerlere eşlik eden "Amerikan usulü hayat" şimdi finans marketleriyle el ele (ya da el fareye) (3) yürüyor.
Konu sadece ulus devletlerin somut temellerinin yokedilmesi değil, fakat aynı zamanda (ki bu çok önemli konu çok az araştırılmıştır) tarihin ve kültürün de yıkımıdır.
Konu sadece ulus devletlerin somut temellerinin yokedilmesi değil, fakat aynı zamanda (ki bu çok önemli konu çok az araştırılmıştır) tarihin ve kültürün de yıkımıdır. Amerikan kıtası ülkeleri yerli tarihinin onuru, Avrupa uygarlığının parıltısı, Asya uluslarının tarihi bilgeliği ve Afrika ile Okyanusya'nın güçlü ve zengin antik kültürü, yani ulusları kalıba döken bütün kültür ve tarih birikimi Kuzey Amerikan hayat tarzının saldırısı altındadır. Bu anlamda neoliberalizm bir topyekün savaş dayatmıştır: Ulusların ve ulus topluluklarının yokedilmesi ve Kuzey Amerika kapitalist modeli içinde homojenleştirilmesi.
Bir savaş, bir dünya savaşı, dördüncüsü. Eh kötüsü ve en acımasızı. Neoliberalizmin her yerde ve her yolla insanlığa karşı açtığı savaş.
Ama, her savaşta olduğu gibi, burada da çarpışmalar, kazananlar, kaybedenler ve yıkılan gerçekliğin parçalanmış görüntüleri var. Neoliberal dünyanın anlamsız yapbozunu oluşturmak için birçok parçanın biraraya gelmesi gerekiyor.
Bir savaş, bir dünya savaşı, dördüncüsü. Eh kötüsü ve en acımasızı. Neoliberalizmin her yerde ve her yolla insanlığa karşı açtığı savaş. Ama, her savaşta olduğu gibi, burada da çarpışmalar, kazananlar, kaybedenler ve yıkılan gerçekliğin parçalanmış görüntüleri var.
Bunların bazıları bu dünya savaşanın gezegen yüzeyinde bıraktığı harabeler arasında bulunabilir. En azından bu parçaların yedisini izole edebilir ve şu umudu besleyebiliriz: Bu dünya çatışması, sonunda zayıf tarafın ölümüyle bitmeyecektir: Yani insanlığın ölümüyle.
Yapbozun tamamlanması için bu yedi parçaya da şekil verilmesi, boyanması ve bütün içindeki yerlerini almaları gerekiyor.
İlk parça zenginlik ve fakirliğin global toplumun iki kutbundaki çifte birikimidir. İkincisi, dünyanın tümünün topyekün sömürüsüdür. Üçüncüsü, insanlığın göçebe bölümünün kabusudur. Dördüncüsü iktidar ve suç arasındaki mide bulandırıcı ilişkidir. Beşincisi, devletin şiddetidir. Altıncısı, mega politikanın sırlarıdır. Yedincisi insanlığın neoliberalizme karşı direnişinin çok ve çeşitli cepleridir.

BİRİNCİ PARÇA: ZENGİNLİĞİN TOPLANMASI VE FAKİRLİĞİN DAĞITILMASI
Bu parça bir Dolar işareti çizilerek yapılır.
İnsanlık tarihinde değişik sosyal modeller zırvalığı dünya düzeni olarak yüceltmek üzere birbirleriyle savaştılar. Şüphesiz neoliberalizm bunların arasında özel bir ödüle layık olacaktır; çünkü onun sosyal zenginlik "paylaşımı" çifte zırvalığın dağıtılmasından başka bir şey değildir: Zenginliğin bir azınlık elinde toplanması ve fakirliğin milyonlarca insanın elinde toplanması. Gerçek dünyada, haksızlık ve eşitsizlik ayırdedici özelliktir. Dünya gezegeni, Güneş Sistemi gezegenlerinin üçüncüsü, 5 milyar insan barındırır. Bunlardan yalnız 500 milyonu rahat yaşarken kalan 4 buçuk milyarı fakirlik ve yetersizlikler içinde yaşar.
İkinci zırvalık zengin ile fakir arasındaki dağılımdır: Zenginler az, fakirler çoktur. Nicel farklılık yasadışı boyutlardadır; ancak iki uç arasındaki denge zenginlikçe sağlanır: Zenginler az sayıda olmalarını milyonlar üstüne milyonlarca dolarlarıyla kapatırlar. Dünyanın en zengin 358 kişisinin geliri (milyarlarca dolar) gezegen sakinlerinin %45'inin gelirinden, yani yaklaşık 2 buçuk milyar insanınkinden, çoktur.

Finansçıların saatlerinin altın köstekleri milyonlarca insan için ağır bir kösteğe dönüşmekte.
Finansçıların saatlerinin altın köstekleri milyonlarca insan için ağır bir kösteğe dönüşmekte. Bu arada "General Motors'un toplam cirosu Danimarka'nın gayrı safi milli hasılasını, Ford'unkisi Güney Afrika'nınkini, Toyota'nınkisi ise Norveç'inkini kat be kat aşmaktadır" (Ignacio Ramonet, In LMD 1/1997 #15). Tüm çalışanların gerçek ücretleri düşmüş, ve bu şirketlerdeki işten çıkarmalara, fabrikaların kapanmasına ve işyerlerinin değişmesine eklenmiştir. "Gelişmiş kapitalist ekonomiler" denen yerlerde işsiz sayısı 41 milyona ulaşmıştır.
Zenginliğin az sayıda kişinin elinde ve fakirliğin çok sayıda kişinin elinde toplanması yavaş yavaş modern global toplumun profilini çizmektedir: Akıldışı eşitsizliklerin kırılgan dengesi.
Neoliberal ekonominin pespayeliği bir rezalettir: "Dünya borç yükü (tüm şirketlerin, devletlerin ve yönetimlerin birlikte) 33 milyar doları, ya da Dünya GSH'sının %130'unu geçmiştir; her yıl %6 ila 8 artmaktadır, ki bu Dünya GSH artışının 4 katından fazladır" (Frederic F. Clairmont. "Ces deux cent societes qui controlent le monde", LMD, 4/1997).

Dünya borç yükü (tüm şirketlerin, devletlerin ve yönetimlerin birlikte) 33 milyar doları, ya da Dünya GSH'sının %130'unu geçmiştir
Büyük çokuluslu şirketlerin büyümesi gelişmiş ülkelerin büyümesi demek değildir. Tam tersine, bir yandan büyük finans devleri daha çok kazanırken fakirlik "zengin uluslar" denenlerde keskinleşerek artmaktadır.
Zengin ve fakir arasındaki fark acımasızdır ve azaldığına dair bir belirti yoktur, artmaktadır. Bırakın farkın kalkmasını, azalması bile sözkonusu değil, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal adaletsizlik belirginleşiyor: ABD'de 1983 - 1989 arasında en zengin %1 ulusal zenginliğin %61,6'sını kontrol etti. Kuzey Amerikalıların en fakir %80'lik dilimi ise zenginliğin %1,2'sine sahipti. İngiltere'de evsizlerin sayısı arttı; sosyal yardımla geçinen çocukların sayısı 1979'da %7'den 1994'te %26'ya çıktı. Fakirlik içinde yaşayan İngilizlerin sayısı (asgari ücretin yarısından da az geçimlik sahipleri olarak tanımlanır) aynı sürede 5 milyondan 13.7 milyona çıktı; en fakir %10 satınalma güçlerinin %13'ünü kaybetti; öte yandan en zengin %10 bunu %65 artırdı ve son beş yıl içinde milyoner sayısı iki katına çıktı (LMD'den istatistikler, 4/97).
90'lı onyılların başında "... yaklaşık 37.000 çokuluslu şirket, 170.000 yavru şirketleriyle birlikte uluslararası ekonomiyi ahtapot kolları arasına almışlardır." Yine de güç merkezi ilk 200 şirket arasında yoğunlaşıyor: 80'lerin başından beri onlar sürekli şirket evlilikleri ve "kurtarma hedefli satınalmalarla" sürekli büyüdüler.
Böylelikle global GSH içindeki çokuluslu kapital 60'ların başındaki %17'den 1982'de %24'e ve 1995'te %30'un üstüne çıktı. En büyük 200, gezegen çapındaki faaliyet alanları birinci, ikici ve üçüncü sektörleri kapsayan dev şirketlerdir: Geniş çapta tarımsal sömürü, imalat sanayi, finans hizmetleri, ticaret vs. Coğrafi olarak bunlar 10 ülkede yerleşiktir: Japonya (62), ABD (53), Almanya (23), Fransa (19), İngiltere (11), İsviçre (8), Güney Kore (6), İtalya (5) ve diğerleri (4)." (Frederic F. Clairmont, a.g.e.).
Dünyanın “En Büyük 200’ü”:
Ülke Şirket Sayısı İşletmeler Kar (milyar $) Global İş hacmi %si Global Karlar %si
Japonya 62 3196 46 %40.7 %18.3
ABD 53 1198 98 %25.4 %39.2
Almanya 23 786 24.5 %10 %39.2
Fransa 19 572 16 %7.3 %6.3
İngiltere 11 275 20 %305 %8
İsviçre 8 244 9.7 %3.1 %3.9
Güney Kore 6 183 3.5 %2.3 %1.4
İtalya 5 171 6 %2.2 %2.5
İng. Koloniler 2 159 9 %2 %2.5
Küçük Ülkeler (4) 4 118 5 %1.5 %2
Venezuela 1 26 3 %0.3 %0.5
İsveç 1 24 1.3 %0.3 %0.5
Belçika 1 22 0.8 %0.3 %0.3
Meksika 1 22 1.5 %0.3 %0.6
Çin 1 19 0.8 %0.2 %0.3
Brezilya 1 18 4.3 %0.2 %0.2
Kanada 1 17 0.5 %0.2 %0.2
Toplam 200 7850 251 %100 %100
Global GSH 25.223 %31.2
(Frederic F. Clairmont, a.g.e.)

$$. İşte burada ekonomik gücün sembolünü görüyorsunuz. Şimdi doların rengi yeşili alın. İğrenç kokusundan, gübre tadından, çamurdan ve doğuşundan beri üstündeki kandan ürkmeyin...
İKİNCİ PARÇA: Sömürünün globalleşmesi
İkinci parça bir üçgen ile simgelenir.
Neoliberalizmin çıkmazlarından biri de şirketlerin ekonomik büyümesinin daha iyi gelir dağılımı ve istihdam artışı getireceği kabulüdür. Ama öyle değil. Nasıl bir kralın siyasi gücünün artışı tebaanın siyasi gücünde bir artış getirmiyorsa (ve tam tersi ise), finans kapitalin mutlak gücü zenginlik dağılımını düzeltmez ya da toplum için iş alanı yaratmaz. Fakirlik, işsizlik ve işgücündeki istikrarsızlık onun yapısal sonuçlarıdır.

Nasıl bir kralın siyasi gücünün artışı tebaanın siyasi gücünde bir artış getirmiyorsa (ve tam tersi ise), finans kapitalin mutlak gücü zenginlik dağılımını düzeltmez ya da toplum için iş alanı yaratmaz. Fakirlik, işsizlik ve işgücündeki istikrarsızlık onun yapısal sonuçlarıdır.
1960'lı ve 70'li yıllar ya da onyıllar boyunca fakir kabul edilen halk kesimi (Dünya Bankası'na göre günde 1 dolardan az gelir) yaklaşık 200 milyon insan idi. 90'lı onyılların başında bu sayı yaklaşık 2 milyardı. Buna ek olarak "gezegenin en büyük 200 şirketi dünya ekonomik faaliyetinin dörtte birinden fazlasını temsil ederken bu 200 şirketin 18.8 milyon çalışanı vardı; ya da dünya işgücünün %0,75'i." Ignacio Ramonet, LMD, Ocak 1997, #15).
Daha çok fakir insan ve yoksulluk düzeyindeki artış, daha az sayıda zengin ve zenginlik düzeyindeki artış; bunlar neoliberal yapbozun İlk Parçasının anahatları ile bize verdiği derslerdir. Bu akıldışılığa ulaşmak için dünya kapitalist sistemi malların üretimini, dolaşımını ve tüketimini "modernleştirdi". Yeni teknolojik devrim (bilişim devrimi) ve yeni siyasi devrim (ulus devletlerin yıkıntıları üzerinde mega metropolün yükselişi). Bu sosyal "devrim bir uyarlamadan başka bir şey değildir, sosyal güçlerin yeniden örgütlenmesi, özellikle de emek gücünün.
Global düzeyde ekonomik olarak aktif nüfus 1960'ta 1.376 milyardan, 199'da 2.374 milyara çıktı. Çalışabilecek ya da başka deyimle zenginlik oluşturabilecek daha çok insan.
Ama "yeni dünya düzeni" bu yeni işgücünü sadece coğrafi ya da üretime ait alanlarda yerleştirmedi; onun yerini de (ya da yersiz yurtsuzluğunu, işsizler ve gizli işsizlerde olduğu gibi) yeni global ekonomik planda yeniden düzenledi.
Dünya işgücünün çokuluslu sektörel dağılımı son 20 yılda temelden değişti. Tarım ve balıkçılıkta 1970'teki %22'den 1990'da %12'ye, sınai üretimde 1970'te %25'ten 1990'da %22'ye düştü; öte yandan üçüncü sektörde (ticaret, nakliye, bankacılık ve hizmetler) 1970'teki %42'den 1990'da %57'ye çıktı (istatistik kaynak: "The Labor Force in the World Market in Contemporary Capitalism", Ochoa Chi, Juanita del Pilar, UNAM, Economy, Mexico, 1997).
Bu demektir ki, sürekli daha çok çalışan üretilen malların dolaşımının artması için istihdam edilmektedir. Neoliberal sistem bu anlamda bir mega-patron olarak işlev görmekte, dünya pazarını tek bir şirket olarak tasarlamakta, ona "modernizasyon" kriterleri vermektedir.
Ancak neoliberal modernlik ütopik bir "akılcılıktan" daha çok kapitalizmin bir dünya düzeni olarak lanetli doğuşuna benziyor. "Modern" kapitalist üretim hala çocukların, kadınların ve göçebe işçilerin işgücü üzerine kuruludur. Dünyadaki 1 milyar çocuktan en az 100 milyonu sokaklarda yaşamakta ve 200 milyonu çalışmaktadır. 2000 yılında 400 milyon çocuğun çalışacağı tahmin ediliyor. 146 milyon Asyalı çocuğun otomobil parçaları, oyuncaklar, giyim, gıda ve kimyevi maddeler üretiminde çalıştığı söyleniyor. Ancak bu çocuk işgücü sömürüsü sadece azgelişmiş ülkelerde var değildir; İngiliz çocuklarının %40'ı ve Fransız çocuklarının %20'si de aile bütçesine katkı amacıyla ya da hayatta kalabilmek için çalışmaktadır. "Zevk" (fuhuş) endüstrisinde de çocuklara yer vardır. BM tahminlerine göre her yıl 1 milyon çocuk fuhuş ticaretine girmektedir (istatistik kaynak: Ochoa Chi, J, a.g.e.)
Neoliberal canavar bütün sosyal hayatı istila ederek gıda üretimini de homojenleştirmektedir. "Global ölçekte her bölgenin besin üretim ve tüketiminde farklı özellikler olması gerektiği dikkate alınırsa, değişik bölgelerin fizyolojik-kültürel ihtiyaçlarını aşarak dayatılan homojenleştirme açıkça görünür." (World Market of Means of Subsistence 1960 - 1990. Ocampo Figueroa, Nashelly ve Flores Mondragon, Gonzalo. UNAM, Economy, 1994).
Canavar insanlığa ağır bir yük yüklemiştir. Dünyanın heryerinde milyonlarca işçinin işsizliği ve güvensizliği keskin bir gerçektir; ufukta sınırları ya da azalma işaretleri görülmüyor. OECD ülkelerindeki işsizlik 1966'da %3,8'den 1990'da %6,3'e çıktı. Yalnız Avrupa'da 1966'da %2,2'den 1990'da %6,4'e çıktı.
Dünyanın heryerinde piyasa kurallarının dayatılmasıyla global market küçük ve orta ölçekli işletmeleri yoketti. Yerel ve bölgesel piyasaların kaybolmasıyla küçük ve orta ölçekli üreticiler kendilerini korumasız ve devasa çokuluslulara karşı rekabette ümitsiz buldular.

Dünyanın heryerinde piyasa kurallarının dayatılmasıyla global market küçük ve orta ölçekli işletmeleri yoketti. Yerel ve bölgesel piyasaların kaybolmasıyla küçük ve orta ölçekli üreticiler kendilerini korumasız ve devasa çokuluslulara karşı rekabette ümitsiz buldular.
Sonuç: Kitlesel şirket iflasları.
Ve bunu takip eden milyonlarca işsiz emekçi.
Neoliberalizmin akıldışılığı kendini tekrar ediyor: Üretim artışı iş sağlamıyor; tam tersine yok ediyor. BM bu olaya "istihdamsız büyüme" diyor.
Ama kabus burada bitmiyor. İşsizliğin tehdidine ilaveten işçiler daha güvensiz iş koşulları ile karşılaşıyorlar. Yaygın iş istikrarsızlığı, daha uzun çalışma saatleri ve az ücret, genelde globalleşmenin sonuçları ve özelde ekonominin "üçüncül" eğilimleri ("hizmet" sektörünün büyümesi). "Boyunduruk altındaki ülkelerde işgücü güvensiz koşullarla karşıkarşıya: artan hareketlilik, sözleşmesiz işler, asgari hayati gereklerin genellikle altında düzensiz ücret ödemeleri, cılız emeklilik imkanları, beyan edilmeyen bağımsız faaliyetler ve ne-tutturursan-al ücretler; yani korunduğu varsayılan, örneğin çocuklar gibi topluluklarda serflik ve angarya." (Alan Morice, Foreign Workers Advance Sector of Instability, LMD, Ocak 1997).
Malın üretici süreçlerinin ve dolaşımının yeniden örgütlenmesi ve üretici güçlerin uyarlanması ortaya tuhaf bir fazlalık çıkardı: Dışlanmış ve "yeni dünya düzeni" için gerekmeyen insanlar; üretmeyen, tüketmeyen, kredi kullanmayan; özetle çöpe atılacak insanlar.
Bütün bunların sonucu global gerçeklik en düşkün haliyle ortaya çıkmakta. Malın üretici süreçlerinin ve dolaşımının yeniden örgütlenmesi ve üretici güçlerin uyarlanması ortaya tuhaf bir fazlalık çıkardı: Dışlanmış ve "yeni dünya düzeni" için gerekmeyen insanlar; üretmeyen, tüketmeyen, kredi kullanmayan; özetle çöpe atılacak insanlar.
Hergün büyük finans merkezleri kurallarını bütün dünyada milletlere ve millet gruplarına dayatıyor. Ülkelerin sakinlerini yeniden düzenliyor ve uyarlıyor. Ve bu işlemin sonunda onlar kendilerini "terkedilmiş" insanlar olarak buluyorlar. "Fazlalık nüfusa ateş ediliyor; onlar sadece en acımasız yoksulluğun pençesinde kıvranmıyor, onların önemleri de yok, onlar başıboş ve ayrık, ve onların yolu amaçsız dolaştıkları sokaklar, evsiz ve işsiz, ailesizler, asgari sabit sosyal ilişkiden yoksunlar; onların tek arkadaşı içinde yaşadıkları mukavvalar ve plastik torbalar." (Fernandez Duran, Ramon "Against the Europe of Capital and Globalization", Talasa, Madrid, 1996)
Ekonomik globalleşme "uluslararası düzeyde ücret gelirlerinde reel bir düşüşü gerekli kılıyor, bu sosyal harcamalardaki kesinti (sağlık, eğitim, konut ve gıda) ve sendika karşıtı bir hava ile birlikte kapitalist uyanışın yeni neoliberal politikalarının temel taşını oluşturmaktadır. (Ocampo F. Ve Flores M., a.g.e.)
Evet burada global sömürü piramidinin simgesini görüyoruz:
ÜÇÜNCÜ PARÇA: GÖÇ, YANLIŞ KABUS
Üçüncü parça bir daire ile simgeleniyor.
Daha önce Üçüncü Dünya Savaşı'nın sonunda yeni bölgelerin açılmasından sözettik, ki bunlar (eski sosyalist ülkeler) fatihlerini bekliyordu; bir de diğer bölgeler var ve bunlar da "yeni dünya düzenince" yeniden fethedilmeli. Bunu sağlamak için finans merkezleri yasadışı ve acımasız bir üçüncü strateji güttüler: "Bölgesel savaşların" ve "iç çatışmaların" yayılması; böylece büyük işçi kitleleri seferber edildi ve kapital olağandışı toplanma yolları izledi.
Bu fetih dünya savaşının sonucu dünyanın heryanında milyonlarca göçebedir; "sınırları olmayan" bir dünyada "yabancılar"; işte Üçüncü Dünya Savaşı galiplerinin vaadi bu. Milyonlarca insan yabancı düşmanlığının zulmü altında, güvensiz çalışma şartları altında, kültürel kimliğini kaybederek acı çekti; polis baskısı, açlık, hapis ve ölüm acılarını tattı.
"Amerikan Rio Grande'den "Avrupa" Schengen bölgesine dek bir çifte çelişki gelişimi tesbit edildi. Bir yandan sınırlar resmen işçi göçüne kapalı; öte yandan koca koca ekonomik sektörler istikrarsızlık ve bükülgenlik arasında sallanıyor, ki bu yabancı işgücünü çekecek en sağlam mekanizma" (Allain Morice, a.g.e.)

"Amerikan Rio Grande'den "Avrupa" Schengen bölgesine dek bir çifte çelişki gelişimi tesbit edildi. Bir yandan sınırlar resmen işçi göçüne kapalı; öte yandan koca koca ekonomik sektörler istikrarsızlık ve bükülgenlik arasında sallanıyor, ki bu yabancı işgücünü çekecek en sağlam mekanizma"
Farklı isimlerle, hukuki ayrımcılıkla, sefaletin eşitliğini paylaşarak göçebeler ya da mülteciler ya da dünyanın bütün yerinden edilmişleri artık hoşgörülen ya da kovulan "yabancılar". Göç kabusu, sebepleri ne olursa olsun, gezegen yüzeyinde akmaya ve yayılmaya devam ediyor. Artık BM Mülteciler Yüksek Komiserliği rakamlarına dahil insanların sayısı 1975'teki 2 milyondan 1995 te 27 milyona fırlamış durumda.
Ulusal sınırların (ticaret için) yıkılması ile globalleşen piyasa global ekonomiyi düzenliyor: Mal ve hizmetlerin araştırma ve dizaynı gibi dolaşımı ve tüketimi de uluslararası boyutlarda düşünülüyor. Çünkü artık kapitalist sürecin her bölümünde "yeni dünya düzeni" vasıflı-vasıfsız işgücü akışını gerekli olduğu yerlere yönlendiriyor. Neoliberalist dırdırın iddia ettiği "serbest akıştan" uzak olsa da işgücü piyasaları hergün daha fazla göç akımları tarafından şekillendiriliyor. Vasıflı işgücü, ki global göç içinde az bir sayıya denk düşer, "beyin göçü" ile ekonomik güç ve bilgi içinde önemli bir işleve sahiptir. Yine de, vasıflı ya da vasıfsız işgücü olsun, neoliberalizmin göç politikaları daha çok global iş piyasasını istikrarsızlaştırmaya yöneliktir; göçü durdurmaya değil.

Vasıflı işgücü, ki global göç içinde az bir sayıya denk düşer, "beyin göçü" ile ekonomik güç ve bilgi içinde önemli bir işleve sahiptir. Yine de, vasıflı ya da vasıfsız işgücü olsun, neoliberalizmin göç politikaları daha çok global iş piyasasını istikrarsızlaştırmaya yöneliktir; göçü durdurmaya değil.
Dördüncü Dünya Savaşı yeniden inşa/yeniden örgütlenme ve yıkım/insansızlaşma süreçleriyle milyonlarca insanı yerinden ediyor. Onların kaderi yollarına devam etmek, hisseleri kabus, sundukları çeşitli ülkelerin istihdam edilmiş çalışanları için iş güvenliğine yönelik tehdit, patronun yüzünü gizleyen bir düşman ve neoliberalizm tarafından hortlatılan ırkçılık zırvalığına anlam veren bir bahane olmak.
İşte global göçün yanlış kabusunun simgesi: Bütün dünyayı saran bir korku çemberi.
DÖRDÜNCÜ PARÇA: FİNANSIN GLOBALLEŞMESİ, YOLSUZLUK VE SUÇUN GLOBALLEŞMESİ
Dördüncü parça bir dikdörtgen çizerek oluşturulur.
Medya bize global suçun şeflerinin resimlerini sunar: Kendini beğenmiş erkekler ve kadınlar, tuhaf giysiler içinde ve gülünç köşklerde ya da hapishane parmaklıkları ardında yaşıyorlar. Ama bu resim gösterdiğinden çoğunu saklıyor: Modern Mafyanın gerçek şefleri, ya da şebekeleri ya da siyasi ve ekonomik alandaki gerçek etkileri hiçbir zaman açığa vurulmuyor.
Eğer suç aleminin mezarların altı ve karanlık alemiyle aynı şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. "Soğuk Savaş" denen dönemde organize suç daha saygın bir görünüm aldı ve herhangi bir modern şirket gibi işlemeye başladı. Aynı zamanda o ulusal devletlerin siyasi ve ekonomik sistemlerinin de içine girdi. Dördüncü Dünya Savaşı'nın, "yeni dünya düzeni"nin uygulanmasının ve buna bağlı piyasaların açılışının, özelleştirmenin, ticaretin ve uluslararası finansın deregülasyonunun başlamasıyla organize suç da faaliyetlerini "globalleştirdi".

Eğer suç aleminin mezarların altı ve karanlık alemiyle aynı şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. "Soğuk Savaş" denen dönemde organize suç daha saygın bir görünüm aldı ve herhangi bir modern şirket gibi işlemeye başladı. Aynı zamanda o ulusal devletlerin siyasi ve ekonomik sistemlerinin de içine girdi.
"BM'e göre uluslararası suç örgütlerinin yıllık geliri 1000 milyar Dolar civarındadır; bu rakam azgelişmiş ülkelerin (uluslararası bankaların tanımlarına göre) 3 milyar nüfusunun yıllık milli gelirinden fazladır. Bu tahmin uyuşturucu, silah ve nükleer madde, vs. kaçakçılığını ve Mafya tarafından kontrol edilen faaliyetlerden gelen karları (fuhuş, kumar, karaborsa) kapsamaktadır.
Yine de bu suç örgütlerinin yasal ticari faaliyetler alanındaki yatırımlarını ve ekonominin birçok sektörü üzerindeki hakimiyetleriyle ettikleri karları kapsamaz." (Michael Chossudovzky, "La Corruption mondialisee", Geopolitique du Chaos, a.g.e.)
5 kıtanın suç örgütleri "uluslararası işbirliği ruhunu" sahiplendiler ve yeni piyasaların fethi ve yeniden örgütlenmesinde işbirliğine gittiler. Ancak onlar sadece yasadışı faaliyetlerde değil yasal ticarette de pay sahibiler. Organize suç yasal ticarete sadece kara para aklamak için değil, kendi illegal faaliyetlerine sermaye bulmak için de giriyor. Bunun için en çok tercih edilen ticari girişimler lüks emlak, turizm endüstrisi, medya, sanayi, tarım, hizmet sektörü ve ... bankacılıktır!

Ali Baba ve 40 bankerler mi? Daha da kötüsü. Organize suçun pis parası ticari bankalar tarafından kendi faaliyetleri için kullanılıyor
Ali Baba ve 40 bankerler mi? Daha da kötüsü. Organize suçun pis parası ticari bankalar tarafından kendi faaliyetleri için kullanılıyor: Kredi, finans piyasasında yatırım, dış borç tahvili alımı, altın ve hisse senedi alımsatımı. "Birçok ülkede suç örgütleri devletin borç vereni olmuştur ve piyasalardaki faaliyetleri sayesinde hükümetlerin makroekonomik politikaları üzerinde etki sahibidirler. Borsalardaki yatırımlarıyla mamul ve hammadde piyasalarında spekülasyon yapmaktadırlar." (M. Chossudovsky, a.g.e.)
Bu da yetmezmiş gibi organize suç "vergi cenneti"denen yerlerdedir. Dünyada bu tür 55 vergi cenneti sayılıyor (bunlardan biri olan Cayman Adaları dünyanın beşinci büyük bankacılık merkezi olup, kendi nüfusundan çok kayıtlı banka ve şirket sahibidir). Bahamalar, Virgin adaları, Bermuda Adaları, Saint Martin, Vanuatu, Cook Adaları, Lüksemburg, Mauritius Adl., İsviçre, Anglo-Norman adl., Dublin, Monako, Cebelitarık ve Malta organize suçun dünyanın büyük finans şirketleriyle temas kurduğu rahat yerlerdir.
Kara para aklamanın yanısıra vergi cennetleri vergiden kurtulmak için de kullanılmakta, yönetenlerle şirket patronları ve organize suç şeflerini buluşturmaktadır. Finansa uygulanan yüksek teknoloji paranın çok hızlı dolaşımını ve illegal karların kaybolmasını sağlamaktadır. "Legal ve illegal işler giderek içiçe girmekte ve bu savaş sonrası dönem kapitalist yapılarda temel değişimler oluşturmaktadır. Mafya, suç şebekelerinin kontrol ettiği ve kara para aklama işine bulaşmış bankalar ve ticari şirketlerle yasal işlere para yatırmakta, ve tersine finansal kaynakları suç ekonomisine akıtmaktadır. Bankalar, havale işlemlerinin iyi niyetle yapıldığını iddia ederler ve müdürleri gönderilen fonların kaynağı ile ilgilenmezler. Kural soru sormamaktır, banka sırdaştır ve havaleler gizlidir, bütün bunlar organize suçun çıkarlarına uygundur; bankacılık kurumunu da soruşturmalardan ve suçlamalardan korur. Büyük bankalar sadece yüksek komisyonlarla aklanmış para kabul etmez, Mafya'ya yüksek faizle para da verir; bu üretken sınai ve tarımsal yatırımların zararına olsa da." (M. Chossudovsky, a.g.e.)
Dünya borç krizi '80'lerde hammadde fiyatlarında düşüşe yolaçtı. Bu da azgelişmiş ülke gelirlerinde dramatik düşüşler doğurdu. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nca, sözde bu ülke ekonomilerini "iyi etmek" için dikte edilen ekonomik önlemler, sadece yasal ticaretteki krizi artırdı. Sonuçta illegal ekonomi gelişerek ulusal pazarlardaki çöküşün yarattığı boşluğu doldurdu.
Bir Birleşmiş Milletler raporunun dediği gibi "suç şebekelerinin (ekonomiye) sızışı, Uluslararası Para Fonu kredilerine ulaşabilmek için borçlu ülkelerin kabul etmek zorunda kaldığı yapısal reform programlarınca kolaylaştırıldı." (Birleşmiş Milletler, "La Globalization du Crime" New York, 1995).
Bir Birleşmiş Milletler raporunun dediği gibi "suç şebekelerinin (ekonomiye) sızışı, Uluslararası Para Fonu kredilerine ulaşabilmek için borçlu ülkelerin kabul etmek zorunda kaldığı yapısal reform programlarınca kolaylaştırıldı."
İşte burada yasallık ve yasadışılığın birbirini yansıttığı dikdörtgen aynamız ortaya çıkar.
Suçlu aynanın hangi tarafında? Suçluyu kovuşturan aynanın hangi tarafında?
BEŞİNCİ PARÇA
Yasadışı bir gücün yasal gücü mü?
Beşinci Parça bir beşgen çizerek yapılır.
Devlet, neoliberalizmde "vazgeçilemez minimum"a doğru küçülmek eğilimindedir. "Kerim devlet" denen şeyin artık sadece modası geçmiş değildir; o artık tamamen kendi kılığından soyunmuş ve çıplak kalmıştır.

Globalleşmenin çadır tiyatrosunda devlet masa üstünde oynayan bir dansöz rolüyle sahneye çıkmakta ve üzerinde asgari vazgeçilmez giyimi kalana dek soyunmaktadır: Baskı gücü.
Globalleşmenin çadır tiyatrosunda devlet masa üstünde oynayan bir dansöz rolüyle sahneye çıkmakta ve üzerinde asgari vazgeçilmez giyimi kalana dek soyunmaktadır: Baskı gücü. Maddi temelleri tamamen yıkılmış, bağımsızlık imkanları sıfırlanmış, siyasal sınıfları flulaşmış ulus devletler, er ya da geç, Dördüncü Dünya Savaşı'nın gelişimi içinde neoliberalizmin inşa ettiği mega-şirketlerin koruma gücüne dönüşmektedir. Kamu kaynaklarını sosyal harcamalara yöneltmek yerine ulus devletler avadanlık, silah ve eğitimlerini eleştirerek, yeni bir görevi etkin olarak yerine getirmeyi seçmektedirler. Öyle bir görev ki, artık politik yöntemler son birkaç yıldır buna yetmiyor: Kendi toplumlarının kontrolü.
"Yasal gücün profesyonelleri" artık modern devletlerin baskı güçlerinin kendilerine verdiği isimdir. Ama eğer güç piyasa kanunlarının hükmü altında ise ne yapmalı? Şimdi yasal güç nerede, yasadışı güç nerededir? Arz-talebin serbest oyununun tekelleri belirlediği bir halde Ulus Devletlerin iddia ettiği yasal güç tekelinden sözedilebilir mi? Dördüncü Parça'nın gösterdiği gibi artık organize suç, hükümetler ve finans merkezleri içiçe geçmiyor mu? Artık çok açık değil midir ki, organize suç hasımlarının ateşgücünden başka sınır tanımayan gerçek ordulara dayanıyor? Ve böylece "güç tekeli" ulus devletlerden çıkıyor. Modern Pazar onu satılığa çıkardı...

Artık çok açık değil midir ki, organize suç hasımlarının ateşgücünden başka sınır tanımayan gerçek ordulara dayanıyor? Ve böylece "güç tekeli" ulus devletlerden çıkıyor. Modern Pazar onu satılığa çıkardı...
Yasal ve yasadışı güç polemiğinde bir de (bana göre yanlış) bir "rasyonel güç" ve "irrasyonel güç" tartışması vardır, ki incelenmelidir.
Dünya entellektüellerinin bir bölümü (onların konumunun "sağcı ya da solcu", "iktidar yanlısı ya da muhalif", "iyi ya da kötü" vs olmaktan daha karmaşık olduğunun altını çiziyorum) iddia eder ki, güç "rasyonel" bir biçimde, seçici bir uygulamayla (bazıları "gücün piyasa teknolojisinden" sözeder) "bir cerrah duyarlığıyla" toplumsal kötülüklere karşı kullanılabilir. Bu biraz ABD'nin silahlanma politikasının son evresini hatırlatıyor: Akıllı "cerrahi" silahlar ve "yeni dünya düzeninin" neşteri askeri operasyonlar. Bu yeni "akıllı bombaların" nasıl doğduğunu (ki Çöl Fırtınası harekatında görev yapan bir savaş muhabirinin bana söylediği gibi o kadar akıllı değillerdir; bir hastane ile bir füze üssünü birbirinden ayıramazlar. Eğer şüpheye düşerlerse, bu akıllı silahlar tereddüt etmez, yokeder). Neyse, Zapatista camiasının yoldaşlarının (5) da söylediği gibi Basra Körfezi Chiapas eyalet başkentinden çok daha uzaktadır (yine de oradaki Kürtler ile kendine "demokratik ve özgür" diyen bir ülkenin yerli halkının durumları arasında korkunç benzerlikler bulunmaktadır), öyle ise "o" savaşı bırakıp biz "kendimizinkine" bakalım.
Böylece, rasyonel ve irrasyonel güç arasındaki mücadele ilginç ve acınası bir tartışma alanı açar, bu günümüzde boşyere değildir. Örneğin neye rasyonel dendiğini ele alalım. Eğer cevap "devlet aklı" ise (bunun olduğunu varsayıyoruz; ve hepsinden öte çağdaş neoliberal devlette bir akıl olduğunun farkedileceğini kabul ediyoruz) o zaman bu "devlet aklının" "toplum aklı" ile örtüşüp örtüşmediği sorulabilir. Burada kabulümüz günümüz toplumunun bir akla sahip olduğu ve dahası devletin rasyonel gücünün toplum için de rasyonel olmasıdır. Burada fazla söze hacet yok, "devlet aklı" modern zamanlarda "finans piyasalarının aklıdır".
Burada kabulümüz günümüz toplumunun bir akla sahip olduğu ve dahası devletin rasyonel gücünün toplum için de rasyonel olmasıdır. Burada fazla söze hacet yok, "devlet aklı" modern zamanlarda "finans piyasalarının aklıdır".
Peki modern devlet "rasyonel gücünü" nasıl kullanır? Ve tarihe baktığımızda, bu rasyonalite ne kadar sürecektir? Bir seçim ile diğer seçim ya da (duruma göre) darbe arası kadar mı? Devletin bir zamanlar "rasyonel" görünen ne kadar güç kullanımı bugün irrasyoneldir?
Lady Margareth Thatcher'i İngilizler yine de "sıkılmadan" hatırlar; bu hanım Caspar Weinberger'in ve Peter Schweitzer'in yazdığı "Gelecek Savaş" (The Next War) adlı kitaba bir önsöz yazar (Regnery Publishing Inc. Washington D.C. 1996).
Yazısında Bayan Margareth Thatcher, Soğuk Savaş ve sonrası dünyası dünyadaki üç benzerlik hakkında fikirlerini açıklar: Birincisi, "hür dünya"nın potansiyel düşmanları bundan sonra da olacaktır. İkincisi "demokratik" devletlerin muhtemel saldırganlara karşı askeri üstünlüklerini sürdürme zorunluluğudur. Üçüncüsü ise bu askeri üstünlüğün hepsinden öte teknolojik düzeyde olmasıdır.
Önsözünün sonunda, "demir leydi" modern devletin "rasyonel gücünü" tanımlarken şöyle der: "Savaş değişik şekillerde olabilir. Ama en kötüsü odur ki, bir güç hedeflerine savaşsız ya da sınırlı bir savaşı kolayca kazanarak ulaşabileceğine inanır; ve hesaplarında yanılır."
Weinberger ve Schweitzer efendilere göre "Gelecek Savaş"ın geçeceği yerler ve taraflar Kuzey Kore ve Çin (6 Nisan 1998), İran (4 Nisan 1999), Meksika (7 Mart 2003), Rusya (7 Şubat 2006), ve Araplar, Latin Amerikalılar ve Avrupalılardır. Hemen hemen bütün dünya "modern demokrasinin potansiyel düşmanları" olarak görülmektedir.
Burada mantık (ya da en azından neoliberal mantık) şu: Modern zamanlarda güç (yani finans gücü) hedeflerine ancak savaşla varabileceğini bilir; çabuk kazanılan sınırlı bir savaşla değil, her yönüyle dünya çapında topyekün bir savaşla. İsterseniz Madeleine Albright'ı dinleyelim: "Hükümetimizin ilk amaçlarından biri ABD'nin ekonomik çıkarlarının gezegen ölçeğine yayılmasıdır." ("The Wall Street Journal", 21.1.1997). anlamalıyız ki, tüm dünya (yani herşey ve herkes) bu savaşın operasyonlarının arenasıdır.
Artık anlamalıyız ki, "güç tekeli" kavgası piyasa kanunları içinde gerçekleşmez ve bu reddedilerek tabandan başlayarak tanımlanmak istenirse dünyanın süpergücü burada "potansiyel bir düşman görmektedir."
Artık anlamalıyız ki, "güç tekeli" kavgası piyasa kanunları içinde gerçekleşmez ve bu reddedilerek tabandan başlayarak tanımlanmak istenirse dünyanın süpergücü burada "potansiyel bir düşman görmektedir." İşte bu (en az incelenmiş ve kendisinin savundukları içinde en çok yerilmiş) şeye Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun silahlı yerli güçleri cüret etmektedir; neoliberalizme karşı ve insanlık için ...
Bu Kuzey Amerikan askeri gücünün sembolüdür, beşgen (6). Yeni "dünya polisi" "ulusal" ordu ve polisin yalnız neoliberal mega metropolün düzeni ve gelişimini korumasını istemektedir.
ALTINCI PARÇA
Megapolitika ve cüceler
Altıncı Parça bir karalama ile oluşturulur.
Daha önce ulus devletlerin finans merkezleri tarafından saldırıya uğradığını ve mega-metropol içinde çözülmeye zorlandığını söylemiştik. Ancak neoliberalizm sadece ulusları ve bölgeleri "birleştirerek" savaşını sürdürmüyor; onun yıkım/insansızlaşma ve yeniden inşa/örgütleme stratejisi ulus devlet içinde de çatlaklar oluşturmaktadır. Bu Dördüncü Dünya Savaşı'nın çelişkisidir: O sınırları yoketmek ve ulusları "birleştirmek" için yürütülürken arkasında daha çok sınır ve pençeleri arasında can veren ulusların dağılan artıklarını bırakıyor. Bütün bahaneler, ideolojiler ve bayraklardan öte bugünün ulus devleti parçalayan dünya dinamikleri heryerde yeknasak uygulanan bir politikanın sonucudur, ki burada amaç daha iyi hükmetmek ve gücünü çoğaltmak için ulus devletlerin enkazı üzerinde uygun koşullar oluşturmaktır.

Daha önce ulus devletlerin finans merkezleri tarafından saldırıya uğradığını ve mega-metropol içinde çözülmeye zorlandığını söylemiştik. Ancak neoliberalizm sadece ulusları ve bölgeleri "birleştirerek" savaşını sürdürmüyor; onun yıkım/insansızlaşma ve yeniden inşa/örgütleme stratejisi ulus devlet içinde de çatlaklar oluşturmaktadır. Bu Dördüncü Dünya Savaşı'nın çelişkisidir: O sınırları yoketmek ve ulusları "birleştirmek" için yürütülürken arkasında daha çok sınır ve pençeleri arasında can veren ulusların dağılan artıklarını bırakıyor.
Eğer globalleşme sürecinin bir savaş karakteri taşıdığa dair şüphesi olan varsa, kimi ulus devletlerin çöküşüyle ortaya çıkan çatışma bilançolarını toplayarak bundan sıyrılabilir. Çekoslovakya, Yugoslavya, SSCB ulus devletlerin sadece politik ve ekonomik temellerini değil sosyal yapılarını da unufak eden krize örneklerdir. Slovenya, Hırvatistan ve Bosna'ya ilaveten Rusya Federasyonu içindeki savaşın Çeçen arenası sadece sosyalist kampın "hür dünya"nın tehditkar silahları önünde trajik çöküşüne değil, bütün dünyada farklı aşama ve yoğunlukta devam etmekte olan ulusal parçalanma sürecine de işarettir. Ayrılıkçı hareketler İspanyol devleti içinde (Basklar, Katalanlar ve Galicia), İtalya'da (Padua), Belçika'da (Flanders), Fransa'da (Korsika), Birleşik Krallık'ta (İskoçya, Galler), Kanada'da (Quebec) vardır. Dünya'nın başka yerlerinde daha da örnekler bulunmaktadır.

Eğer globalleşme sürecinin bir savaş karakteri taşıdığa dair şüphesi olan varsa, kimi ulus devletlerin çöküşüyle ortaya çıkan çatışma bilançolarını toplayarak bundan sıyrılabilir. Çekoslovakya, Yugoslavya, SSCB ulus devletlerin sadece politik ve ekonomik temellerini değil sosyal yapılarını da unufak eden krize örneklerdir.
Mega-metropolün inşaı sürecine daha önce de değindik; şimdi ülkelerin parçalanmasından sözediyoruz. Her iki süreç de ulus devletin parçalanmasına yöneliktir. Acaba bunlar iki ayrı paralel yürüyen süreç midir? Yoksa globalleşme sürecinin iki yüzü müdür? Patlamak üzere olan devasa bir krizin belirtileri mi? Yoksa birbirlerinden ayrı olaylar mı?
Biz bunun globalleşmenin içinde gizli bir çelişki olduğuna ve neoliberal modelin bir parçası olduğuna inanıyoruz. Ticari sınırların kalkması, iletişimin evrenselliği, veri otoyolu (İnternet ç.n.), finans merkezlerinin mutlakıyeti, ekonomik birliğin uluslararası anlaşmaları, kısaca, globalleşme süreci, bir bütün halinde, ulus devletleri eriterek iç pazarları ufalamaktadır. Sonuncular uluslararası pazarlarda kaybolmamakta, fakat parçalanmakta ve çoğalmaktadır. Bu çelişkili gelebilir; ama globalleşme parçalı bir dünya oluşturmaktadır; ayrık parçalarla dolu (ve genellikle birbiriyle sürtüşen parçalarla). Yalıtılmış bölümlerden oluşan, sadece ekonomik köprülerle ilişki kuran (ve finans kapital denen fırıldak kadar istikrarlı) bir dünya. Neoliberal yapbozun işe yaramaz dünya birliğini yansıtan kırılmış ayna parçalarından görülen bir dünya.
Bu çelişkili gelebilir; ama globalleşme parçalı bir dünya oluşturmaktadır; ayrık parçalarla dolu (ve genellikle birbiriyle sürtüşen parçalarla). Yalıtılmış bölümlerden oluşan, sadece ekonomik köprülerle ilişki kuran (ve finans kapital denen fırıldak kadar istikrarlı) bir dünya. Neoliberal yapbozun işe yaramaz dünya birliğini yansıtan kırılmış ayna parçalarından görülen bir dünya.
Ancak neoliberalizm yalnız, birleştireceğini iddia ettiği dünyayı parçalamakla kalmaz; o bu savaşı yürüten politik-ekonomik merkezi de oluşturur. Ve evet, daha önce söylediğimiz gibi, finans merkezleri kendi (piyasa kanunlarını) uluslara ve ulus gruplarına dayatırlar; böylece politikanın ya da başka kelimelerle politik faaliyetin, sınır ve imkanlarını yeniden tanımlamak zorunda kalırız. O zaman Megapolitik'ten sözetmek anlamlı olur. Artık burada "dünya düzeni" kararlaştırılmaktadır.
Ve "Megapolitika" dediğimizde vurgumuz onun içinde hareket edenlere değildir. Az, çok az kişi bu "mega-ortama" girebilir. Başka kelimelerle Megapolitika ulusal politikayı globalleştirir; onu global çıkarların yönüne sevkeder (ki bu genellikle ulusal çıkarlara aykırıdır) ve onun mantığı piyasanınkidir; yani ekonomik karın mantığı. Bu ekonomik (ve yasadışı) kriterle savaşlar, krediler, malların alım-satımı, diplomatik anlaşmalar, ticari bloklar, politik destek, göçmen kanunları, darbeler, baskılar, seçimler, uluslararası siyasi birlik, siyasi parçalanmalar ve yatırımlar kararlaştırılır; kısaca koca ulusların kaderi.
Başka kelimelerle Megapolitika ulusal politikayı globalleştirir; onu global çıkarların yönüne sevkeder (ki bu genellikle ulusal çıkarlara aykırıdır) ve onun mantığı piyasanınkidir; yani ekonomik karın mantığı.
Finans merkezlerinin global gücü o kadar büyüktür ki, onlar bir ülkede iktidarı elinde tutanların siyasi tercihlerinden endişelenmezler, eğer ekonomik program (ya da bu ulusun global ekonomik mega-program içindeki rolü) değişmiyorsa. Finans bilimleri kendilerini dünya politik yelpazesinin değişik renklerinden çeşitli ulusal hükümetlere dayatır. Dünya süpergücü dünyanın herhangi yerindeki bir solcu hükümeti hoşgörebilir; tabii bu hükümet dünya finans merkezlerinin çıkarlarına aykırı önlemler almadıkça. Ama asla alternatif bir ekonomik, siyasi ya da sosyal örgütlülüğün oluşumuna göz açtırmayacaktır. Megapolitika için ulusal politikalar cüceleştirilmiş ve finans merkezlerinin dayatmalarına tabi kılınmıştır. Bu, cüceler isyan edene dek böyle gidecektir.
... (7)
YEDİNCİ PARÇA: DİRENİŞ CEPLERİ
Yedinci parça bir cep çizilerek yapılır.
"Başlarken sizden dileğim direnişi politik muhalefetle karıştırmamanızdır. Muhalefet iktidara karşı değildir, bir hükümete karşıdır. Onun olgun hali bir muhalefet partisidir: Ama direniş, tanımı gereği bir parti olamaz: O sırası geldiğinde hükümet etmek için değil, ... direnmek içindir."
Tomas Segovia, "Suçlama" (Allegations), Meksika, 1996
Globalleşmenin görünüşteki yıkılmazlığı gerçeğe karşı inatçı direniş ile çatışır. Bir yandan neoliberalizm kendi dünya savaşını yürütürken, diğer yandan dünyanın heryanında teslim olmayanlar gruplar oluşturmaktadır; direniş odakları. Finans ceplerinin imparatorluğu direniş ceplerinin isyanıyla çatışıyor.
Evet cepler. Her boy, her renk, her şekilden. Onların tek benzerliği "yeni dünya düzenine" ve neoliberal savaşın insanlığa karşı işlediği suçlara direnişleri.

Evet cepler. Her boy, her renk, her şekilden. Onların tek benzerliği "yeni dünya düzenine" ve neoliberal savaşın insanlığa karşı işlediği suçlara direnişleri.
Kendi ekonomik, politik, sosyal ve kültürel modelini uygulama çabasında neoliberalizm milyonlarca insana boyun eğdirdiği ve dünyanın yeniden paylaşımında yeri olmayanları süpürüp attığı iddiasındadır. Ancak görülüyor ki bu "atılanlar" isyan etmekte ve kendilerini yoketmek isteyen güce direnmektedir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yerliler, çevreciler, eşcinseller, lezbiyenler, HIV pozitifler, işçiler ve "kenarda durmayan" ve kurulu düzen ve dünyanın gidişini "ciddiye alan" bütün erkek ve kadınlar isyan etmekte, örgütlenmekte, mücadele etmekte. Eşit ama farklı olduklarını bilerek "modernite"den dışlananlar direnişlerini neoliberalizm savaşının yürüttüğü yeniden inşa/yeniden örgütlenme, yıkım/insansızlaşma sürecine karşı yükseltmekte.
Örneğin Meksika'da sözde "Tehuantepec Kıstağı Entegre Gelişim Programı" çeşitli ürünler için modern bir uluslararası toplanma ve dağıtım merkezi kurmak iddiasındadır. Gelişim programında Meksika ham petrolünün üçte birini üretecek ve petrokimya ürünlerinin %88'ini üretecek bir endüstri kompleksi vardır. Ulaşım yolları otoyollar, Coatzacoalcos Nehri üzerinden bir suyolu ve kıstakaşırı demiryolunu (4'ü ABD'den 1'i Kanada'dan olmak üzere 5 şirketin elinde) kapsıyor. İkiz tesis projesi içinde montaj bölümleri de var.
Bölgenin iki milyon sakini hamal, fabrika işçisi ya da demiryolu muhafızı olacak (Ana Esther Cecena, "El Istmo de Tehuantepec: Frontera de la soberania nacional", "La Jornada del Campo", 28 Mayıs 1997). Güneydoğu Meksika'da da Lacandon tropik ormanında "Lacandon Ormanı Sürdürülebilir Bölgesel Gelişim Programı" yürütülmeye başlanıyor. Son hedef, tarih ve onur açısından zengin olduğu kadar petrol ve uranyumca da zengin yerli topraklarını sermayenin ayağına sermek.
Bu projelerin ilk elden sonuçları, diğerlerinin yanısıra Meksika'nın parçalanması (Güneydoğu'nun ülkenin kalanından kopması) olacaktır. Buna ek olarak, şimdi savaş terimleriyle konuşuyoruz, projelerin direnişe karşıt etkileri olacaktır. Onlar 1994'te patlayan anti neoliberal başkaldırıyı ezen bir pens görevci görecektir. Burada Zapatista ulusal Kurtuluş Ordusu'nun (EZLN) yerli direnişçileri vardır.
(Burada yerli direnişçiler ile ilgili bir parantez açmak gerekiyor: Zapatista düşüncesine göre Meksika'da (dikkat: Meksika'da) ulusal bağımsızlığın savunulması ve yükseltilmesi bir anti neoliberal devrimin parçasıdır. Buna çelişik olarak EZLN Meksika ulusunu bölmeye kalkmakla suçlanıyor. Gerçek şu ki, bölünmeden sözedenler yalnız Tabasco eyaletinin (petrolce zengindir) işadamları ve PRI'nin (8) Chiapas'taki federal görevlileridir. Zapatistalara göre ulusal devletin savunulması globalizasyona karşı şarttır ve Meksika'yı bölmek ve parçalamak girişimleri yönetici elitten gelmektedir; Kızılderili halkın haklı özerklik taleplerinden değil. EZLN ve ulusal yerli hareketinin diğer lider grupları yerli halkların Meksika'dan ayrılmasını istemiyor; ülkenin bir parçası olarak farklılıklarıyla birlikte tanınmak istiyor.

Zapatistalara göre ulusal devletin savunulması globalizasyona karşı şarttır ve Meksika'yı bölmek ve parçalamak girişimleri yönetici elitten gelmektedir; Kızılderili halkın haklı özerklik taleplerinden değil.
Sadece bu da değil, onlar Meksika'da demokrasi, özgürlük ve adalet istiyorlar. Çelişkiler bununla da bitmiyor, zira bir yandan EZLN ulusal bağımsızlığın savunması için mücadele ederken, Meksika Federal Ordusu bu savunuya karşı savaşmakta ve ulusal bağımsızlığın maddi temellerini yokeden ve ülkeyi yabancı sermaye ve uyuşturucu kaçakçılarına teslim eden bir hükümeti korumaktadır.)
Ama neoliberalizme direniş sade Güneydoğu Meksika dağlarında değildir. Meksika'nın diğer bölgelerinde, Latin Amerika'da, ABD'de ve Kanada'da, Maastricht Anlaşması'na dahil Avrupa'da, Afrika'da, Asya'da, Okyanusya'da direniş cepleri çoğalıyor. Onların herbirinin kendi farklılıklar, eşitlikler, talepler, mücadeleler ve kazanımlar tarihi var.
Eğer insanlığın halen yaşama ve ilerleme ümidi varsa bu ümit dışlananlar, unutulanlar, atılanlarca gerçekleştirilecektir.
Bu bir direniş cebi modelidir; ama onu fazla da büyütmeyin. Birçok başka direnişler ve birçok başka modeller de var; nasıl ki dünyada birçok başka dünyalar da var. Öyle ise beğendiğiniz modeli çizin. Bu cepler konusunu da özetlersek, onlar farklılıklarca zengin, direnişlerce zengindir.
Bu bir direniş cebi modelidir; ama onu fazla da büyütmeyin. Birçok başka direnişler ve birçok başka modeller de var
Şüphesiz neoliberal yapboz oyununun birçok başka parçası da var. Örneğin: Medya, kültür, kirlenme, salgınlar. Biz size sadece 7'sini göstermek istedik.
Bu 7'si, onları çizip boyadığınız ve kesip yaptığınızda biraraya getirip yerleştirmenizin imkansız olduğunu göstermeye yeterdir. Ve bu globalleşmenin kurmaya kalkıştığı dünyanın sorunudur:
Parçalar uyuşmuyor.
Bu ve bu yazıya sığmayan diğer nedenlerle yeni bir dünya inşa etmek gerekli.
Birçok dünyanın, tüm dünyaların içine sığabileceği bir dünya ...

Meksika Güneydoğusu dağlarından
Subcomandante Insurgente Marcos
Zapatista Meksika Ulusal Kurtuluş Ordusu
Haziran 1997
-o-------------------------------o-
1 ) Subcomandante: Komutan yardımcısı. Zapatista lideri Marcos'a neden "Subcomandante" (komutan yardımcısı) dendiği tartışmalıdır. Bir iddiaya göre asıl komutan başkasıdır ve bu kişi bir yerlidir; çünkü Zapatista hareketi bir yerli hareketidir ve onu ancak bir yerli yönetebilir. Bir Başka iddiaya göre ise asıl "Comandante" halkın kendisidir ve Zapatista terminolojisi bu gerçeği herzaman hatırlatacak şekilde düzenlenmiştir, ki ağırlıklı olan görüş budur.
2 ) Orijinal metindeki "megalopolis" yerine kullanılmıştır. (ç.n.)
3 ) Orijinal metinde: Hand in computer, bilgisayar faresi kastedilmiştir (ç.n.) Geri Dön
4 ) İngilizce metinde "Lower Countries" olarak. Terim ile ilgili İspanyolca'dan çevirenin notu: Şehir devletler, bölgeler, otonom bölgeler.
5 ) Orijinal kelime: companero
6 ) Beşgen: İng. "Pentagon", ABD Savunma Bakanlığı binaları beşgen biçimindedir ve kısaca bu adla anılırlar.
7 ) Kısa paragraf anlaşılamadı Geri Dön
8 ) Meksika Kurumsal Devrim Partisi, iktidardaki parti
Kaynak: http://flag.blackened.net/revolt/mexico/ezln/1997/jigsaw.html (Neoliberalism as a puzzle: the useless global unity which fragments and destroys nations)
-o-------------------------------o-
Türkçe Çevirmenin Sunuşu:


“Cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir.”
Batı özdeyişi
01-08-08-zapata.jpg (43107 bytes)
Emiliano Zapata
Zapatista hareketinin neden globalizm karşıtı olduğunu ve aynı zamanda ulus devletin bütünlüğünü savunduğunu iyi anlayabilmek için bu hareketin oluşumuna giden olayları kısaca ele almak gerekir.
Adını yüzyıl başının efsanevi ihtilal kahramanı Emiliano Zapata’dan alan Zapatistalar kendilerini o ihtilalin takipçileri sayarlar. Yüzyıl başlarında E. Zapata ve Fransisco (Pancho) Villa gibi köylü kahramanları ezilen fakir köylünün haklarını korumak üzere isyan ettiler. İsyan başarıya ulaştı ve Meksika Cumhuriyeti ağalık düzenini kaldırarak toprak reformu yaptı. Köylülere işlenmek üzere toprak verildi; ama toprağın mülkiyeti devlette kaldı. Böylece köylünün topraklarını satması ya da kandırılarak elinden alınması engellenmek isteniyordu. Ağalık düzeni gereği zaten kendine ait olmayan bir toprak üzerinde yoksul bir hayat sürmeye alışmış Meksika köylüsü bu “yoksullukta eşitlik” devrimini hoş karşıladı.
Zaman içinde kurulan devlet bankaları Türkiye’deki uygulamalara benzer biçimde çiftçiye karşılıksız kredi verdiler ve kötü giden hasat zamanlarında çiftçi borçlarını sildiler ya da affettiler. Tabii ki bu süreç yoğun bir siyasi lobi faaliyeti, politikacı yolsuzlukları, entrikalar vb. bileşenleriyle yakından tanıdığımız renkli bir atmosfer oluştururdu.
Meksika devletçiliği iyi-kötü ekonomik gelişimiyle son dönemlerin liberalizm ve globalizm rüzgarı esmeye başlayana dek varlığını sürdürdü.

01-08-08-Francisco_Villa.jpg (36867 bytes)
Francisco (Pancho) Villa
Birkaç yıl önce Meksika’yı NAFTA’ya bağlama karşılığı yapılması istenen ekonomik reformlar gereği devlet bankaları özelleştirildi; bu meyanda da yıllarca süren yolsuzluklar sonucu uğradıkları “görev zararları” silindi; artık onlar piyasa şartları içinde ve ekonomik verimlilik esaslarına göre çalışacaklardı. Ve çiftçiler alışageldikleri üzere kredi almak için bu bankalara gittiklerinde kendilerinden krediye karşılık rehin olarak arazilerini bankalara ipotek etmeleri istendi.
Ancak bu imkansızdı; çünkü toprağın mülkiyeti çiftçilere ait değildi. Bankalar özür dilediler; artık piyasa şartları yürürlükteydi; çiftçilerin ipotek edecek birşeyleri olmalıydı.
Sonuçta çiftçilerin de oluruyla devlet uzun yıllar geçerli olan toprak düzenini bozdu. Toprakları onu işleyen çiftçilere mülk olarak vermeye başladı.
Ama bu iyiniyetli girişimin sonuçları kısa süre sonra ortaya çıktı. Borçlarını ödeyemeyen çiftçiler topraklarına bankaların el koymasını üzüntü ile izlediler ve büyük şehirlerin varoşlarında gecekondu mahalleleri kurmak üzere yaşadıkları bölgeleri terkettiler.
Yeni toprak rejimi uzun yıllardır koruma altına alınmış yerli bölgelerinin de özel statülerini kaldırdı. Bu toprakları alınır-satılır hale getirdi. Böylece bu bölgelere de büyük sermayenin girişi ve yerlileri yaşadıkları bölgelerden kovması süreci başladı.
Bununla paralel bir başka gelişme daha yaşandı Meksika’da. Liberal rüzgarların esmesiyle federal yapı içindeki birçok zengin eyalet merkezin kendilerinden fazla kaynak talep ettiğini; bunu da Chiapas gibi fakir ve verimsiz eyaletlere aktararak Meksika’da serbest piyasa ekonomisinin gelişimini baltaladığı şikayetlerini sıralamaya başladılar. Bu zengin eyaletlere göre federal yapı ve merkezin bunun içindeki fonksiyonu tekrar sorgulanmalı ve Meksika federalizmi bölgesel özerklik talepleri de dikkate alınarak daha “gevşek” bir biçimde düzenlenmeli idi.
İşte Zapatista Hareketi’ne antiglobalist karakterini veren, hükümeti şiddetle eleştirmeye sevkeden, Meksika Anayasası gereği köylülere ve yerlilere toprakta tanınmış hakları uygulamaya çağıran tarihsel arkaplan budur. Hükümet bunu yapmadığı zaman “yasadışı bir gücün emrindeki yasal güç” durumuna düşmüştür; çünkü Meksika halkının çoğunluğunun aleyhine yabancıların ve onlara bağlı bir azınlığın çıkarlarını korumaya kalkmaktadır.
Aynı tarih Zapatistaların ulusal bağımsızlık ve bütünlüğe verdiği önemi de açıklar. “Bölücü” sıfatını şiddetle reddederler ve kendi karşıtlarını asıl bölücü olmakla suçlarlar; çünkü Meksika federal yapısı içinde merkezin fonksiyonları zayıflatılmış ve globalizm rüzgarlarının esmesiyle zengin eyaletler özerklik ve neredeyse bağımsızlık talep edecek hale gelmişlerdir.
Tarih ibret almak isteyenler için derslerle doludur.

HİLAFET, İSLAM DEVLETİ VE SONRASI

Kalkınmak isteyen bir toplumun, Batı uygarlığını ve Batı uygarlığının ruhunu anlamadan bunu başaramayacağını güvenle söyleyebiliriz. Bu ruhtan habersiz toplumlar, hayatlarında pozitif bir değişikliği asla sağlayamayacaklardır. Bizimki gibi, birçok İslami toplum maalesef bu bilgiden hâlâ mahrumdurlar. Hâlâ Batı uygarlığının çeşitli veçhelerinin farkında değiliz ve Batı'yla karşılaşmamız daha ziyade yüzeysel cereyan ediyor; şöyle ki, Batı'ya ya hayranlıkla ya da nefretle yaklaştık.

Batı’nın Erdemleri
Muhammed Hatemi, İran Cumhurbaşkanı


GİRİŞ
Müslümanlar olarak, 20.y.y.da dini geleneğimiz ve kültürümüzü oluşturan birçok ögenin Peygamber döneminden kalma olduğunu gururla düşünür ve 1400 yıldır değişmemiş doğrulara inandığımızı kabul ederiz. Bu sadece İslam’ın mensuplarının değil, bütün diğer dinlerin mensuplarının da ortak iddiasıdır; çünkü inanç ancak değişmez, evrensel ve kalıcı doğrulara olur. Ancak yine bütün dinler için ortak olan bir başka nokta, değişimin onlar için kaçınılmaz olduğu ve aksi takdirde ayakta kalamayacakları genel tesbitidir.
Değişim, gelişmek ve değişen şartlara ayak uydurabilmek için bu alemde her varlığın uyması gereken genel kuraldır. Dinler de yaşayan sosyal organizmalardır ve aynı kuraldan nasiplerini alırlar.
Derhal yapılması gereken bir hatırlatma, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinlerle karşılaştırıldığında oluşan değişimin temel kaynakların tahrifi şüphesini içermemesidir. Bu anlamda değişim, gelişme sağladığından olumlu olmuş; İslam uygarlığının uzun yüzyıllar boyunca insanlık olaylarının akışı ve insanlığın ortak tarihi ilerleyişi üzerinde gurur verici bir etki yapmasını sağlamıştır.
Ortak kültürümüzün önemli bir bölümünü oluşturan siyaset de aynı temeller ışığında ele alınarak bakıldığında görülen odur ki, 13 asır önce geliştirilen hilafet ve onunla bağlantılı siyasal kurumlar uzun yüzyıllar önemli roller oynamışlar, ancak yeni değişimlerin ihtiyacının kendini dayattığı 20.y.y.da yerlerini yeni anlayış biçimlerine terketmişlerdir.

BÜYÜK DEĞİŞİM
İslam dünyasında hicri 1.y.y.da başlayan hızlı yükselişle birlikte gelen bir seri değişim medeniyetimizin tarihi içinde kalıcı etkiler bıraktı. Kısaca sözetmek gerekirse birkaç on yıl içinde “Medine Site Devleti” olarak kurulan bir toplum devasa bir “tarım imparatorluğuna” dönüştü.
İslam Peygamberi’nin Medine’de kurduğu örnek topluma “devlet” denip denemeyeceği bugün hala tartışmalı bir konudur. İnsanların arasındaki anlaşmazlıklarda hükmetmesi, şer’i cezalar vermesi ve ordular kurarak savaşması bir devlet nizamının varlığı yönünde delilse de bu devletin gelenekleri, en azından o zamanki halleriyle, uzun süre yaşayamamıştır. Aksine son 1300 yıldır medeniyetimizi siyaset açısından etkileyen kalıcı gelenekleri ondan sonra gelenler oluşturdu.
Medine toplumu ekonomisi daha çok ticaret ve biraz da tarıma dayalı bir site toplumu idi. Ticaretin ilk müslümanların iktisadi hayatında baskın rol oynadığını gerek tarihlerden gerekse de Kur’an’ın ilk müslümanlarca kolayca anlaşılan dilinden tesbit ediyoruz. Bu konuyu açarsak, Kitap insanların kolaylıkla anlayabileceği bir dilde olmalı idi çünkü o “herşeyi açıklayan” (tibyan li külli şey’in) idi. Dolayısıyla Medine toplumunun kültür ve gündelik hayatında çok önemli rol oynayan ticaretin o kültüre kazandırdığı kavram ve terimlerle misallerini vermek ve mesajını anlatmak durumundaydı. Bu nedenle, Kitabullah’ın anlatımına ticari bir dil hakimdir. İnsanlara “ecr” (ücret, karşılık) vermekten, Allah’ın müminlerin canları ve mallarını “Cennet karşılığında satın aldığından” sözedilmektedir. Bu misaller kolaylıkla çoğaltılabilir.


Beğenelim veya beğenmeyelim bu geniş çapta reformları başlatan yönetici Hz. Ömer, hemen hemen son şeklini veren de ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Peygamberimizin vefatından sonra birkaç onyıl içinde İslam uzak diyarlara yayılmış büyük bir imparatorluğa dönüştüğünde bu ilk dönemin siyasi-idari geleneklerinin tek başına ihtiyaçları karşılayamayacağı açıktı. Bu nedenle bu gelenekler köklü tadilatlara uğratıldı. Beğenelim veya beğenmeyelim bu geniş çapta reformları başlatan yönetici Hz. Ömer, hemen hemen son şeklini veren de ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da “halife” kelimesi birkaç ayette tüm insanların Allah’ın halifesi kılınması olarak geçer: “Hani rabbin, meleklere ‘muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. onlar da ‘biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah:) şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim dedi.” 2/30. Dileyen 6/165, 7/69, 7/74, 7/129, 10/14, 10/73, 27/62, 35/39, 38/26 ve 57/7 numaralı ayetlere bakabilir.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur.
Bunun dışında insanlardan “Ulu’l-Emr”e itaat istenmiştir: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan Ulu’l-Emr’e de. eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. şayet Allah’a ve ahıret gününe iman ediyorsanız. bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4/59) Birçok tefsirde ve mealde Ulu’l-Emr kelimesi “emir sahipleri” olarak çevrilmiş ve bundan devlet görevlilerinin anlaşıldığı söylenmişse de yine burada anladığımız anlamda hilafet ile ilgili reddedilemez bir delalet (yol gösterme) yoktur. Kaldı ki, Ulu’l-Emr birçok alim tarafından “Emrin dostları” olarak da çevrilmektedir. Belki bu anlam ayette ifade edilen gerçeği bildirmeye daha yakın olur. Çünkü Emr’in sahibi Allah’tır. Onun dostları da ancak alim kişiler olur. Onlar Allah’ın emirlerini halka açıklar ve bu anlamda Emr’in koruyucusu ve dostları olurlar. Bu ise siyaset ve devletin tamamen dışında bir toplumu aydınlatma faaliyetidir. Ancak biz “tarihteki hilafete” geri dönelim.
Geleneği bir tarım imparatorluğunun gereklerine göre yorumlayan Hz. Ömer yeri geldiğinde görünüşte açık nassa da aykırı hükümler koyabilmiş; örneğin müellefe-i kulübe Beyt ül-Mal’dan yapılan yardımları durdurmuş, ya da konumuz açısından daha önemli olan bir örnek olarak, Irak arazisinin beşte birinin Beyt ül-Mal’a bırakılarak, kalanının fatihlerince mülk edinilmesini engellemiş; bütün Irak’ı devlet mülkü yapmıştır. Bu uygulamaları müslümanların hatırı sayılır kişileri arasında şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Ancak sonuçta gerek şahsi itibarı gerekse de pratik dehasını kullanarak tartışmalardan haklı çıkmayı başarmış ve daha sonra gelenler kendisine hak vermişlerdir.
Hz. Ömer’le başlayan büyük çapta değişim Muaviye’nin saltanat düzenini standart uygulama haline getirmesi ile hemen hemen son şeklini almıştır. Bu reformlar öylesine başarılı ve kalıcı oldular ki, Endüstri Devrimi’nin başladığı 19.y.y.a kadar geçen 1200 yıla damgalarını vurdular. Yine aynı dönemde bu reformlara karşı eski dönemin sadeliğini savunan Şia ve diğer akımların ortaya çıkışı ve bütün müslümanlarca muteber görülen büyük mezhep imamlarının da bu dönemde yetişmeleri tesadüf değildir; çünkü bu dönem büyük çapta bir yeniden yapılanma dönemi idi.

HİLAFET
Hz. Ebubekir zamanından başlayarak müslümanların başına geçen reisin “Halife-ti Resulullah” ya da kısaca “Halife” olarak adlandırılması İslam medeniyetinde gelenek olmuştur. Hulefa-i Raşidun devrinde yeni halife tayininin değişik yöntemlerle yapılabilmekle birlikte adına “Ehl ül-Hal v’el-Akd” denen müslümanların önde gelenlerinden bir kurulun rızasını almak kaide haline getirilmeye çalışılmıştır.
Ancak Hulefa-i Raşidun devrinden sonra bu kurallar değiştirilmiş ve hilafet babadan oğula geçen bir saltanat makamı haline dönüşmüştür. Öte yandan saltanat kurallarına da herzaman riayet edilmemiş ve tahta çıkış kimi zaman kılıç zoruyla da olmuş; taht kavgaları geçmişimizi karartan vakalar olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Artık realizm idealizme galip gelmiştir ve “olması gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır.
Hilafet makamı Abbasiler döneminde parçalandı ve müslümanların tek yüksek makamı olma iddiası zaafa uğradı. Kurtuba ve Kahire’de rakip hilafetlerin ortaya çıkışı ve bağımsız İranlı ve Türk hanedanların gelişi ile Bağdat’taki hilafet iktidardan mahrum kaldı. Artık Bağdat hilafeti, kendinden daha az payeye sahip şahsiyetler arasındaki iktidar değişim törenlerini icra eden kof bir manevi onurla sınırlı idi. Hilafet teorisinin “İkinci Formülasyonu” bu döneme tesadüf eder. Artık realizm idealizme galip gelmiştir ve “olması gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır. Bu realizm döneminde üç isim dikkati çeker: Ebu Hasan el-Maverdi, (ö. h. 450/m. 1058), Ebu Hamid Muhammed Gazali (ö. h. 505/m. 1111) ve Bedrettin İbn Cema’ (ö. h. 732/m. 1332). (). Bu dönemde hilafetin bir kişinin uhdesinde olmasından teorik olarak vazgeçildi. Hilafet için aranan şartlar bir kişide yoksa bu şartları toplayan bir heyet de halife kabul edilebilirdi (Maverdi). Ancak bu heyetin seçim ve devletin başına geçişi mekanizması yeterince tarif edilemedi. Nihayet herhangi bir kılıç sahibinin “temel devlet işlevlerini” yerine getirmek şartı ile hilafet makamına el koymasında bir sakınca görülmedi (İbn Cema’). İşte bütün bu ictihadların tecviz ettiği gelenek bugünlere de ulaşmış ve toplumsal-siyasi kültürümüzün beğenilen ve beğenilmeyen bütün vechelerini oluşturmuştur. Belki bu ictihadların beklenenin ötesinde bir rağbet gördüğünden bahsedilebilir.
İslam Ortaçağındaki siyasal kargaşaya Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in Mısır Memluk Devletini yıkarak hilafeti İstanbul’a getirmesi ile son verdiği genel bir kanıdır. Bu kısmen doğrudur. Ancak unutulmamalı ki, Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul’un fethi ile bir dünya devleti olarak yükseldikten sonra, kendilerine Yavuz Selim’den önce de halife denmesinde bir sakınca görmediler. Yine Yavuz Selim’in hilafeti İstanbul’a getirmesinden sonra Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife” denmeye devam edildi.
Yine Yavuz Selim’in hilafeti İstanbul’a getirmesinden sonra Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife” denmeye devam edildi
Hicri 5. ya da miladi 11.y.y.dan itibaren İslam Dünyası’nda hakim olan genel siyasi anlayışa göre büyük bir devlet kurarak müslümanların üzerinde hakim olan ve fetihler yaparak ülkesinin sınırlarını genişletebilen başarılı bir müslüman hükümdar, kendisine itaate layık olması nedeniyle “Halife” olarak adlandırılıyor ve bu ünvanın verilişinde bir silsile aranması ya da başka bir hükümdarın “Halife” sıfatını taşıyıp taşımaması artık önemli görülmüyordu.

Doğu’da Babür Devleti’nin çöküşü, Batı’da Osmanlı Devleti’nin üstün bir konuma yükselişi ve Orta’da Safevi Devleti’nin Sünni İslam siyaseti dışında bir yol tutması ile İslam Dünyası’nda tekrar makamı başında bir halife kaldı. Ancak Osmanlı sultanları “Halife” sıfatını uzun müddet ön plana çıkarmadılar. Osmanlı’nın hakimiyet dönemlerinde Osmanlı hükümdarları Farsça’dan gelen bir terim olan “Padişah”, üstün güç sahibi anlamında “Sultan” ve Türkçe hükümdar anlamında olan “Han” ünvanlarını kullandılar. “Halife” ünvanının tekrar ön plana çıkışı ancak 18.y.y.da olmuştur.
1774’te Osmanlı-Rus Harbi’nin bitişiyle imzalanan Küçük Kaynarca anlaşmasında Sultan, o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasını oluşturan Kırım ve Kuçhan Tatarlarının tam bağımsızlığını taahhüd ediyordu. Rus imparatoriçesinin Osmanlı mülkündeki Ortodoks kilisesine mensup Hıristiyanların hamiliğini üstlenmesi nedeniyle, Osmanlı yetkilileri de Sultan’ı Müslümanlar üzerinde mukabil bir manevi otoriteyle teçhiz etmek için (diğer ünvanlar yanında) “Halife-yi Ru-yi Zemin” (Farsça: Yeryüzünün Halifesi) olarak adlandırdılar. (). Zamanla Osmanlı uleması bu doktrini Batı yayılmacılığı karşısında İslam’ın birliğini koruyacak şekilde geliştirdiler.
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid Han’dır
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid Han’dır. Zamanında Mağrip’ten Çin’e dek birçok yerde adına hutbe okunmuş ve özellikle Hint müslümanları coşkulu bir biçimde onun üstün makamını onaylamışlardır. Şüphesiz bunda İngiliz egemenliği altında olmaları ve bir zamanların “Büyük Moğolları”nı (Babür Devleti) unutmamış olmaları da rol oynamış; Osmanlı’yı birgün elbet kendilerine yardıma gelecek büyük ve bağımsız bir İslam devleti olarak selamlamışlardır.
Büyük umutlar doğuran Hilafet siyaseti 1. Dünya Savaşı öncesinde Batı’ya karşı İslam birliğini sağlayarak direniş ve ihya hareketi için bir zemin oluşturmuş görünüyordu; ancak bu umutlar Büyük Harb ile birlikte hayal kırıklığına dönüştü. Sultan 2. Abdülhamid’den sonra Osmanlı siyasetine egemen olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikalarının bu hayal kırıklığına az ya da çok bir rolü olduğu bir gerçektir.
Hilafet Müslümanlar üzerinde manevi bir otorite olduğu sürece herhangi bir itiraz görmemiş; ancak birçok Müslüman millet Hilafet’e bağlılığı Osmanlı Devleti’ne bağlılıktan dikkatle ayırmıştır. Belki onların Sultan 2. Abdülhamid ile tek uzlaştıkları nokta bu ayrım olmuştur. İlk büyük örnek, Osmanlı Devleti’nden kopan Arnavut müslümanların 1. Dünya Savaşı öncesinde devlete isyan ile Hilafet’e bağlılık arasında uzlaşmaz bir çelişki görmemeleridir. 1. Dünya Savaşı sırasında Halife-yi Ru-yi Zemin’in bütün dünya müslümanları için İtilaf devletlerine karşı ilan ettiği “Cihad-ı Ekber” fetvasına, Mısır’ın gösterdiği ilgisizlik ikinci büyük darbe olmuş; Mısırlılar “üzerlerindeki İngiliz egemenliğine karşı ayaklanamayacak kadar zayıf olduklarını, ama Halife’nin orduları gelip bu esir kardeşlerini kurtarırlarsa bundan mutluluk duyacaklarını” bildirmişlerdir; ancak en büyük darbe Devlet-i Aliye’nin kendi sınırları içinden geldi.
Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla “El-Aurans”ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler.
Dünyanın büyük devletlerinin ordularına karşı birçok cephenin yanısıra Ortadoğu’da da dev bir boğazlaşmaya girmiş Osmanlı orduları bir anda öz vatanını savunan bir yerli güçten işgalci güç konumuna indirildiler. Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla “El-Aurans”ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler. Osmanlı milleti, hem de birlik ve bütünlüğün en gerekli olduğu Büyük Harb günlerinde ikiye ayrılmış, neredeyse yarısı Arap bayrağı altında ayrı bir yol tutmuştu. Osmanlı ordusunun komuta kademelerini oluşturan genç subaylar Arap direnişçilerin verdiği bu acı dersi hiç unutmadı; çünkü bunun sonuçlarını ilk elden yaşayarak gördüler. Bu acı hatıra ordu içinde Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da yaşayacaktı.
Hilafet siyasetinin uğradığı başarısızlıkla ilgili çeşitli nedenler öne sürülmüştür. Bugün kamuoyunda en çok huzursuzluk uyandıran tartışma Osmanlı içinde Türkçü milliyetçilik akımını başlatan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sonuçta bölünmeye yol açtığı iddiası üzerinedir. Taraflar bu tartışmayı kolay bitireceğe benzemiyorlar, ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sultan 2. Abdülhamid’e karşı muhalefette iken onun Hilafet siyasetine karşı milliyetçi bir politikayı savunsa bile; iktidara geldiğinde bunu devam ettirmekte zorlandığını söyleyebiliriz. Çünkü iktidar mantığı başkadır; bunu muhalefetten iktidara gelen herkes iyi bilir. İttihat ve Terakki de bir kez Osmanlı Devleti’nin Pay-i Taht’ında iktidar olduktan sonra devletin gerçekleriyle yüzleşmek ve belki istemeyerek de olsa milliyetçi planlarını ertelemek durumunda idi. Bu gerçekler Hilafet sancağı altında bir Osmanlı birliğini gerektiriyordu. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri de bu siyasi gerekleri kavrayacak kadar zeki kişiler idiler. Nitekim bu gerçekleri kavradıkları ve devletin gereklerine uygun davrandıklarına dair tarihi bilgilerimiz vardır.
Dikkat edilirse hilafet ve devletle ilgili temel tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak ondan beslenen kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır
Belki de asıl tartışılması gereken başarısızlık nedeni çok daha derinlerdedir. Araştırmamızın başında İslam uygarlığının hicri 1.y.y.da büyük bir reformdan geçtiğini, tacirlerden oluşan bir site devletinden büyük bir tarım imparatorluğuna dönüştüğünü ve hilafetin bu dönemde kalıcı olarak formüle edildiğini söylemiş idik. Dikkat edilirse hilafet ve devletle ilgili temel tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak ondan beslenen kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır. İnsanlığın binyıllar sürmüş bir dönemi artık kapanıyordu. İslam alemi h. 1.y.y.da olduğu gibi enerjik bir dönüşüm yapamadı; bunun yerine varolan statüyü koruyucu ve muhafazakar eğilimler hakim oldu. Dünyanın kabaran deniz misali gerçekleri muhafazakarlığın bu zayıf duvarını ödüllendiremezlerdi; onu aştılar ve geçtiler. İşte bugün halen bu uyumsuzluk ve geçkalmışlık-gerikalmışlık sorunlarını yaşıyoruz.

İSLAM DEVLETİ
1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti kaldırışı ile bu konudaki tartışmalar bir dönüm noktasına ulaştı. Yeri gelmişken not etmek gerekir ki, gerek Büyük Harp’te Osmanlıya yardıma gelmeyen ve gerekse de Osmanlıya karşı silahla direnen müslüman milletler hilafet kaldırılıncaya dek yeni bir halife seçimi ya da İstanbul’daki halifenin tanınmaması yönünde bir harekette bulunmadılar; kimse böyle bir teklif de ortaya atmadı. Hilafetin manevi otoritesi ilk amaçlanandan bambaşka bir şekliyle de olsa benimsenmişti. Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı: “Maddi ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni anlaşılan şekli ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi ayrılığı” idi; gerekirse boğaz boğaza gelebilinen bir ayrılık.
Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı: “Maddi ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni anlaşılan şekli ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi ayrılığı” idi
Gerek 1924’te gerek daha sonra hilafetin bu biçimi ile dahi olsa korunması gerektiğini savunanlar çıkmıştır. Onlara göre hilafet Vatikan gibi bir kuruma dönüşse, yani inananlar ayrı devletlere parçalansalar, hatta bu devletler birbiriyle savaşsalar dahi bizzat varlığı bir manevi birlik sağlamaktadır; tek tek müslüman fertler ona itibar etmekte ve bu kurumun başlarında kalmasını çok önemli görmektedirler. Ama bu iddialar da 1924’ten sonra ciddi bir yara aldı; Türkiye son halifeyi azletti ve İslam dünyası yerine yenisinin seçilmesi için pek dikkate değer bir faaliyet göstermedi. Hilafet meselesine dünyada en çok ilgiyi Hintli müslümanlar göstermişlerdi. Bu ilgi o derecede idi ki, 1923 Kasımı’nda iki Hintli müslüman, Şii Emir Ali ve İsmaili lider Ağa Han bile tartışmaya katıldılar ve Sünni bir kurum olan hilafetin korunması yönündeki dileklerini İstanbul’da duyurdular.
Ancak hilafetin son bulmasından sonra bu ilgi kısa sürede söndü. Başlangıçta yeni bir halife seçimi için İslam Dünyası’nın bir hilafet kongresi toplaması düşünüldü ise de adayların hiçbiri bu işe yeterli bulunmadı; bitmez tükenmez tartışmalara katılmaya devam edenlerin sayısı giderek azaldı ve Hintli müslümanların coşkulu Hilafet Hareketi bile “dikkatini Hindistan müslümanlarının sosyal refahına çevirdiğini” ilan ederek 1926’da Kahire’de yapılacak Dünya Hilafet konferansı için yapılan daveti geri çevirdi. ().
Hilafetin hala ölüm-kalım mücadelesi verdiği birkaç yıl öncesinde Arap milliyetçileri bir yandan hilafetin zayıflamasından dolayı memnunluk duyuyor; öte yandan hilafetin Araplara iadesini sağlamaya çalışıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tek Arap halife adayı Mekke şerifi Emir Hüseyin’di. Ama onun İngilizlerle olan yakınlığı itibarını düşürmekteydi. Mart 1924’te Türkiye’de hilafetin ilgasından sonra kendini müslümanların halifesi ilan ettiyse de ona sadece Irak, Hicaz ve Doğu Ürdün’den temsilciler bağlılık sözü verdiler. Hintli ve Mısırlı müslümanlar İngiliz ajanı olduğu gerekçesiyle onu reddettiler. Bundan sonra İslam Dünyası’nın geri kalanının üzerinde uzlaşabileceği bir halife adayı çıkmadı. ().
Artık hilafet meselesi İslam dünyasının dikkat alanından çıkmıştı. Başta Ezher’in ulemasından saygın kişiler gelmek üzere Arap ve İslam aleminin birçok değerli alimi artık hilafet fikrinin diriltilemez olduğunu söylemeye başladılar. Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa sürede başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa sürede başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
İslam devleti fikri 1920’lerin ortalarından başlayarak dini düşüncenin siyasi tezahürü haline geldi. Başlangıçta Suudi Vahhabilerinin, ilhamını Muhammed Abduh’tan alan İslami hümanizmin ve, modern insanın akılcılığıyla tam bir uyum içinde bir din olarak algılanan, ilk ve temiz İslam’a dönme gayreti içindeki Selefiye’nin ortak fikri buluşma zeminiydi. Daha sonra bu iki kanat Selefiye’nin giderek devrimci akımlara meyletmesi ve Vahhabiye’nin koyu bir muhafazakarlık içine kapanmasıyla birbirinden uzaklaştı. 1935’te Muhammed Reşid Rıza modern anlamda İslam devleti fikrinin temellerini attı. Bu görüş, tekrar tekrar işlenerek çeşitli varyantlarıyla bütün 20. y.y. boyunca çok etkili olmuştur. ().
Reşid Rıza’nın hilafet konusundaki eseri “El-Hilafe ev el-İmame-t’il-Uzma” (Hilafet ya da Büyük İmamet) hilafetin ilgasının hemen öncesinde 1922-23 yılında basılmıştı. Rıza hilafetin sorunlarına değindikten sonra İslami devlet konusunu gündeme getirmektedir. Bunu üç aşamada gerçekleştirir:
1) Önce hilafetin İslam siyaset teorisindeki temellerini ortaya koyar.
2) Sonra bu teoriyle müslümanların siyasi uygulamaları arasındaki ayrımlığı gösterir.
3) Sonunda da İslam devleti konusunda kendi fikirlerini açıklar.
1) İlk aşamada hilafetin vücubunu ispat için yoğun olarak hadisleri ve icmaı kullanır. Kuran’dan delil getirmez. Maverdi, Gazali, el-İci, ve Saadettin Taftazani’den alıntılar yaparak hilafeti destekler. Ancak okumaya devam edildiğinde ortaya çıkmaktadır ki, asıl amacı klasik teorinin Hilafet’in icraı konusunda çok yüksek standartlar getirdiğini göstermektir; müslümanların tarihte bu isimle tanıdıkları kurumlar asıldan aşırı derecede sapmış örneklerdir ve tereddütsüz reddedilmelidirler. Dolayısıyla bu durumda geçmişin kabul görmüş kaynaklarından yaptığı yoğun aktarımlar, muhtemel gelenekçi saldırılara karşı ihtiyati savunma hatları oluşturmaktan öte bir maksat için değillerdir.
Çoğu müslümanların üzerinde ittifak ettikleri, Raşid Halifeler ve Emevilerden Ömer b. Abdülaziz’in uyguladığı ideal hilafet ile müslümanların tarihlerinin büyük kısmında idaresi altında yaşadığı hilafeti birbirinden ayırır. Yürürlükteki hilafeti İmamet üz-Zaruret (Zaruri yönetim) ve Tegallüb b’il-Kuvve (kuvvetle üstün gelme) diye ikiye ayırır. Sonra eski fakihlerden örnekler vererek hilafetin bu şekillerine ancak geçici çareler olarak izin verilebileceğini ispatlamaya çalışır. Zaruret imamlığına hilafetin bütün şartlarının (adalet, ehliyet ve Kureyş’ten olma) bir kişide bulunmayıp, seçme mevkiinde bulunanların bu vasıfların çoğunu taşıyan bir adayda karar kılmaları halinde cevaz verilebilir. Kuvvetle üstün gelme ise despotizmdir; varlığını sürdürmesi kurucularının kabile ve aile içi dayanışması ile mümkündür. Seçicilerin iktidarı onaylamasına mahal bırakılmaz.
Rıza’nın yaklaşımına göre fukahanın bu rejimlere müslümanların rıza göstermesini istemeleri ruhsattan öte bir şey değildir. Zaruret imametinde itaat gereklidir; çünkü bunun alternatifi kargaşadır. Despotizme müsamaha ise bir zaruri hal gereğidir; hükmü açlık halinde domuz eti yemeye izin verilmesi gibidir.
Rıza kitabında adaletsiz bir hilafette ne yapılacağı üzerinde de durur. Bu konuda klasik yazarlar sükut etmişlerdir; Rıza da pek başarılı olamaz. Karşı koymanın “yararların zararlardan ağır basması” gibi şartlara bağlanmasının pratikte ne anlama geldiği çok açık değildir. İsyan isteği ile isyanın anarşi ile sonuçlanacağı korkusu hep birbirini dengelemiş; bu da tarih içinde statükonun “ehven-i şer” görülmesine yol açmıştır. Öte yandan klasik teoride halifenin aynı zamanda müçtehid sayıldığı ve eylemlerinin içtihat hükmü taşıdığı unutulmamalıdır.
Hayli ilginçtir; sıra, tarihte müslümanların adaletsiz yöneticilere karşı isyan etme haklarını nasıl kullandıklarına dair örnekler vermeye geldiğinde Rıza sadece Osmanlı saltanatını yıkan Türkleri örnek verir. İşte bu örneğin Rıza’nın niyetlerini ele vermekte klasik fakihlerden yaptığı alıntılardan daha anlamlı olduğu muhafazakar çevrelerce çok öne sürülmüş ve Reşid Rıza bir “hilafet ve din düşmanı” ilan edilmişti. Bu tartışmalar bitmemiştir; ancak konumuz dışındadır. Şu kadarı söylenebilir ki, insanların beğenmedikleri ya da çok değişik buldukları fikirlerin sahiplerine ilk elden “dinden çıkmış” ya da “din düşmanı” demek gibi kötü bir adete saplanmaları fikri tartışmaları ve dolayısıyla uygarlığımızın ilerleyişini durdurmuş ve zararlı olmuştur. ().
2) İkinci aşamada Rıza Hilafet fikrinin eski parlaklığına kavuşmasının önündeki bir dizi pratik zorluğu vurgular. Rıza o dönemde Hilafete adaylık konusunda en istekli bulunan Mekke şerifi Hüseyin’i despot oluşu, şer’i bilgi eksikliği, İngiliz sempatizanlığı ve reform karşıtlığı gibi nedenlerle uygun aday görmez. Türkler de doğal olarak devre dışıdır. Mısırlı adaylar konusunda Rıza sessizdir; sadece Yemen İmamı Yahya, dini hukuktaki yetkinliği, ahlakı, ehliyeti, nisbi bağımsızlığı ve Kureyşiliği nedeniyle uygun bir aday görülürse de, İmam Zeydidir. Zeydi bir imama Sünni müslümanların biyatı hem teorik hem de pratik açıdan müşküller taşımaktadır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır. Dolayısıyla Kendisi de dahil Sünni müslümanların kesinlikle aksini istemelerine rağmen geleneksel hilafetin ihyası mümkün değildir; dolayısıyla buna en yakın alternatifi seçmek gerekir.
3) Hilafet sorunu böylelikle İslam Devleti sorununa dönüşür ve yeni bir kavram ihdas edilmiş olur.
Reşid Rıza’nın İslam Devleti fikrini burada uzun uzun inceleyecek değiliz. Kavramı ilk o ortaya atmış olsa bile temsil ettiği fikir 20.y.y.da o kadar itibar gördü ki, birçok Müslüman yazar tarafından ve çokça işlendi. Bunların arasında Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup gibi Mısırlı fikir adamları, Mevdudi gibi Pakistanlı alimler, birkısım Suriyeli ve Lübnanlı yazarlar ve son olarak da İran’dan Ayetullah Humeyni sayılabilir. Bu yazarların herbirinin araştırmalarına tek tek girecek yerimiz olmadığı için temel iddiaları şu başlıklar altında toplanabilir:
- Peygamberimiz Medine’de bir İslam Devleti kurmuştur; o zamandan beri adil ve Allah’ın emirlerine uyan bir İslam Devleti kurmak bütün müslümanların üzerine vaciptir.
- İslam Devleti’nin anayasası Kuran’dır.
- İslam Devleti’nde başta müslüman alimler olmalı ve siyaset onların yol göstericiliğinde yürütülmelidir.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır. 20 y.y. başlarında demokrat Batılı fikirlerin etkisi ile bir meclisin ve bu meclisin genel oyla seçim sonucu işbaşına gelmesinin gerekliliği üzerinde durulmuş; ama bu gereklilik üzerinde uzlaşılamamıştır. Ekonomi alanında liberal bir açık pazar ekonomisinden başlayarak daha sonraları yükselen ve Üçüncü Dünya’da hayli itibar kazanan Marksizm’in etkisinde devletçi ekonomilere dek birçok görüş ileri sürülmüş bütün bu yaklaşımlara Kuran ve Sünnet’ten dayanaklar getirilmeye çalışılmıştır. Tartışmalara katılan fikir adamları geleneksel İslami külliyattan alınan kavramların yanısıra “emperyalizm, kültürel emperyalizm, tam bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, emeğin hakkı, artık değer, teşebbüs hürriyeti, İslami banka”, hatta “İslam ekonomi doktrini” ve “İslami ideoloji” gibi çeşit çeşit kavramlar kullanmış ve bunlarla bir İslam devletinin teorik çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır.
İslam Dünyası’nda bu takdire şayan, yoğun, yaygın ve uzun sürmüş çabaların sahiplerinin hiçbirzaman vazgeçmedikleri bir iddia da İslam’ın sadece bir din değil siyasal ve iktisadi bir doktrin de olduğu ve kendine özgü bir siyasi-iktisadi düzeninin bulunduğu idi. Başka türlüsü de düşünülemezdi zaten; çünki İslam dini “hayatın bütün alanlarını kuşatmıştı”. Bunun sonucu “İslam’a karşı demokrasi”, “İslam’a karşı kapitalizm”, “İslam’a karşı komünizm” gibi karşıtlıklar üzerine yürütülen polemikler oldu; artık İslam’ın felsefi rakipleri Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm değildi.
Artık İslam’ın felsefi rakipleri Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm değildi.
İslami devlet fikrinin ya da fikirlerinin bir başka güçlüğü de genellikle çok teoride kalmış olmaları ve bu teorilerin uygulama sahası bularak yeterince test edilememiş olmalarıdır. Bu bağlamda halihazırdaki bazı İslami devletlerle bu teoriler arasındaki uyuşmazlıklar da vurgulanmalıdır. Kaldı ki, bugün bazı “meşhur” İslami devletler olan Suudi Arabistan, İran ve Afganistan’daki savaşan iki siyasi iradenin de rejimlerinin temeli Şeriat’tır; ama bu devletlerin farklılıkları benzerliklerinden çok daha fazladır; bu farklılıklar da örf ve adet farklılıkları nedeniyle füru’ meselelerde görülecek türden değildir; rejimin temeline taalluk etmektedirler. Orta Doğu’da birçok Arap ülkesinin anayasalarında devletin dininin İslam olarak geçtiğini (örn. Mısır) ama bu özelliğin çok önplana çıkarılmadığını; buna rağmen kimsenin bu devletlerin İslami özellikleri ile ilgili yaygın bir tartışma açmadığını da not olarak ekleyelim.
Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami” düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında sadece Hz. Muhammed yoktur.
Bir müslüman düşünürün çağının bütün felsefi imkanlarını kullanarak toplumsal sorunlara çözümler aramasında bir gariplik yoktur; hatta bu gerekli birşeydir de. Bunu yaparken o çok çeşitli kaynaklardan da faydalanabilir; çünki “hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa alır”; öte yandan bir Batılı filozofun tabiriyle “en iyi ses veren kemanlar birkaç cins ağacın tahtalarından yapılır.” Ancak bütün bunları yaparken o araştırma sonuçlarını “İslami devlet” ya da “İslami ideoloji” gibi kavramlarla ifade eder ve bunların dinin emirleri olduğunu söylerse müşküller başlar; çünkü başına “İslami” sıfatı koymak, söylenen şeyi şu ya da bu şekilde Hz. Muhammed’e nispet etmek demektir. Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami” düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında sadece Hz. Muhammed yoktur; İngiliz felsefe okulunun Locke, Hume, Hobbes gibi düşünürlerinden Keynes’e, Alman Hegel’e ve Marx’a oradan Lenin’e, Fransız Devrimi’nin Rousseau ve diğer düşünürlerinden Bonapartistlerine, oradan Popper, Kuhn ve Feyerabend’e ve kim bilir daha kimlere dek geniş bir “atalar” yelpazesi vardır; öyleyse elde edilen hasılaya sadece “İslami” demek en azından dürüstlüğe aykırı değil mi?
Son olarak İslam ideologlarının kendilerine temel olarak gördükleri bir çıkış noktasına geliyoruz: “İslam bütüncül bir dindir; hayatın bütün alanlarını kuşatmıştır.” Bu noktadan hareketle İslam’ın siyasetten ekonomiye oradan sosyolojiye ve diğer bütün alanları dair söz ve emirleri olduğu İslam ideologlarınca benimsenir. Bu söz ve emirler ilk bakışta göze çarpmazsa bunlar araştırılacak ve bulunacaktır. Bu “bütüncül ve ayrı bir kültür” inşa etme projesi ilk bakışta kendine has görülebilir ancak araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir projenin Stalin zamanı Sovyetler Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya çıkar. Hemen belirtmeli ki, Sovyetler Birliği gibi bir toplumsal denemenin Rusya gibi Ortodoks bir kültür havzası üzerinde yükselmesi de tesadüf değildi. Ortodoks Hıristiyan ve Sünni Müslüman yekpare din-dünya görüşünün benzerliği, belki de aynılığının birkez daha altını çiziyoruz.
Bu “bütüncül ve ayrı bir kültür” inşa etme projesi ilk bakışta kendine has görülebilir ancak araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir projenin Stalin zamanı Sovyetler Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya çıkar.
Şostakoviç Stalin zamanının değerli bir Rus bestecisi idi. Bestelediği klasik müzik eserleri Dünya kültürüne malolmuştur. Ne yazık ki bu değerli zat Stalin’in “Sosyalist kültürü inşa” dönemine denk gelmiştir. Bestelediği eserler Moskova’da çalındığında ayakta alkışlanmış ve “Sosyalist kültürü inşa” için katkılarından ötürü kendisine payeler verilmiş; ancak aynı eserler Paris’te de çalınıp ayakta alkışlanınca eserlerinde “Burjuva ögeler olduğu” yoksa “bu eserlerin Paris’te asla beğenilmemesi gerektiği” savıyla sorguya çekilmiştir. Stalin zamanı Sosyalist kültürünün de hayatın her alanını kapsaması bekleniyordu: Sosyalist devlet, Sosyalist ekonomi, Sosyalist bilim, Sosyalist sanat, Sosyalist şehircilik, Sosyalist eğitim, Sosyalist ahlak, Sosyalist aile, ila ahir. İşte bu “diğerinden her alanda farklı olma” titizliği modern zamanların ürünü bir zihniyettir.
Aynı titizlik modern İslam ideologlarınca da benimsendi ve “Materyalist Batı uygarlığına” İslami bir alternatif oluşturulmaya çalışıldı; ancak bu, geçen 13 asır içinde bu derece titizlikle ele alınmış değildi; dinimizin öncekileri “hikmeti her bulduğu yerde alma” konusunda çok daha rahattılar. Bu nedenle bugün “İslami düşünce” olarak algılanan külliyat içine Yahudiler ve Hıristiyanlardan rivayetler, Eski Yunan, İran ve Hindistan’dan felsefi akımlar girmiş ve bütün bunlar hummalı bir faaliyet sonucu “İslam’ın rengine boyanarak” düşünce evrenimizi zenginleştirmiştir. Bu iddiamıza çok basit bir örnek olarak yüzyıllardır medreselerde Mantık dersinde okutulan “İsaguci” adlı kitap verilebilir. Bu kitap Geç Antik Dönem filozoflarından İsagog tarafından yazılmış idi. Bunun tersine bir örnek, zamanının materyalistlerinden olan Ravendi’nin öğretilerinin “İslam Düşüncesi” külliyatı içinde bir bölüm almasıdır. Oysa dine yakınlık açısından Ravendi’nin Karl Marx’tan çok farklılığı yoktur. Örnekler çoğaltılabilir.

SİYASİ DİN?
Bütün bunlardan sonra “dinin hayatın her alanını kuşatması”, daha doğrusu “dinin hayatın her alanına hakim olmasını” başka türlü anlamamız gerektiği ortaya çıkıyor. Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve kültürde din “hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba göstermeye gerek yoktur. İlk bakışta tuhaf görünse de bu hal sadece İslam için değil Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm ve diğer dinler için de geçerlidir.
Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve kültürde din “hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba göstermeye gerek yoktur.
Sözümüze çok revaç bulmuş bir iddia ile devam edelim: “İslam toplumsal bir dindir; oysa Hıristiyanlık ve diğerleri bireysel ahlaka yöneliktir; dolayısıyla bireysel dinlerdir.” Acaba safi toplumsal ve safi bireysel dinler şeklinde bir ayrım olabilir mi? Böyle bir ayırımın mümkün olduğunu varsayalım ve bir “safi bireysel din”in seyrine bakalım. Göreceğiz ki, bu din tek tek insanların bireysel ahlakını değiştirdikçe ve bu insanlar bir toplumda çoğunluğu teşkil ettiğinde onların bireysel ahlakları o toplumun örfü haline gelir. Bu örf ise ister istemez toplumsal yaşayışı, yasaları, iktisadı ve bütün toplumsal kurumlarla birlikte devlet idaresini belirler. Bu en tabii, normal ve mantıklı bir durumdur. Bu noktadan bakıldığında ise laiklik-teokrasi tartışmaları kurumsal düzenlemenin şekline yönelik tartışmalar olarak kalır; doğrudan din ile bir ilgisi yoktur. Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir; istense dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir; istense dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Bu noktadan sonra bir müslüman siyasetçinin görevi açıktır: Topluma en iyi şekilde hizmet ve toplumun isteklerinin siyasete yansımasını önleyen çarpık yapılanmalara karşı demokratik ıslahatçılık. De Tocqueville’i şerheden İran Cumhurbaşkanı M. Hatemi’nin söylediği gibi: “... Ona göre (de Tocqueville) bu uygarlığın (Anglo Amerikan uygarlığı) önemi odur ki, burada özgürlük dinin gelişmesinin beşiğini bulduğu yerdir ve din ise özgürlüğün korunmasını kendi ilahî çağrısı addeder. Bundan ötürü, özgürlük ve iman asla çatışmamışlardır... İnancım, eğer insanlık mutluluk arıyorsa, dini maneviyat ile özgürlüğün erdemlerini bağdaştırması gerektiği yönündedir...”().

İSLAM BİRLİĞİ
Bundan sonra kısaca İslam aleminin birliği meselesine değinmek gerekiyor. İslam aleminin birliğini sağlama yolunda önemli adımlar atmış olan Hilafet, sanayi devrimi ile birlikte yetersiz kaldı ve yüzyıl başında yıkıldı. Hilafet siyasetinin en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid’le kaderin garip bir cilvesi sonucu karşıkarşıya gelmek zorunda kalan yüzyıl başının bir başka önemli şahsiyeti Cemalettin Afgani’ye kulak verme zamanı belki de gelmiştir. Afgani de hilafet ile İslam aleminin birliği meselesinin çözülemeyeceğini görmüştü. Bu nedenle 2. Abdülhamid’e karşıt bir çizgi izledi ve sonunda muhafazakar hilafet taraftarı çevrelerin hain gözüyle baktığı bir kişi oldu. Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst birlik çatısı oluşturması. Afgani bir anlamda bugünün Avrupa ülkelerinin kurduğu Avrupa Birliği’nin bir müslüman modelini önermekteydi.
Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst birlik çatısı oluşturması.
Bugün İslam ülkeleri Afgani’nin önerisindeki birinci merhaleyi tamamlayamamışlardır. İslam Dünyası’nın geri kalmışlığı ve özgürlük yokluğu müslüman milletlerin gidecek hayli yolu olduğunu gösteriyor. O halde önce bu nakısaların aşılması şarttır. Bu anlamda aslında Türkiye’deki İslamcılar, Kemalistler ve Milliyetçilerin genel bakış açıları birbirine denk düşmektedir. Türkiye’de tam Batıcı bir azınlık dışında bütün görüş sahiplerinde İslam Dünyası’nın sorunlarına karşı bir hassasiyet ve diğer müslüman milletlerin Türkiye’nin örneğini izleyerek gelişmesi yönünde bir dilek vardır. Kemalist gelenekten buna örnekler verirsek Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ilk elden dostluk kurduğu yabancı devlet adamları arasında İran ve Afgan Şahlarını görüyoruz. O zamanlar Türkiye dışında bağımsız olan sadece bu iki ülke vardı; diğerleri sömürge durumundaydı. Örnekler yelpazesi bu uçtan diğer uca, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1980’ler başında Suudi Arabistan Krallığı’na gelişmek için Atatürk İlke ve İnkılaplarını benimsemelerini salık vermesine dek uzatılabilir. Evet Türkiye’de ilgi vardır ve bu ilgi genelin gözünde meşrudur. Yapılması gereken bu ilgiyi doğru yollara kanalize etmek, Türkiye’nin İslam dünyasının diğer milletlerine bir örnek teşkil etmesini sağlamaktır.

SONUÇ
Sonuç olarak şunların tekrar vurgulanmasında fayda vardır:
- İslam uygarlığı hicri 1. y.y.da gelenekte büyük çapta reformlarla bir tüccar site toplumundan tarım imparatorluğuna dönüştü.
- Bu dönemde formüle edilen devlet ve siyaset teorileri 19. y.y.da Sanayi Devrimi başlayana dek süregelen nispeten istikrarlı bir dünyada 1300 yıl boyunca işlerliklerini sürdürdüler
- Sanayi Devrimi başlarken ve daha sonraları İslam dünyası gereken ikinci büyük dönüşümü yaparak bir sanayi toplumuna dönüşemedi. Skolastisizm ve taassup statüyü korumak ve içe kapanmayı getirdi.
- Ancak bu içe kapanma hiçbirşeye çare olamadı. Kaleler düştü ve İslam dünyasının büyük bölümü sömürgeleşti.
- Bugün hala bu ayak uyduramamanın getirdiği sorunları yaşıyoruz.
Artık Bilgi Çağı’nın geldiğinden sözediliyor. Bunun anlamı merkezi kurumlaşmaların etrafından dolaşan demokratik paralel ağların toplumsal gücü bu merkezi kurumların elinden giderek almasıdır. Buna bir örnek vermek gerekirse, basit bir İnternet bağlantısı ve söyleyecek sözü olan bir kişi sözlerini ve fikirlerini tek başına dünyanın her yanına duyurabilir. Bunun için tek yapması gereken, bedava web sayfası veren bir İnternet kurumundan kendine bir site alması ve fikirlerini bu sitede yayınlamasıdır. Bu süreçte bireyin bir güç olarak yükseldiğini ve insan teklerinin olayların akışına müdahale için yetki ve ünvan yerine kendi kişisel yeteneklerinin daha çok önem taşımaya başladığını görüyoruz. Bu anlamda kurumlara yön veren hukuk yerine bireylere yol gösteren ahlak giderek daha çok önem taşıyacaktır. Belki bütün bu gelişmeler Kur’an’daki kişisel ahlaka yönelik emir ve nehiylerin neden sayısız derecede çok, ama Hadd denilen toplumsal cezaların neden birkaç tane olduğunu kavramamıza yardım edecektir. Bu kavrayış bu yeni çağa yönelik olarak İslam dünyasının fikir ve pratikte kendini yenilemesine bir başlangıç teşkil edecektir.
“mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”.
Bütün bu faaliyetlerin yapılabilmesi için içtihad müessesesinin tekrar çalıştırılması gerekir. Gerçi Mecelle hükmü gereğince “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ yoktur” (), ama Hayrettin Karaman Hocamızın da işaret ettiği gibi “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”, çünkü o nassın o vakaya uygun olup olmadığına, dolayısıyla mevrid-i nass’a hükmetmek de bir içtihattır.