arama

S I T E - I Ç I - A R A M A :
https://www.google.com/cse

yeni yazı gelince haberdar olun..

sayfayi
izle
it's private
powered by
ChangeDetection

11 Şubat 2013 Pazartesi

EVRENSEL KURTULUŞ

EVRENSEL KURTULUŞ
GİRİŞ NOTU: Cennet'in kalıcı, cehennemin geçici olduğu ve birgün yok olacağı, dolayısıyla bütün yaratılmışların Tanrı'nın rahmetine kavuşacakları tezini işleyen Tatar asıllı ve Kazanlı İslam alimi Musa Carullah Bigiyev çok duyulmamıştır. Birbirinden ilginç eserleri hala günışığına çıkarılmaya muhtaçtır. Bu eserdeki ağır ve eski dil bundan 100 yıl önce kaleme alınması ile ilgilidir. Ancak içerik o kadar yenidir ki, insan bu satırların 100 yıl önce yazıldığına hayret eder.

EVRENSEL KURTULUŞ
Musa Carullah Bigiyev

İÇİNDEKİLER: 

1. Kitap
_
Dinler Tarihi
İlahi Rahmetin Kapsayıcılığı
Kelamcıların Eleştirisi
Karşıma Çıkan Engeller
İlahi Rahmetin Kuşatıcılığı Hakkında Delillerim
1. Burhan
2. Burhan
3. Burhan
İlahi Rahmetin Kuşatıcılığı Hakkında Delillerim 2
4. Burhan
5. Burhan
6. Burhan
7. Burhan
1. Başlangıç
2. Başlangıç
8. Burhan
İddiamın Öncüleri
Sonuç
_
2. Kitap
İNSANLARIN ULUHİYET İNANCINA BİR BAKIŞ
_
Giriş
1. Delil
2. Delil
3. Delil
4. Delil
Sonuç
Notlar
_
3. Kitap
İLAHİ RAHMET MESELESİ
_
Giriş
Cehennemin Ebediliği
Cehennem ve Cehennemliklerin Ebediliği
Savunmalar
İbn Kayyim'in Kendi Görüşleri
Sonuç
Notlar
 

Musa Carullah Bigi (1874-1949) 1

Musa Carullah, 24 Aralık 1874'te Don Irmağı kıyılarında Rostov-na-Donu şehrinde dünyaya gelir. Kazan'da liseyi bitirmiş, 1895'te Buhara'ya gitmiş ve medreselerinde üç-dört yıl öğretim görmüştür. İstanbul'a giderek İlahiyat'a geçer, oradan da Mısır'a giderek el-Ezher'de öğrenimini sürdürür. Bu arada Muhammed Abduh'un derslerinde bulunur, onunla tanışır. Oradan da Hicaz'a, Mekke'ye, Medine'ye, sonra Hindistan'a geçer. Daha sonra tekrar Mısır'a döner. Bu arada birçok alimle tanışır. En nihayet 1904 yılında Rusya'ya geri döner.
Rusya'ya dönen Musa Carullah benzerleri gibi bir medresede ya da camide hatip ya da imam olmak istememiş, evlenip hanımını annesinin yanına bırakarak Sen Petersburg'a gitmiş ve Petersburg Hukuk Fakültesi'ne kaydolmuştur. Burada bir gazete çıkaran kadı Abdürreşid İbrahim'le işbirliği yapmış ve gazetesinde yazılar yazmıştır. 

1910-1911'de Orenburg'da ünlü "Hüseyniye Medresesi"nde Arapça ve İslam tarihi hocalığına başlamışsa da, öğrencilerine "Rahmet-i İlahiye'nin Kapsamlılığı" fikrinden bahsetmesiyle hocalarla arası açılmış ve oradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bolşevik ihtilaliyle beraber ilk işi, eskiden bastırdığı ve siyasi engellerden dolayı yayınlayamadığı "Islahat Esasları" isimli eserini dağıtmak olmuştur. 

Musa Carullah, Lenin ve Stalin imzalarıyla müslümanlara dağıtılan bildirilerde sözedilen Sovyet rejiminden faydalar sağlamak amacıyla 13 yıl Rusya'da kalmış, çalışmıştır. 

Bir alim sıfatıyla Bolşeviklerle anlaşıp, onlardan müslüman halka bazı faydalar sağlamaya çalışmıştır. 1920'de Buharin'in Komünizmin Alfabesi tezine karşılık hazırladığı İslam Alfabesi tezi yüzünden takibata uğramıştır. Bu eserini Berlin'de İslam Milletlerine adıyla bastırmıştır. Fakat akabinde tutuklanmış, üç ay sonra serbest bırakılmıştır. 

Bundan bir müddet sonra Rusya'yı terkederek yıllarca uzun yolculuklara çıkan Musa Carullah 1947'de Kahire'ye gelir. Burada vize alıp Rusya'ya, öldürülmek pahasına da olsa dönmek ister. Kahire'den İstanbul'a bu konuda görüşmek üzere Kırım önderi Cafer Kırım ile buluşmaya gider. Fakat Rusya'ya gitmekten vazgeçmiş olarak İstanbul'dan geri döner. 

Kahire'de hastalanmış ve 25 Ekim 1949'da Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Bunlar Musa Carullah'ın 120 kadar olan eserinden bazılarıdır.
----------------------------------------
1 Bkz: Uzun Günlerde Oruç, Musa Carullah Bigi, hazırlayan: Yusuf Uralgiray


1. Kitap 

İLAHİ RAHMETİN BURHANLARI

Musa Carullah Bigiyev
"Din"i tanımlamadan önce, dinler tarihi hakkında birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
Tarihte insanın iktisadi, siyasi hallerinden bahsetmek önemliyse, insanlık dinlerinin tarihinden bahsetmek, şüphesiz çok daha önemlidir. Din, insanın ruhaniyet (metafizik) yönünde ilerlemesidir. İnsan hayatındaki en esaslı, en etkili ruh, diyanet ruhudur. Bir milletin dini o milletin tabiatıdır. İnsanın hayattaki gayesi, hayattaki siyasetinin tamamı o insanın dininde yansır. Bir dinden, belli bir zamanla bağlantılı olarak sözedilirse; o din mensubu bulunan milletin o zaman parçasında bulunduğu derecesini gösteren çok doğru bir ölçü olur. Her din kendi tabilerinin fikri seviyesini açık şekilde gösterir İnsanın gayesi, ihtiyaçları, kutsal kitaplarını okuyuşunda, dualarında tamamen açığa çıkar. Kurbanları da kamu vicdanının eğilimiyle uyumlu olur. İnsanın diniyle medeniyeti birbirine bağlı olarak öne geçip ilerlediklerine göre, insanın dini derecesi medeni derecesiyle uygunluk gösterir. Öyleyse dinler tarihinden bahsetmek, medeniyetin köklerinden, biçim ve yöntemlerinden bahsetme demektir. Bu da insanın hem ruhani, hem maddi ilerlemesinden bahseden umumi bir tarih olur. İnsanlık aleminde bundan daha yararlı bir ilim tasavvur edilebilir mi?

Bu yüzden, ilim ve maarife rağbet eden bir millet için dinler tarihinin önemi çok büyüktür. Hele hele bizim İslamiyet için dinler tarihinin daha büyük, daha özel bir önemi vardır. Biz İslamiyet'in yüceliğine, mükemmelliğine, yeryüzünde beşeriyet aleminde ortaya çıkan dinlerin en üstünü olduğuna iman edersek, bu imanımız da kuru bir laf, delilsiz, köksüz bir iddia değilse; o takdirde bizim önceden gelip geçmiş, yahut şu güne kadar devam eden dinlerin herbirine tafsilatıyla vakıf olmamız gerekir. Diğer dinlerin inançlarını, öğretilerini bilmiyorken "İslamiyet dinlerin en üstünüdür" demek doğru olur mu? Bir ölçüde sözümüz doğru olsun; fakat mukayesesiz söylenmiş bir söz, diğer milletlerin gözünde ilmi bir değere sahip olabilir mi? Bizim İslam Hukuku bilinmeyen aleyhinde yargıda bulunmaktan hakimleri men etmiştir. Öyle ise biz önceden gelip geçmiş dinlerin ayrıntılarını bilmiyorken, o dinlerin noksanlığına ya da "batıl" olduğuna nasıl karar verebiliriz? "İslamiyet o dinlerden üstündür" demek için, şüphesiz o dinleri bilmemiz gerekir. 

Dinler tarihinden bahsetmek bize üç fayda sağlar:
Dinler tarihinde İslam öğretilerinin yüceliğini, doğruluğunu göstermek yöntemi, bugün yeryüzündeki müslümanların ruhuna ve mizacına gayet uygun, gayet uyumlu ve sevilecek bir yöntemdir. Bu yönü kabul edersek dinler tarihinden bahsetmek, müslümanlar için çok büyük öneme sahip olur. Dini medreselerde dinler tarihini kısaca da olsa okumak vacip gibi birşeydir. Çünkü dinler tarihi insan hayatında medeniyetin esasından bahseden bir bilimdir. Ayrıca İslam öğretilerinin en son yücelik derecesine delalet eden bir delil olabilecek tek vasıtadır. 

Buna göre, biz de şimdi dinlerin tarihinden bahsedebiliriz. O dinler nasıl meydana gelmiş, sonra nasıl ilerlemiş; sırasıyla açıklayabiliriz. Fakat o eski dinlerden bahsederken, o dinlere insanların cehaletlerinden, akılsızlıklarından, küfürlerinden meydana gelmiş şeyler olarak bakmayıp, belki "din insanda tabii bir halettir, medeniyet gibi tabii bir şekilde ortaya çıkmış, doğal seyri içerisinde sekteye uğramaksızın ilerleyen bir durumdur" bakış açısıyla bütün dinlerden tam bir bağımsızlıkla, ilmi bir surette bahsetmeliyiz. 

İnsan hayatında herşey doğal bir şekilde başlayıp, doğal olarak bir ilerleme çizgisi üzerinde durmaksızın ilerler. İnsanın dini de bu genel tabii kaide hükmünden müstesna değildir. İnsanın iktisadi durumu ile siyasi durumu gibi din de gayet sade bir tarzda başlayıp, sonra daima hareket halinde bulunur. Bazan ilerleyerek, bazan gerileyerek bugünkü haline ulaşmıştır. 

Biz bu görüşü kabul edersek, elbette dinlerin herbirine saygı nazarıyla bakarız. Bir milleti ibadeti ya da inancı için tekfir etmekten ve küfürde ya da hakikatten sapmış görmekten bütün gücümüzle kaçınırız. Bütün dinlere bir dinin ilerleme zincirine bakar gibi bakarsak, o zaman dini için bir milleti küfürde görmenin ya da dini için bir millete düşmanlığı sürdürmenin hiçbir şekilde gereğini duymayız. Dinler tarihinden bahsederken bir dine hak, diğerine batıl (uydurma geçersiz) demek gibi tabirleri, konuşma edebi gereği kullanmaktan kaçınırız.
Biliyorum, bu sözümü kelamcıların çoğu ve son zamanlarda bizim kelam kitaplarını okuyanların hepsi inkar eder. Yalnız İslamiyet'e de değil, belki sırf kendi mezhebine taassub edip, diğer bütün insanları sapkınlıkta sayan veya tekfir eden bir kelamcının havsalasına bütün insanları doğru saymak, bütün insanları kurtuluş dairesine girdirmek düşüncesi hiçbir şekilde sığmaz. Fakat bu inanç bir gerçektir. 

Bütün insanlığın kurtuluşu problemi, kelam kitaplarımızda bir hilafiyyat problemi gibi nakledilmiştir. Kelam kitaplarında "nazar" bahsinde, usul kitaplarında "içtihad" (hüküm çıkarma) bölümünde bu problem, "müçtehid usulde (yöntemde) isabetli midir, değil midir?" cümlesiyle zikredilmiştir.

İslam alimlerinin çoğu "müçtehid usul üd-din'de (inanç meselelerinde) hata eder" demişler. Ama Cahiz, Anberi, Musahibi gibi büyük imamlar, ayrıca sufilerin büyük imamları ise "usul üd-din'de içtihad eden insan daima isabetlidir" demişlerdir.

Sufilerin en büyükleri bir tesbih gibi sürekli olarak:
    Kişi ister muvahhid olsun, ister müşrik ve inkarcı,
    Herkes ebediyyen Allah'ın rahmetindedir.
Beyitlerini tekrar ederlerdi. Buna göre insanların herbiri, ister muvahhid (Tanrı'nın birliğine inanmış), ister müşrik (Tanrı'ya ortak koşan) veya münkir (inkarcı) olsun, Allah'ın geniş rahmetinde sonsuza dek kalacaklardır. 

Ebu Yezid Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Zü'n-Nun-u Mısri gibi en büyük mutasavvıflar, kelam ve usul kitaplarının rivayetlerine göre, İslam aleminde isimleri saygı uyandıran büyük görüş sahibi bilginler, bütün insanlığın kurtuluşu hükmüne varmışlardır. Ben de o büyüklerin onca makul sözlerini memnuniyetle kabul edip, dinler tarihinden bahsederken hiçbir kavmi, hiçbir milleti inancı ve ibadeti için tekfir etmeden veya sapıklıkta görmeden, makul ve katıksız bir özgürlükle bütün dinlerden edep dairesinde bahsedebilirim.
İnsanlığın medeniyeti nasılsa, diyaneti de öyledir. İnsan medeni hallerinde şüphesiz doğal bir şekilde ileriye gitmiştir. Medeniyetin aşağı derecelerinde olup geçmiş insanlara, medeniyette aşağı oldukları için bugün sövmek, yahud onları ayıplamak nasıl doğru değilse, diyanetin aşağı seviyelerinde olup geçmiş insanlara da sövmek veya tekfir etmek elbette (konuşma edebi gereğince) hiçbir şekilde uygun düşmez. Din insanlarda tabii-fıtri (yaradılıştan) bir halettir: Allah Kuran-ı Kerim'de Rum Suresi'nin 30. Ayet-i kerimesinde şöyle buyurur:

"Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaradılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaradışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (30/30)
Şimdi bu ayetin hayranlık verici metni üzerinde durup biraz düşünelim:

Allah dinin fıtriliğini (yaradılıştanlığını) beyandan sonra niçin "Zira Allah'ın yaradışında değişme yoktur" demiştir? Bunun sonunda ve bu ayetin özü olarak "işte dosdoğru din budur" gibi bir cümlenin yeralmasındaki ilahi maksat neydi?

Ben Kuran-ı Kerim'deki böyle mucizevi ayetlerin yönlendirişiyle gerçeği bulup "Rabbimiz, ilmin ve rahmetin herşeyi içine almıştır" (40/7) gibi ayet-i kerimelerin kapsamına genel olarak bütün insanların, bütün milletlerin gittiklerini kesin ve kat'i olarak bilirim. Merhamet edenlerin en merhametlisi ve lutuf sahiplerinin en lutufkarı Hazret-i Allah'ın en geniş mutlak rahmetini miskin insanların hiçbirinden kıskanmamak için, varlık aleminin herbir zerresine varıncaya değin, hesapsız, bolca, esirgemeksizin verilmiş mutlak rahmetin en geniş şekilde açılmış kapılarını, insanların yüzüne kapamamak için "bütün insanların kurtuluşuna " inanırım. Bu konudaki inancım budur. 

Dinler tarihinden usulünce bahsetmek için, insanlık aleminde herbir insana güzel şekilde muamele etmek için de, elbette ki ilahi rahmetin kapsayıcılığına, bütün insanların tabii ki kıyamet gününde kurtuluşuna inanmak gerekir. Biliyorum ki, bu sözümü şeyhler imamlar kabul etmeyecekler. Yalnız İslamiyet için değil; kendilerince tamamiyle bilinmeyen Eşarilik, Hanefilik mezhepleri için de cahilce taassup edip, kendi cahilce düşüncelerine muhalefet eden herkesi tekfir eden imamlar; şeyhler tabii ki bütün insanlığın kurtuluşuna inanmazlar.
İlim sahiplerini tekfir etmek İslam dünyasının eski bir belasıdır. Şu günlerde bizim Rusya'da bu tekfir belası haddinden fazla yayılmıştır. Herbir şeyh, herbir imam kendisinin cahilce arzularına uygun olmayan adamı tekfir eder oldu. İlmiyle karşılık vermekten aciz şeyh veya imamlar, kendi kusurlarını ve terbiyesizliklerini güya örtmek düşüncesiyle İslamiyet perdesi arkasından açık fikir yoluna girmiş her insanın üzerine tekfir okları atar oldular. Öyle şeyhlerin, öyle imamların İslamiyet'le bir paralık alış-verişleri yoksa da, o şeyhler diğer insanları tekfir etmekten utanmaz oldular. 

Bu kadar umumi, üstelik tahammül dışı olan bu belaya biraz çare bulmak için ya da o şeyhlerin cahilce koruyuculuklarını biraz düzeltmek için, dinler tarihinden bahislerime, önsöz olarak son derece önemli olan "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" meselesine dair Kuran-ı Kerim'de yeralan ayetleri ilmi ifadeleriyle yayınlayacağım İnşaallah.




    Dinlemeye tahammülümüz yoksa yasaklarız.
    Dinlemeyen kimsenin ilmi de olmaz.
    "Masum" konuştuğu zaman doğru söyler.
    Kesinliğe karşı şüpheler getirilemez.
    Akıl ve şeriat uyumlu iki dosttur.
    Akıl da şeriat da diğerinden hoşnuddur.
"İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" nazariyesi mutluluk yönünde sürekli olarak ilerlemek için yaradılmış insanlık aleminin, gelecekteki hayatına temel olabilecek en öncelikli bir gerçek olduğu için, İslam'ın ruhuna en uygun olan bu nazariye eskiden beri ilgi ve dikkatimi çekmiştir.

Alemlerin Rabbi Hz. Allah tarafından, yeryüzünde O'nun halifesi olmak yüce sıfatıyla şereflendirilmiş insanların, sonsuzluk yönünde ve sonsuz olarak rahmetten kovulmuşlukları, merhamet edenlerin en merhametlisi olan Hz. Allah'ın sonsuz rahmetine, mutlak hakim Hz. Allah'ın sınırsız hikmetine benim fikrimce o kadar uygun gelmiyor.

Sonsuzluk yönünde sonsuz zamanlara oranla bir saniyelik durgunluk olan hayatında sırf rahat yüzü görmeyen insanoğullarının çoğu, gelecekte ebediyyen rahmetten kovulacaksa, öyle zavallı insanları yaratmaktan, merhamet edenlerin en merhametlisi olan, alemlerin Rabbi Hz. Allah'ın maksadı neydi? İnsanların çoğunu ebediyyen azaplandıracaksa, o zaman Allah-u Teala hazretlerinin İlahi Rahmeti, İlahi Gazabı'na nisbetle yok hükmünde olmuyor mu?

İşte böyle "şüphe"lerin tesiriyle İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı kalbimde derinlik kazanmaya başlamıştı. Fakat bu büyük meseleyi ilmi şekilde hemen halletmeye gücüm yetmedi. Gönlümde kökleşen bu muamma sürekli beni rahatsız eder oldu. İlmi nazariyeler arasında bence ispatı en önemli olan, "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" nazariyesi olarak kaldı.

Sonsuz boyutlardan bahsederken matematikçiler, o sonsuz boyutlarla kıyaslanamayacak derecede geniş olan İlahi Rahmet'ten bahsetmiş olsaydılar, elbette İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı da bugüne kadar kesinlikle ispatlanmış bir gerçek olurdu.

Fakat bütün çabalarını sonsuz boyutlardan bahsetmeye sarfeden matematikçiler, sonsuzlarla kıyaslanamayacak kadar geniş olan İlahi Rahmet'ten bahsetmeye nedense zaman bulamamışlar.
Böyle önemli ve temel bir meseleden bahsetmek şerefi (havsalaları dar, ellerindeki ölçüleri kısa olan) kelamcılara kalmış!

Tabii buna göre çaresiz ben de, böyle büyük, temel bir meseleyi, son derece de güç olan muammayı halletmek düşüncesiyle kelam kitaplarına yöneldim.

Hiçbir insana, hiçbir konuda, hiçbir zaman yeteri kadar malumat vermeyen kelam kitapları, bana da bu mesele hakkında dosdoğru bir fikir vermekten aciz kaldı. Belki aksine benim "şüphe"lerimi artırdı.
Bizim kelam kitapları, hakikatleri ispat etmekten aciz ise de, hakikatlerin aleyhindeki itirazları ve şüpheleri çok güçlü bir şekilde ortaya koymayı iyi becerirler.

Kelam kitaplarında zikredilmiş itirazların birini, şu son iddiama bir misal olması, bir tanıkla iddialarımı ispat için burada naklediyorum:
"Allah insanları bağışlamaya teşvik etti ve bunu üstün ahlak saydı. Bağışlamanın kötülük işleyeni, yaptığına karşılık cezalandırmaktan daha üstün olduğunu açıkladı. Bu durumda Allah'ın bizzat kendisi, bu nitelemeye en layık olandır. Çünkü O, ikramı geniş, çok cömert ve iyilik severdir. O'nu cezalandırmaya zorlayacak hiçkimse yoktur. Öyleyse O, sınırlarını çiğneyerek kötülük işleyen kulunun günahlarından geçip onu bağışlamaya layıktır. O, çok ikram eden ve ikramının sonu gelmeyendir."
    Allah çok cömert, rahmetini unutsan da
    Kim cömert olurdu, Rahman olmasa
Hakk'ın cömertlik ve caniyi bağışlamakla vasıflandırılması, suçları cezalandırmakla vasıflandırılmasından daha uygundur. Sorumlu tutma ve cezalandırma bir karşılıktır. (Dolayısıyla) kötülüğü cezalandırmak bir fazilet değildir.

Yeryüzünde dirlik ve düzen, ancak cezalar uygulandığında sağlanır ve kamu zararı önlenir. Bunda da insanların faydası vardır. "Sizin için kısasta hayat vardır" (2/179) ayeti buna örnektir.

Ahırette suçlunun cezalandırılmaması ise, dünyada bağışlanması gibi değildir. Ahıretteki cezalandırmanın hikmetli bir yararı olmadığı gibi, Rahim ve Halim olan için, O'na yakışan bir intikam zevki de yoktur. "Bağışlama günahları sildiği için, azapla günahlar temizlenir" demenin de bir anlamı yoktur. Azabı temizleyici kabul etsek bile, onun ebediliği buradan, çıkarılamaz."

Bu anlamdaki itirazları kelamcılar, kelam kitaplarında çok açık ve son derece cesurca ortaya koymuşlar. İhya-i Ulum sahibi İmam Gazali de bu itirazı "el-İktisad fi'l-İ'tikad" isimli kitabında zikretmiştir.
En şiddetli, en ma'kul itirazları, büyük bir cesaretle zikreden kelamcılar, nedense cevap vermek konusunda o kadar cesur ve çoşkulu davranamıyorlar. Akli olarak söylenmiş itirazlara elbette en azından güvenilir bir akli cevap vermek gerekiyorsa da, itiraz konusunda aklı seçen kelamcılar, cevap konusunda aklı ihmal edip, şer'i nasslardan kendi akıllarına nasib olabilmiş yollar da itirazlara karşılık verirler.

Böylece, öteden beri gönlümde derinleşen şüpheler kelam kitaplarıyla giderilemedi, aksine güçlendi. Kelam kitaplarında kavradığım sözlerin hiçbiri bana kanaat veremedi. Sonuç olarak,
    Süslü sözler vermesin sana gurur,
    Çünkü onun anlamıdır, bilgisizlik ve kusur.
dedim de, gönlümde yerleşen şüphelere cevab bulmak için, başka bir yol seçtim. İnsan aklını, iki kapakları arasına hapsetmek kastıyla yazılan kitapları bir yana bırakıp, bütün ilimlerin aslı olan Kur'an-ı Kerim'e müracaat etmeyi tercih ettim.
    Ayet ve surelerdeki bilgeliği
    Görenlerin bakışı araştırmaya koyulduğunda,
    Eğer inceleyen anlayışsa mahza ibrettir.
    Vadiden ayrılmayan ne kaybolur,
    Ne de mahrum ..
Fakat bana Kur'an ayetlerini anlamak hakkında, kelamcılar, usulcüler tarafından yazılan tefsirlerden yardım istemek yeterli gelmedi. Ben, mutasavvıfların kalemiyle yazılmış kitapların yardımına sığındım: Celaleddin er-Rumi'nin Mesnevi'si, el-Kuşeyri'nin Risalesi, Muhyiddin-i Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiyye'si bana bu konuda çok büyük faydalar sağladı. Bu üç kitap gibi İslami eserlerin yardımıyla, gönlümde yerleşen "şüphe" düğümleri birer birer çözüldü. Kur'an ayetleri, biri diğerine muhalif olmayacak şekilde benim kalbim de derinleşti. Allah-u Teala Hazretleri'nin mutlak rahmetini güzel bir tahminle gözetlemem, insanlık aleminin sonsuzluk yönünde geleceğine esaslı şekilde çok büyük bir ümitle bakmam, gönlüme gayet büyük bir genişlik verdi. Genel olarak tüm insanların mutlak İlahi rahmette sonsuz kalacakları, kalbime değil darlık vermek, aksine bana çok büyük bir mutluluk verdi. Hiçbir dinde bulunmayan böylesine yüce bir görüşü İslamiyet'in yüce öğretilerinde görüp memnun oldum.

Celaleddin er-Rumi, Mesnevi-i Şerif'in birçok yerinde İlahi Rahmet'in kapsayacağına dair birçok beyit söylemiştir.

İstanbul'da açıklamasıyla beraber basılan Mesnevi-i Şerif'in beşinci cildinde Celaleddin er-Rumi Hazretleri der ki:
    Ey talip gel, diye bir ses geliyordu
    Cömertlik, yoksul kişi gibi, yoksullara muhtaçtır.
    Cömertlik, yoksulları ve güçsüzleri arar.
    Tıpkı parlak bir ayna arayan güzeller gibi.
    Önce güzeller, aynayla güzelleşirler.
    Önce insan yoksul sayesinde ortaya çıkar.
    Bundan sonra Hakk Vahdehu da buyurdu:
    "Yoksula sesini yükseltme, ey Muhammed!"
    Çünkü yoksul, cömertliğin aynasıdır bil!
    Birincisine söz söylemek zarar aynısı demektir,
    Birinin cömertliğini yoksul ortaya çıkarır.
    Ötekiyse yoksulları arttırır.
Bu manadaki beyitlerle Celaleddin er-Rumi her iki dünyada İlahi Rahmetin kapsayıcı olduğu görüşündedir.
Muhyiddin-i Arabi Fütuhat-ı Mekkiye'de çeşitli yerlerde "İlahi rahmet herşeyi kaplamıştır. Bu rahmet içinde olmayan hiçbir varlık yoktur. Rabbin mağfireti (bağışı) geniş olandır. Çünkü o, darlık kabul etmez. Allah'ın rahmetinin genişliği hakkında çekişen ve onu özel bir gruba tahsise kalkışan insanlar da vardır. Bunlar Allah'ın geniş rahmetini kısıtlayıp, daraltırlar. Eğer Allah yaratıklarından birine rahmet etmeyecek olsa, bu iddiayı öne süren kimseye rahmet etmezdi. Ancak Allah sınırlandırılmaktan beridir." Manasında olan cümleleri , delilleriyle ortaya koymuştur.

Muhyiddin -i Arabi ahırette azabın kesilmesine dair Şer'i delilleri de Fütuhat-ı Mekkiye'de çeşitli bölümlerde ortaya koyup, bu inancı Ebu Yezid Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Sehl b. Abdullah et-Tusteri gibi büyük zatlara şüpheye yer bırakmayan belgelerle dayandırmıştır.

Ben de "Onlar ne iyi arkadaştırlar" (4:69) diyerek şu üç kişi gibi büyük ilim adamlarının mezheplerini taklid ettim. O büyüklerin akıllarıyla anlatılan ayet-i kerimeleri gördüm de esaslı bir kanaate vardım.
Kur'an Kerim'de "Gökler neredeyse çatlayacak. Melekler ise, Rablerini överek tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar için O'ndan bağışlama dilerler. İyi bilin ki, Allah, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. " (42:5) ayet-i kerimesinde melekler yeryüzünde olan herbir insan için Bağışlayıcı ve Rahim olan Allah Teala Hazretlerinin azametli dergahında bağışlama dilemiş ise, ben de büyük meleklere uyup, sonsuzluk hayatında bütün insanlık aleminin kurtulacaklarına inanabilirim dedim.

Bu inanış kalbimde güçlendi. Neticede Hüseyniye Medresesi'nde "Dinler Tarihi" münasebetiyle bu inancımı basın dünyasına sunmak istedim ve görüşlerimi yayınladım.

Bakışları, kelam kitapları ciltlerindeki yanlışları çıkaramayan bir çok imam efendi "Şura" sahifelerinde o makalelerimi okur okumaz, makalelerim ve derslerim aleyhinde kıyamet koparttılar. İlimleriyle karşılık vermekten aciz o imam efendiler, dergilerinin sahifelerinde benim üzerime mümkün olan her yolla yürümek alçaklığından kendilerini alamadılar.
    Kendimi bildim bileli aldırmadan yaşarım,
    Ne felaket, ne de zarardan korkarım.
İlmin edebi gereği, üstelik "Onlar, ilmini kavramadıkları ve henüz yorumu (tevili) de kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar."(10:39) ayeti kerimesinin irşadiyle amel edip, tarafımdan vaad olunan Kur'ani delilleri beklemeleri gerekirken "ilmi kuvvet"leri o imamları engelledi. Muhterem imam efendiler, "Beleş" ve "Silsile" dergileri etrafında olanca kuvvetlerini sergilediler. Kafir saymak, medreseden kovmak, cana kıymak gibi şeylerin her biri imam efendilerin ağızlarına da, ellerine de geldi.

Zaten herkes bilir ki, böyle imam efendilerden başka şey de umulmazdı.

"Bizim imamlarımızda, ilmi bir meseleyi halledebilmek için gereken gayret vardır." İnancına hiç bir zaman sahip olmamışsam da "hiç olmazsa (yazının tamamını okumak için) iki hafta sabredecek kadar akılları vardır." hayalinde idim. Aralarında yazısı ve anlayışı doğru bir tek adam belki bulunur ümidini taşıyordum.
"İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" hakkındaki benim inancımın aleyhine meclislerde, papazlarda itiraz edecek imam efendilere bir sözüm var:

İnsanlık aleminin geleceğine ait olan bu mesele şayet önemsiz ise, muhterem imam efendiler böyle boş meselelerle uğraşmasınlar.
    "Korkak bir yerde yalnız kaldığı zaman,
    Yalnızken, çatışma ve tartışma ister"
gibi büyük bir alçaklıktan sakınmak için benim aleyhimde söylenen o sözleri ben yokken söylemesinler.
Belki bu meseleyi müzakere için bir "alimler meclisi" oluştursunlar da beni de oraya davet etsinler. Ben kendi iddiamı ispat için Kur'an-ı Kerim'den birçok ayetle ve hadis kitaplarından birçok hadis ortaya koyarım inşaallah.

Kur'an-ı Kerim'in hiçbir kelimesine yorum elini uzatmamak şartiyle , kelam kitaplarında anılan meseleleri Kur'an-ı Kerim'in delil oluşuna hakim kılmamam esasiyle mecliste konuşulur. Meclis yemek meclisi değil, kapsamlı ilmi bir meclis olur.

Gayretli imam efendiler ya benim şu sunduğumu kabul ederler, ya da meclislerde boş sözlerle aziz vücudlarını yormak zahmetinden kurtulurlar.

Bakalım bizim gayretli, diyanetli imam efendiler, benim şu sunduğumu nasıl telakki ederler. Nasıl olursa (olsun), bundan sonra:
    Sözümüzü, dileyen kabul etsin, dileyen red,
    "Sözde baskı yok" 
     
     
    Üçüncü Bölüm
    Kelamcıların Eleştirisi
    _
    Nebi Muhammed'in dininin üstün,
    İptalcilerin iddiasının yok olduğunu görmek istiyorum.
    Oysa batılın üstün, ehlinin aziz, sağlam dinin zelil olduğunu görüyorum.
    Uyarıcıyı dinle ey Allah dininin ehli,
    Doğruyu izleyen pek azdır.
    Dinin binası yükselsin, çünkü bu bina yıkık.
    Çalış ve tevekkül et, bundan başka çıkar yol yok.

İslamiyet'in gelip geçmiş yahud şu güne kadar ulaşmış diğer semavi dinlere oranla gayet güzel birkaç meziyeti vardır:

Öncelikle İslamiyet, ezeliyet yanına (geçmişe) bakarken, önceden gelip, geçmiş milletlerin herbirine en az bir peygamber gönderildiğine kesinlikle iman edip, her toplumun dinine, kanunlarına, büyüklerine çok büyük saygı gözüyle bakar. Yahudilik gibi iktidar ve peygamberliği yalnız kendileriyle sınırlı tutmak iddiasında olmayıp, Hıristiyanlık gibi de Hz. Adem'den -aleyhisselam- Hz. İsa'nın -aleyhisselam- ölümüne kadar gelip geçen insanları ve genel olarak peygamberleri "cehennemde idiler" diye de inanmamıştır. Şu iki millet gibi, önceden gelip, geçen büyüklerin ve peygamberlerin muhterem-mukaddes ırzlarına dokunan, herhangi bir milletin dini hislerine ağır gelebilecek sözleri ya da hikayeleri dini kitaplarına koymamıştır. 

Yani İslamiyet diğer milletlerin hiçbirini kalben de, fiilen de tahkir etmiyordu. Gelip, geçen bütün milletler, bütün insanlar için sınırsız olarak serpilmiş İlahi faziletlerin, gururuyla yalnız kendisine ikram edildiği iddiası da İslamiyet'te yoktu. 

İslamiyet'in kendisi de İlahi Rahmet kadar genişti. Bu genişliğine göre de Alemlerin Rabbi Hz. Allah tarafından İslamiyet, insanlık alemi için genel, aynı zamanda sonsuza dek bir din olmak sıfatıyla; Varlığın Efendisi Hz. Muhammed-selam üzerine olsun- vasıtasıyla Kur'an-ı Kerim'de bozulup-değiştirilmesi imkansız mucizevi metniyle bildirildi. 

İslamiyet'in bu seçkin erdemi insanlık aleminde süratle yayılmasına güçlü bir sebep de olmuştu. Fakat İslamiyet'in o genişliği o kadar uzun sürmedi. İnsanların bir çoğu, çok geniş olan İslamiyet'i kendi dar düşüncelerinde ve gayet dar gönüllerinde derinleştirmekte aciz kaldılar. Çünkü çaresiz, ya kendi gönüllerini geniş tutmak ya da İslamiyet'i kendi gönülleri kadar dar, adeta "hiçlik" yapmak zorundaydılar. Fakat kendi gönüllerini geniş tutmaktan aciz kalan insanlar, İslamiyet'i daraltmaktan korkmadılar. O zamanın siyasi şartları da buna müsaade etti. 

Bu durumun etkisiyle İslam Alemi'nde dar gönüller kadar, çok ufak mezhebler kısa bir sürede oluşarak çoğaldı. Akledilebilenlerin dairesi kadar geniş olan İslamiyet, değil insanlığı kapsayabilmek, ufak bir şehirde toplanan küçük bir cemaati de iman dairesine alamaz oldu. İslamiyet "ya falan oğlu filan gibi inan ya da sonsuza dek cehennemde yan! Canın da malın da helal!.." gibi en büyük zulüm, en büyük cehalet temeline bina edilmiş bir parçacıktan ibaret kılındı. Neticede İslamiyet, sarıklıların keyfi arzularına hizmet ettirilen son derece kaba bir kural şekline dönüştürüldü. 

Bu durumun kötü etkilerini sayıp bitirmek mümkün müdür? Fakat şüphesiz İslam Dünyasının başına gelen siyasi, içtimai belaların her birine genellikle bu durum temel neden olmuştur. 

Şimdilik İslamiyet'in ezeliyet (gelecek) yönüne bakışı hakkında bu kadarını söylemekle yetinebilirim .. Çünkü bundan fazlası maksadımın dışındadır.

Asıl maksadım, ebediyet (gelecek) yönüne, yani bütün insanlık aleminin gelecekteki hayatına İslamiyet'in bakışı hakkında ayrıntılı sözler söylemektir. 

Şu içinde bulunduğumuz dakikadan itibaren başlangıca doğru varlığın sonu aklen ya da rivayetle mümkün kabul edilirse de varlığın sonuç yönünde sonsuzluğu konusunda ihtilaf yoktur. Sonsuzluk yönünde kesintisizlik, varlığın devamı göksel haberlerde de, sağduyu sahiplerinin icma'ı (ittifakı)yla şüphesiz bir şekilde sabit olmuştur. 

"Ebediyyet (gelecek) yönünde son yok!" demek gibi üzerinde derin derin düşünülürse -çok dehşetli bir ifadenin anlamı nedir?

Gelecekte sonu olmayan bir ebedilik, o kadar büyük o kadar geniş, sınırsız zamanlardan ibarettir ki milyon kere milyon asır o zamana o kıyasla bir saniye kadar bile olamaz. Belki matematiksel hesapların hepsi toptan sonsuzluğun büyüklüğüne, genişliğine oranla, hissedilemeyecek kadar küçük bir miktar olarak kalır.
"Siz dünyada sadece on gün eğleştiniz" diye, aralarında saklı saklı konuşurlar. Aralarında konuştuklarını Biz daha iyi biliriz. En akıllıları: "sadece bir gün eğleştiniz" der. (20:103-104)

Gelecekte sonu olmayan ebediyete oranla şu bizim dünyamızın ömrü de hissedilebilirlik derecesinden aşağı, son derece kısa bir süreden ibarettir. 

"Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir." (Nahl, 77)

İnsanların tabii ömürlerini altmış, yetmiş sene kadar kabul etsek, normal durum aksine bir insanın yüz sene ömür sürdürdüğünü de düşünsek, insanlara takdir edilecek her bir ömür, dünyanın ömrüne oranla bunun gibi hissedilemeyecek bir göz kırpmasından ibaret olur. 

Şu aşağılık dünyada yaratılışın başlangıcından şu dakikaya kadar gelip geçen insanların çoğu, şüphesiz, kendilerinin bir göz kırpması gibi olan ömürlerinde rahatlarına oranla daha çok zorluk ve sıkıntı görmüşlerdir.
Bir göz kırpması gibi olan ömürlerinde hiç rahat yüzü görmemiş insanlar, matematiksel miktarların hiçbiriyle sınırlandırılamayan ebediyet yönünde, hangi katında olursa olsun hiç bir insan kalbinin tasavvur etmeye güç yetiremeyeceği derecede dehşetli (bir eziyet) olan "azabla" sonsuza dek azablandırılacaksa, o zaman mutlak Bağışlayıcı, merhametlilerin en merhametlisi, alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın mutlak rahmetiyle, kapsayıcı bağışlayıcılığı nereye gitmiş olur? Yalnız bir göz kırpması gibi olan bir sürede durup ta, milyarlar kere milyar kadar asırlarca dehşetli şeklide azab eden zat, en merhametli veya Rahim olabilir mi? Öyle bir zatın intikamı, gazabı, oranlanmayacak derecede mağfiretinden daha geniş olmaz mı?...

Ben sadece bu tür düşüncelere itimad edip, bütün insanlığın kurtuluşu hükmüne varmış olsaydım, elbette insanlık aleminin sonsuza dek azablandırılacağına inanmış insanların Allah'a gösterdikleri saygı ve yüceltmeden, bin katı fazlasıyla alemlerin Rabbi Allah'ı saymış ve yüceltmiş olurdum.
Diğer milletlerin herbiri, gelecekte kurtuluşu, büyük bağışlanışı yalnız kendilerine has kılarken; ebediyet yönünde bütün insanlık aleminin kurtuluşu, İslam'ın inancı kılınabilirse, böylesine yüce bir inanç İslamiyet için son derece büyük bir değer olmaz mıydı?

Şüphesiz öyle yüce bir inanış, İslamiyet'in Tevhid'den sonra en büyük ikinci meziyeti olabilir.
Elimde hiçbir delilim olmasaydı bile böyle büyük bir değeri İslami öğretilerin esasları arasına koymak için İslamiyet'e sevgimin yönlendirişiyle elbette ki sonuna kadar içtihad ederdim. Öyleyse, elimde son derece açık deliller varken, ben niçin susayım?

İnsanlığın sonsuz geleceğiyle ilgili bu büyük meseleyi, benden önce İslam Alimlerinin en büyükleri keşfetmişlerse, bu konuda büyüklere uymak şerefi bana yeter. Eğer meseleyi benden önce hiçbir kimse söylememişse, yahut söyleyip de isbat edememişse, belki ilk kez yalnız ben ortaya çıkarmışsam, isbat için de delilleri yalnız ben bulmuşsam, bundan daha büyük bir şerefe ihtiyacım yok ! Ben bu dünyada böyle bir şerefle yetinirim.
    Sus Hafız ! gayb eli ansızın
    Öyle yapar, ki! Bir gün olsun mutluluk istersin.
İşte ben tabi olarak ortaya çıkarma şerefine nail olmak niyetiyle, kalbimde yerleşmiş bir inancı halkın mütalaasına sundum. Dört beş adamın suçladığı gibi, bu meselede bir fitne ihtimali yoktur. Şu saatte benim kalemimle mesele halka sunulmuşsa, şüpheniz, yarın bu mesele başka bir adamın gayretiyle halkın fikrine sunulacak.
    Başına buyrukluktan dolayı bütünüyle adım kötüye çıktı,
    Meclislerde söylenen o sır nasıl gizli kalır?
"İnsanlığın gelecekteki hayatında İlahi Rahmet kapsayıcı olur mu? ya da "insanların çoğu İlahi Rahmet'ten sonsuza dek mahrum kalır mı?" meselelerine aid sözleri, kelamcılar kelam kitaplarında, tefsirlerde uzatmışlardı. Mezhebler, birbirlerinden ne kadar farklı olmuşsa da, sözler ne kadar çok söylenmişse de kelam kitapları genel olarak "İlahi Rahmet yalnız müminleredir; kafirlere değil" inancında ittifak etmişlerdi. Herkes imanı yalnız kendisine has kılıp, "İlahi Rahmet yalnız bana olur" inancındaydı. Buna yakın inanç İslam Aleminde, herkeste bu güne kadar devam etti. Kelam kitapları kendi taraflarına toptan cennete giriş belgesi ve cehennemden berat belgesi verip, muhaliflerine toptan haydutluk belgesi vermekten, yani cehennem yoluna giriş biletleri kesmekten başka bir şey bilmiyordu...

Kelamcılar sıra kendilerindeyken söyleyeceklerini söylediler, nöbet şimdi bize geldi.
    "Mecnun'un devri geçti, şimdi bizim çağımız
    Herkesin beş günlük keşiği vardır.
    Ey gönül, sevgilinin sonsuz lutfunu kıskanma,
    Herkesin düşüncesi, kendi himmeti ölçüsündedir."
Bundan sonra sıralayacağım delillerime bir anekdot olması niyetiyle burada kelam kitaplarında açıklanmış bir meseleyi nakledeyim:

Kelamcılar sevap (ödül) tahkikiyle ceza meselesinde; yani ibadeti itaat için ödül vermek, isyan, günah için de azab etmek meselesinde mezheplere ayrılmışlardı.

Kendilerine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ismini tahsis eden Eş'ari, Maturidi gibi mezhepler "sevap ile azabın hiçbiri, Allah'ın üzerine vacip değildir; belki sevap ilahi bir fazilet, azab ise, ilahi bir adalettir. Küfürden başka her günahı, Allah kendi iradesiyle af edebilir. Semavi kuralların zahirine göre küfrü af etmek asla mümkün değildir" derlerdi.

Bizim kelam ve usul kitaplarında "Mutezile" ismiyle anılan büyük bir mezhep vardır. Mezhebin sahipleri kendilerine "Tevhid ve Adalet Dostları" ismini verirler. Mezhebin kurucusu, sünnet ilimlerinde önderliğiyle, hutbelerindeki vaazlarındaki üstün söz gücüyle meşhur, İslam Dünyasının en saygıdeğer ismi Hasan el Basri Hz.'nin en büyük öğrencisi Vasıl b. Ata Hz.'ydi. Bu saygıdeğer İmam Vasıl Hz. de akılda, ilimde, ahlakta; Hasan el-Basri Hz.'nin bir nüsha olup, özellikte güzel konuşma konusunda en üst düzeye çıkmıştı.
İşte bu saygıdeğer imam Vasıl b. Ata Hz. sevap, azap meselesinde, üstadı Hasan el-Basri'nin görüşünden ayrılıp çok garip bir mezhep icat etti. Bu mezhebe göre "Taatlere (Allah'ın emirlerine uygun davranışlara) sevap vermek, günahlar için de eziyet etmek vaciptir; adaletin (!) gereği budur" muş. 

"Taatlere sevap vermek vaciptir" sözünün kusuru, biraz ince düşünülürse, ortaya çıkar. Çünkü bütün varlık dünyasının zerrelerine kadar sahibi Mutlak Baskın olan Hazret-i Allah'a, aklen bir hakkı vacip kılmak bozulmamış akla terstir. Bu kadar açık olan bir hakikatte sözü uzatmayıp İslam İmamı Filozof Ebu'l-Ala Hz.lerinin "el-Luzumiyyat"ında geçen iki beyti burada bir münasebetle nakledeyim:
    "İyilik cömertte tabiatı gereği,
    Cimride zorlamadandır.
    Allah'tan bol sevap umarız
    Üzerimizde kadim bir alacağı vardır."
Bu iki beyti tam manasıyla düşünen herbir akıllı, kendinin çok küçük itaatleri için sonsuz surette cenneti değil vacip kılmak, hatta taleb etmekten bile elbette utanır. Biz açık aklın yönlendirilişiyle hidayet bulursak, anlarız ki insanlara nasib edilen her bir lokma, her bir içecek büyük bir İlahi lütuftur. Varlığımızın da, bizim hayatımızın da, ibadetlerimizin de bütünü bize Allah tarafından verilmiş büyük nimetlerdir. Bin değil, milyon kusuru olan ibadetlerimiz karşılığında Alemlerin Rabbi Hz. Allah'a yüce Cennet'i vacip kılmak çok büyük bir ahmaklık olmazsa, elbette Allah'ın sonsuz lütuflarına, sınırsız keremine güvenmek dolayısıyla insanın kalbini istila eden büyük bir gururlanıştır.

Ben böyle düşüncelere dalarken kelamcıların bu büyük cesaretlerine, -tabirimi affetsinler- gafletlerine, edepsizliklerine fevkalade şaşarım. 

Meşhur Filozof Şair Sadi Hazretleri der ki:
    "Elden ve dilden ortaya çıkan şey
    Şükrünün üstesinden de gelir
    İyi kul odur ki, kendi kusurlarından dolayı
    Efendisinin dergahına özrünü beyan eder.
    Yoksa efendiliğinin gereğini
    Kimse yerine getiremez."
İşte Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın büyüklüğüne uygun edep budur. Böylesi bir edep tabii ki Molla Celal, Taftazani gibi kelam kitaplarında bulunmaz. Bunun için Gülistan, Hafız Divanı gibi edebi kitaplar gerekir.
Sevabın vücubunun (gerekliliğinin) batıllığı hakkında bu kadar sözle yetinip, şimdi kelamcıların azabın gerekirliliği hakkındaki sözlerine bakalım: 

Eşariler, Maturidiler tövbesiz bağışlanmanın cevazının küfrün dışında kalan günahlara hasredip, "küfür için elbette ikab vaciptir" dediler. Ama Vasıl b. Ata Hazretleri ve tabileri büyük günahları da küfür gibi kabul edip, büyük günahların her biri için muhakkak azab lazımdır inancındaydılar. 

Büyük günahları bir yana bırakıp, sözümüzü "küfür için azabın gerekirliliği" meselesiyle sınırlandıralım. Çünkü asıl maksat bu meseleyi halletmektir. "Küfr için azab vaciptir" ifadesinde "vaciptir"le murad edilen nedir?
Kural koyucunun bir şey insanların üzerlerine vacip kılınabilir. Fakat bu mana ile gerekirlilik, Mutlak Egemen Hazret-i Allah hakkında şüphesiz hiç bir şekilde mümkün olamaz. Çünkü bu mana ile gerekirliliği ispat etmek gerekir.

Allah Azze ve Celle Hazretleri hakkında bu anlamda gerekirliliğin, aklen ve hukuken imkansızlığı, kesin olarak bilindiğine göre, kelamcılar kendi iddialarını biraz ma'kul olabilecek tarzda göstermek için iki çeşit gerekirlilik ispat etmeye mecbur kaldılar. Biri "Vucub-u Aleyh"(Üzerine vacip olmuş) diğeri de "Vucub-u Minh" (Ondan vacip olmuş) dediler. "Allah tarafından emrin indirilmesi, diğer bir zat tarafından emrin indirilmesi lazım gibi ise de, "Allah tarafından vaciptir" demek için belki Allah Azze ve Celle Hazretleri'nin kendi hükmüyle, kendisinin gerekli kılmasıyla bir şey Allah'ın üzerine vacip olabilir dediler: "Vaid hakkında varid olan:

"Ey kitap verilenler! Yüzleri silip arkaya çevirerek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahud Cumartesi güncüleri lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce, elinizdeki kitabı tasdik ederek indirdiğimiz Kur'an'a inanın; Allah'ın emri daima yapılagelmiştir." (4:47)

"Allah: Benim katımda çekişmeyin, size bunu önceden bildirmiştim. Benim katımda söz değişmez, ben kullara asla zulmetmem." (50:28-29)

gibi ayetlerle büyük günahlar ve küfür için azab etmek Hazret-i Allah'ın kendi hükmüyle kendine vacip olur ise, bu durumda belki azab elbette caizdir, affetmek kesinlikle haramdır. Çünkü büyük günahlar veya küfür af olunup azab gerçekleşmezse, o zaman genel olarak göksel haberlerde özellikle Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde yalanın ortaya çıkması gerekir. Vaadden dönmek, yalan söz söylemek, Allah Teala Hazretleri hakkında aklen imkansızdır." dediler.

Kelam kitaplarını, tefsir kitaplarını son derece gayret ve büyük bir dikkat göstererek etüd eden her insaf sahibi bilir ki, şimdi açıklanan delil, -azabın gerekirliliği meselesinde- kelamcıların elinde bulunabilecek delillerin en güçlüsüdür; bundan daha güçlü bir delilleri yoktur. 

İşte eğer ben kelamcıların şu delillerini yıkabilirsem, o zaman kendi iddiamı kelamcıların her birine kabul ettirebilirim. 

Ben kelamcılarla tartışırken, kelamcılar gibi yapsaydım, kelamcılar gibi ayetleri tevil eder veya şarta bağlardım. Yahut vaid ayetleri, haber değil, inşa'dır; tersi vaki olduğunda, yalanlamasının gerçekleşmesi gerekmez derdim. Veya "Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'ın olduğunu bilmiyor musunuz? Dilediğine azabeder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadirdir." (5:40) gibi, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli sürelerde gelen Ayet-i Kerimelerle vaid ayetlerini Allah'ın şartına bağlayıp, azabın gerekirliliğini elbette reddederdim. Yahut "De ki: "Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, Bağışlayandır, Merhametlidir." (39:53) gibi üsteleyici bir kesinlikteki ayetlerle çelişkileri sonucunda bunları tercih edebilirdim. 

Kelamcılar hatırı için yine bu yollara girecek olsaydım, elbette bu yolların her biriyle kelamcıların delillerini çürütme hakkımı, kelamcıların kendileri de teslim ederlerdi. Fakat benim öyle yollara girmeye ihtiyacım yok. Çünkü en büyük delilleri de benim gözümde çok zayıf temeller üzerine bina edilmiştir. 

Kelamcılar sözden dönmekle af etmek ve vazgeçmekle yalan söylemek arasındaki farkları bilselerdi, böylesine korkunç hatalar yapmazlardı. 

Sözünde durmamak, aklen de hukuken de kötülenmiştir. Fakat affetmek, ahlaki erdemlerin en büyüklerindendir.

Yalan söylemek en büyük ayıptır, fakat "cezalandırırım" sözünden vazgeçmek en büyük lütuftur.
Allah, Kur'an-ı Kerim'de, "Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik" (14:4) buyurmuştur. Vaid ayetlerinin her birisi de Kur'an-ı Kerim'de Arap diliyle gelmiştir. Arapların dilinde, geleneğinde af etmek, azarlamaktan vazgeçmek hiç bir zaman yalandan sayılmıyor. Arap geleneğinde azarlamaktan vazgeçmek, canilerin cinayetlerini af etmek en övülen, en yüce erdemlerden sayılır.
Kelamcılar vaid ayetlerinden azabın gerekirliliğini anlamışlarsa, ben İlahi Rahmet'in genişliğine güvenip, Arap geleneğinin tanıklığıyla, "elbet kıyamet gününde Allah her bir insanın günahından vazgeçer" inancında olmuşsam, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın huzurunda daha edepli davranmış, hem de Kur'an-ı Kerim'i daha güzel anlamış olurum. 

Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin b. Arabi Hz.leri Fütuhat'ının 4.Cüz'ünün 517'inci sayfasında diyor ki:
Burada kelamcılar Allah'ın haberinde yalanın çıkmasının imkansız olduğu gerçeğini yadsıyarak büyük bir hataya düştüler. Şeriatın nazil olduğu (dilin) örfünde, bu tür şeylerin "yalan" diye isimlendirilmediğini kestiremediler. Hükmün varoluşunu ilminin akli delillerinden habersizdirler. Aklı ve anlayışı kısa kimseler, bunun hem dünya selam da hem ahıretteki delaletini bir tuttular. Bu uygun bir yaklaşım değildir. Şeriatın hitabındaki amacına bak! Hitap eden kimdir, hatibin dili hangi dildir ve ümmetin uygulaması nasıl gelenekselleşmiş (hangi örf oluşmuş) tur. 

Arabın biri şöyle demiştir: "Ben tehdit ettiğimde (vaid) veya söz verdiğimde (vad), tehdidimden dönerim, sözümü ise tutarım"

Yalnız, Allah vadinden döndü denilemez. O, kulundan vazgeçip, günahını bağışlamıştır.
İslam alimlerinin büyüklerinden İmam Yahya b. Muaz Hazretleri diyor ki:

"Vad ve vaid gerçektir. 'Şöyle yaptıklarında, şunu vereceğim' diye kesin söz verdiğinde, vad kulun Allah üzerindeki hakkıdır. Sözünde (vad) durmaya Allah'tan daha layık kim vardır?

'Şöyle yapmayın, eğer yaparsanız size azap ederim' dediği halde onlar bunu yaptıklarında ise, vaid Allah Teala'nın kullar üzerindeki hakkıdır. Artık dilerse bağışlar, dilerse azap eder. Bu onun hakkıdır. Bunlardan Allah'a en yakışanı bağışlama ve keremdir. Çünkü O, Gafur ve Rahim'dir."

Kelamcıların delillerini çürütme makamında şimdilik yalnız bu kadarla yetinirim. Bundan sonra, inşallah Kur'an-ı Kerim'den tevilsiz olarak ayetleri anlayan insanlara sunarım. Kur'an-ı Kerim'i kelami sözlerle tefsir etmeyi adet edinen imam efendilerin kalb hastalıklarına muhtemelen biraz şifa verebilirim -İnşaallah.-.
Kendi kavrayışlarının kapsamına girmeyen her hakikati inkar eden imam efendiler anlarsalar, şu beyitleri okuyayım:
    Hafız'ı ayıplama ey vaiz, dinden çıktı diye,
    Özgürlüğün ayağı bağlanmaz, nereye isterse gider.
    Gel marifeti benden dinle,
    Sözümde Ruh ül-Kudüs feyzinden mutluluk nükteleri geçer.
    _
    Bütün insanların Tanrı inançlarını tasvip eden gaybın dili 
     
    Hafız-ı Şirazi Hazretleri
    ____________________ * * *
    Dostlarım, kardeşlerim! Siz mollalar işitiniz:
    Şu iki sözü beni kabrime gömdüğünüzde okuyun.
    Tekfirciler bu sözümü görüp şaşırsın:
    "Gör, göğsüm, ne şekil iman ile Kur'an (ile) doludur."
    _
    Milli şairimiz edib-i muhterem,
    Abdullah Tugayef Efendi
    ____________________ * * *
    Sözlerim nedeniyle benimle tartışan kişi bilsin,
    İnsanlar düşmanıdır bilmediğinin.
    _
    Edebiyat yönünde bütün insanlık aleminin kurtuluşuna yakinen iman eden 
     
    Musa Carullah Bigiyef
     
     
    Dördüncü Bölüm
    Karşıma Çıkan Engeller
     
    Rakibim, bu konudan yüz çevir diye beni eleştirdi.
    Başımıza ne geldi ki, yerin kapısında o topraktan da değersiz.
    Hafız gibi kanaata çabala ve aşağılık dünyayı bir yana bırak.
    İki yüz batman altın etmez, alçakların bir nebzecik mihneti.
     
    Fikir hürriyetine giden yolları bağlamak için yapılan hareketlere ve her meseleyi, kendi inançları ve düşünceleri ile sınırlamak için gösterilen gayretlere değer vermeyip, kendi iddiamı ispat konusunda sebat ederim.

    Biliyorum ki, benim iddiam ispat edilirse, İslamiyet'in çehresi güzel olacak. Bütün dinler arasında İslamiyet'in değeri, yüceliği, daha bir artacak. "Kurtuluş yalnız banadır!" gibi gururlanış üzerine tesis edilmiş inançlardan İslamiyet'in inancı temizlenecek, İslamiyet'in hakikati , Cehennem'den korkutma yoluyla değil, Kur'an-ı Kerim'de İlahi ifadelerle bildirilmiş delillerle isbat edilecek...

    Dinler Tarihinde Avrupalı ilim adamlarının kalemiyle yazılmış büyük-küçük kitapların bazılarını etüd etmiştim. O büyük profesörlerin, uzmanların yöntemleri, kendi dinlerinden başka dinlere bakış açıları bana biraz garip görünmüştü. Özellikle Yahudiliği, İslamiyet'i, Budistliği açıklarlarken, profesörlerin kalemiyle yazılanlar, bu üç dinin öğretilerini biraz bilen herkesi üzecek kadar gerçeklikten uzaktı. İslam Tarihini yazarlarken, Hıristiyan alimleri tarafından İslam Peygamberi -aleyhi-s selam- aleyhine söylenen sözleri burada zikretmeye gerek yok.

    Profesörleri reddetmek cesaretiyle değil, sadece hakikati tahrifsiz ortaya koymak niyetiyle, İslam hakkında bir şey yazıp bu saldırılarını uzaklaştırmak arzusundaydım. Mutlak Hakikatlere ve Kur'an-ı Kerim'de gelen yüce öğretilere dayanarak gücümün elverdiğince, Avrupalı ilim adamları tarafından söylenen sözlere karşılık vermeyi bir görev saydım.

    Bu yıl Huseyniyye Medresesi'ndeki Dinler Tarihi bahislerini bu düşüncemi uygulamaya koymak için bir fırsat bildim. Diğer konuşmacılar gibi ya o, ya bu tarafa meyletmemek için, dinleri taassupsuz açıklamayı zorunlu saydım. Bu zorunlu sayışın lafta kalmaması için, her bir dini tasvip etme konusunda eskiden beri gönlümde derinleşen inancımı bir önsöz şeklinde sunmuştum da. Yine bu düşünceyle, "sonsuzluk yönünde İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı" hakkında 'İslam alimlerinin yüce eserlerinde açıklanan meseleyi de ortaya koyup, bu meseleyi İnşaallah. Kur'an ayetleriyle ispat ederim.' Demiştim.
    Bunlardan amacım, öğrencilere dinler tarihini taassupsuz bahsedip, karşılaştırma yöntemiyle, gençler İslamiyet'in üstünlüğü konusunda aydınlatmaktı.

      "Gözümüz, yaptığı işi görmeden yapmadı"
    Şu anki şartlar öğrencilerle uğraşmamıza müsaade eder mi etmez mi bilinmez; fakat yukarıda söylediğim maksadımı imkan el verdiğince izleyeceğim.

    Beşinci Bölüm
    İlahi Rahmetin Kuşatıcılığı Hakkında Delillerim I
     
    Şimdi sıra İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı meselesinde delillerimi ortaya koymaya geldi. Delillerimi birer birer açıklamadan önce "insanların cehennemde sonsuza dek kalacakları" düşüncesine kaynaklık eden ayet-i kerimeler hakkında fikrimi özetle sunmam gerekir. Çünkü sonsuzluk yönünde kurtuluşu yalnız kendileriyle sınırlandıran kelam mezhepleri ve benim iddiamın Kur'an-ı Kerim'e kesinlikle aykırı olduğunu söyleyen mollalar, sadece o ayet-i kerimelere dayanıyorlar.

    Kur'an-ı Kerim'de azab ayetleri "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, Rahmetim herşeyi kaplamıştır" gibi çoğunlukla istekle kayıtlanmıştır. el-A'raf Suresi'nin 156.ayet-i kerimesinde Tevrat sahibi saygıdeğer Peygamber Musa'ya hitaben Alemlerin Rabbi Allah Hazretleri "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, Rahmetim herşeyi kaplamıştır." (7:156) buyurmuştur. Burada eğer azab olacak ise, isteğe bağlı olarak olacağı ifade edilip, sonuçta Rahmet'in bütün insanları, yalnız insanları değil belki bütün herşeyi kapsayacağı, çok açık bir İlahi sesleniş ile bildirilmiştir.

    Azabın kendisi isteğe bağlı olursa, elbette azapta sonsuza dek kalmak, azabın sonsuzluğu da, isteğe bağlı olarak kayıtlanmış olur.

    el-En'am Suresi'nin 128. Ayet-i kerimesinde "Allah hepsini toplayacağı gün, "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der. İnsanlardan onlara uymuş olanlar "Bir kısmımız, diğerlerimizden faydalandı ve sonunda bize tayin ettiğin sürenin sonuna geldik" derler. 'Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak , temelli kalacağınızdır' der. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir." (6:128) şeklinde istisnalar, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde varid olmuştur.

    Hud Suresi'nin 106-107. Ayet-i kerimelerinde "Bedbaht olanlar cehennemdedirler. Onlar orada ah edip inlerler. Rabbinin dilemesi bir yana gökler ve yer durdukça, orada temelli kalacaklardır. Rabbin, şüphesiz her istediğini yapar." (11:106-107) ebedilik hem istisna (meşiyet) hem de göklerin ve yerin devam ettiği müddetle kayıtlanmıştır. Fakat, "Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek Allah'ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma; doğrusu Allah güçlüdür, öc alandır." (14:48) ayet-i kerimesinde bu gökler ve yerin birgün yok olacakları haber verilmiştir. Bu ayet-i kerimede ebedilik mukayyed ise, biz de usulcülerin "hadiselerin sebebi olan bir mutlak, mukayyed hamlolunur" kaidesiyle amel edip, mutlak zikredilen ebedilikleri "Rabbinin dilemesi bir yana gökler ve yer durdukça," kaydıyla takyid edebiliriz.
    Azabın kendisi de, azabın ebediliği de meşiyyet ile kayıtlanmış ise, Kur'an-ı Kerim'de zikrolunan ebedilik ya istisna veya sonu olan bir müddet ile kayıtlanmış ise, işte bizim davamızın ispatına çok geniş bir meydan hazırlandı demektir.

    Üçüncü bölümde küfr için cezalandırma(ikab) meselesini biraz tenkit etmiştik. Şimdi burada azabın da ebediliğinin de meş'iyet veya bir müddet ile takyid edildiğini isbat etmiş gibi olduk. Bizim Eşariler ve Maturidiler buna kanaat etmezler ise, onları kabul etmeye mecbur edecek şekilde iki ayet daha var:
    Nisa Suresi'nde mirasta feraizi açıkladıktan sonra 13. Ayet-i kerimede alemlerin Rabbi Allah Hazretleri: "Bunlar Allah'ın yasalarıdır. Allah'a ve Peygambere kim itaat ederse onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Kim Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır." (4:13-14) buyurmuştur.

    Nisa suresi 93. Ayet-i kerimede alemlerin Rabbi Allah hazretleri: "Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır." (4:93) buyurmuştur.

    Bu ayet-i kerimelerin ifadelerine göre, bir mümini haksız olarak öldüren kişi ve mirasta Allah tarafından takdir edilen paya tecavüz eden kişi cehennemde ebedi kalacaktır. Fakat bizim Eşariler ve Maturidiler bu iki hükmü kabul etmiyorlar. Kendi mezheplerini korumak hayaliyle bu iki ayeti tevil, daha doğrusu, tahrif ediyorlar. Buyursunlar, görelim tevil etsinler! Biz de Eşarilerin hatırı için, küfr hakkında varid olan ebediliği de böyle teviller ile tevil ederiz. Kendi mezhepleri için caiz gördükleri tevillerini Eşariler ve Maturidiler her halde kerem edip bize de ihsan ederler. Şayet tevilleri kendilerine yarayacak derecede aziz olup, bize ihsan olunmaz ise, o zaman biz kendimizin asıl yoluna girip, Kur'an-ı Kerim'i asla tevil etmemek tarafında memnuniyetle kalırız. İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı meselesinde burhanlarımı birer birer sunayım:

    1.Burhan:

    "Bu dünyada ve ahırette bizim için güzel olanı yaz; biz Sana yöneldik" dedi. Allah: "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır. Bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanları, zekat verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağız" buyurdu. (7:156)

    Bu ayet-i kerimede alemlerin Rabbi Allah hazretleri isterse azab edeceğinden haber veriyor. Bundan sonra "rahmetim herşeyi kaplamıştır" mübarek cümlesiyle bütün insanların belki bütün şeylerin geniş rahmette ebedi kalacaklarını beyan etmiştir . Azabı meşiyyet ile takyid edip de, rahmeti mutlak zikretmek, "şey" gibi en umumi bir tabir üzerine "küll" (her) gibi en kuşatıcı bir istiğrak harfi eklemek; ebediyet yönünde her bir insanın zaruri olarak mutlak İlahi Rahmet'te bekasına elbette çok açık tarzda delalet eder.

    Bu ayet-i kerimede hiçbir insan "ebediyet yönünde İlahi rahmet'te ebedi olarak kalmak"dan istisna edilmemiştir. Fakat bizim kelamcılar, bizim Rusya imamları "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim herşeyi kaplamıştır. Bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağız" mu'ciz cümlesine yapışıp, İlahi Rahmet'i ebediyet yönünde kurtuluşu yalnız müminlere hasretmek darlığına kapılmışlardır.

    Bu ayet-i kerimede, "Bunu...yapacağız" mu'ciz cümlesiyle hasr iddiasında bulunmak meselesinde kelamcılar çok açık surette birkaç ilmi hataya ya kasıtlı veya cehaletle düştüler. Mantık yahud usul-u fikh kaidelerine biraz aşina olan her insan o hataları biraz düşünmekle bilir:

    a. İlk hataları : Umumun hükmüne uygun diğer bir hükümle umumu tahsis etmek meselesidir. Mantık ve usul kitaplarının açıklamalarına göre, bir hükmü diğer hükümle tahsis etmek için, hükümler arasında bir çelişki olması gerekir. Hass'ın hükmü umumun hükmüne uygun olur ise, o zaman umumun hükmü tahsis olunmaz, (insan yürür) hükmüyle (canlılar yürür) hükmü hiçbir zaman tahsis olunamaz. (Hüre karşı hür) yüce cümlesiyle (cana karşı can) genel ifadesindeki umumluk asla batıl olmaz.

    "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" umumi cümlesiyle "Bunu sakınanlar...yazacağız" hususi cümlesi bir diğerine uygun iki hükümdür. Öncekinde olan umumluğu ikincide olan hususlukla tahsis etmek lugattan de, ilmin kaidelerinden de anlamamak demektir. Böyle hatalar kelamcıların kendilerine aid meselelerde kabul edilebilirse de , insanlık aleminin bütününe ve merhametlilerin en merhametlisi alemlerin Rabbi Allah hazretlerinin katılaşması mümkün olmayan sonsuz İlahi Rahmet'ine aid meselelerde asla kabul edilemez.

    Kelamcılar, hitapta şiddetimizi herhalde bağışlarlar. Çünkü "bütün insanlık alemini müebbet surette ateşte yakmak" gibi katılıklara tarafımızdan gösterilen bu şiddet aşarı duygusallıktan irademiz dışında yapılan bir davranıştır. Mecburiyet hükmüyle meydana gelen hareketleri, İslam Şeriatı affeder.
    b. İkinci hataları : "Takyid edilenlere rahmet etmek" ile "rahmeti takyid etmek" gibi bir birinden tamamen başka şeyleri fark etmemeleridir. "Bunu sakınanlara....yazacağız" İlahi cümlesi takyid edilenler, yani müminlere vacip olarak rahmet etmeyi kesinlikle ifade eder ise de, hiç bir şekilde İlahi Rahmet'in sınırlandırılmasına kesinlikle delalet etmiyor. İttika edenlere, zekat verenlere, müminlere vacip olarak Allah rahmet eder, bunda şüphe yok. Fakat "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" gibi tahsis edilmesi mümkün olmayan muhkem nass var iken, "başkalarına rahmet etmez" sözü nereden çıkıyor. Niçin bizim kelamcılar böyle açık şeyleri anlamıyor? Ben bu "niçin"i Arab Edebiyatı'nda biraz açıklamıştım.

    Davamıza birinci burhan olmak üzere biz bu ayet-i kerimeyi tefsir ettik. Çünkü kelamcılar, ebediyyet aleminde İlahi Rahmet'in yalnız kendileriyle sınırlı kalacağını isbat makamında bu ayet-i kerimeye sarılıyorlar. Açıklamalarımızdan kelamcıların delil getirmelerindeki hataları ve bu mu'ciz ayetin Davamıza sarih olarak delaleti açık şekilde görüldü.
    Şimdi bu mu'ciz ayetin beliğ ifadesinden faydalanmak için, bu mu'ciz ayetin İlahi hitabına istifade kulağını verelim:

    "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" umumi cümlesi amel karşılığında değil, yalnız ihsan ve ikram yoluyla bütün insanlara bolca verilen mutlak İlahi Rahmet'in kapsayıcılığına delalet eder. Allah hazretlerinin rahmetinin çoğu bu türdendir: İnsanlara bolca verilen var olmak, sıhhat, hidayet, taat, nübüvvet, akıl gibi nimetlerin herbiri rahmetin ihsan ve ikramı feyziyle insanlara verilmiştir. Bu rahmetin ihsan ve ikramı insanların ve zamanların hiçbirine mahsus değildir. Dünyada her dakika bütün insanlara hesapsız şekilde bu rahmet bolca verildiği gibi, elbette ahırette de bu rahmetin ihsan ve ikramı herbir insana istisnasız bolca verilecektir. "Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım" delaletiyle İlahi meşiyyetin gerçekleşmesi noktasında, bir müddet bazı insanlara azab edilecekse de, "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" delaletiyle sonuçta tüm insanların İlahi Rahmet'te ebedi kalması kesinlikle sabittir.

    "Bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağız" hususi cümlesi; amel, yani ittika, zekat, iman karşılığında fazilet ve ihsan yoluyla yalnız müminlere hususi İlahi Rahmet'in yazıldığına delalet eder. Hususi Rahmetin yazılması el-En'am suresinin 54.ayet-i kerimesinden anlaşılmaktadır:

    "Ayetlerimize inananlar sana gelince: 'Size selam olsun' de. Rabbiniz, sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tövbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır. O, bağışlar ve merhamet eder" (6:54)

    Bu birbirine hüküm itibari ile uygun mu'ciz iki cümlenin biri "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" kerim cümlesi, diğeri "Bunu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağız" keremli cümlesinin ifadesiyle iki tür rahmet sabit olur.

    Biri amel karşılığında olmayıp yalnız merhametlilerin en merhametlisi alemlerin Rabbi Allah hazretlerinin ihsan ve ikramıyla istisnasız bütün insanlara, hem dünyada hem ahırette hesapsız esirgemeksizin verilen 'umumi rahmet'tir.

    Diğeri ittika, zekat, iman gibi amel karşılığında bir ecir olması sıfatıyla Şari-i kerim Allah hazretleri tarafından vaadolunan yazılmış rahmet'tir.

    İnsanlar umumi rahmete hakketmeksizin kavuşurlar; hususi rahmeti ise her bir insan yalnız gayretiyle, insan hayatının maslahatları ile ilgili hayır işleri yapmakla (hakk) kazanır.

    Allah kuşatıcı rahmetiyle büyük varlık alemini yaratıp, bütün varlık alemini terbiye eder; yazılmış rahmetiyle bütün insanları yüce derecelere kavuşmaları için hayır yolunda yardımlaşmaya çağırır.
    Allah sınırsız rahmet denizini açığa çıkarıp, baki kılmak için kapsayıcı rahmetini sınırlandırmaksızın bütün insanlara ebedi olarak esirgemeksizin vermiştir. Canlılar aleminde insanları tembel ve (başı) boş bırakmamak ve insanları bozgunculuk (fesad) yolundan engelleyip salah yoluna çağırmak için, hususi rahmetini yalnız amel edenlere, hayatın maslahatları yolunda çalışanlara, insanlara zarar vermekten kaçınıp kendinin olgunlaşması yolunda hareket edenlere tahsis etmiştir.

    2. Burhan:

    Ben şimdi alemlerin rabbi Allah hazretlerinin sınırsız kapsayıcı rahmetini açıklamam münasebetiyle bizim Rusya müslümanlarının gönüllerinde derinleşmiş, hem de ya darlık veya mağruriyet esasına bine edilmiş eski bir itikadın manasızlığını göstermeyi uygun ve yerinde gördüm:

    Müslümanların çoğu "Bismillahirrahmanirrahim" mübarek ayet-i kerimesine mana verirken "Dünyada bütün insanlara, ahırette yalnız müminlere rahmet eden Allah adıyla..." derler.
    Bu i'tikad, gayet keyfi, çok anlamsız, temeli çok zayıf bir tefsir üzerine bina edilmiştir. Güya "er-Rahman"ın yapısı "er-Rahim"in mana yapısından daha beliğmiş de; beliğlik de dünyada rahmetin umum kapsayıcılığı, ahırette rahmetin hususiliği ile olurmuş. Bu tefsirin esası, bizim görüşümüze göre gayet manalıdır. Çünkü kelimenin konuşuluşu (vazolunuşu) itibariyle daha beliğ olma kabul edilirse, o zaman er-Rahman'ın hem dünyada, hem ahırette bütün insanlara, er-Rahim'in ise yalnız dünyada (rahmet etmesi) uygun olurdu. Bundan dolayı, Rahman ve Rahim gibi mübalağa sigalarını tefsir ederken, ebediyet yönünde çoğu insanların müebbet surette Allah'ın rahmetinden mahrum olacaklarını söylemek, Allah'ın rahmetinde mübalağayı açıklamak değil, belki rahmetin en büyük kusurunu göstermek olur.

    Biz de daha beliğ olma meselesinde meşhur görüşe muvafakat ederiz. Rahman kelimesinin yapısı Rahim kelimesinin yapısından daha beliğdir. Fakat "er-Rahman", kapsayıcı rahmetiyle bütün insanlara daima rahmet eden anlamındadır; "er-Rahim" ise hususi rahmetiyle yalnız amel edenlere rahmet eder manasınadır.

    Bizim bu tefsirimiz İlahi Rahmet'te mübalağanın varlığını tamamiyle isbat eder. Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetleri de bizim tefsirimizi teyid eder:

    Kur'an-ı Kerim'de kıyamet halleri açıklanırken, alemlerin Rabbi Allah hazretleri ayetlerin çoğunda "er-Rahman" ismiyle isimlenmiştir. Bununla "er-Rahman"ın dünyaya tahsisi, şüphesiz şekilde sabit olur.
    Kur'an-ı Kerim'de rahmetin kapsayıcılığı, bütün eşyayı istinasız kuşatması açıklanırken, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" (20:5) ayet-i kerimesinde "er-Rahman"ın zikredilmesi de bizim tefsirimizi güçlendirir. Çünkü arşın hakikati, müfessirlerin hiçbirince bilinmiyor ise de, hem dünyada hem ahırette bekası bütün mevcudattan büyük olup, sonsuza dek kalacak olan Yüce Arş'ı; Allah'ın kapsayıcı rahmeti kuşatmış ise, ahırette İlahi Rahmet'in umumi olması, istisnasız bütün insanlara esirgemeksizin verilmesi "Rahman Arş'a istiva etmiştir" (20:5) ayet-i kerimesiyle kesin olan şüphesiz şeklide sabit olur.

    Benim "Rahman Arş'a istiva etmiştir" (20:5) ayet-i kerimesine ait açıklamamda, zannediyorum, yorum filan yoktur. Öyle ise bu ayet-i kerimeyi ben "İlahi Rahmetin Kapsayıcılığı" meselesinde ikinci delilim gibi gösterebilirim. Zannederim bu hakkımı, insaf sahibi herkes kabul eder. Çünkü, lugatın delaletine en yakın açıklamadır.

    Şayet bu sözüm sabit olursa, burada ayrıca bir madde olarak anılabilecek başka bir ilmi fayda daha elde edilir: "Rahman Arş'a istiva etmiştir"(20:5) ayet-i kerimesi müteşabih olmaktan çıkıp, manası çok açık, muhkem bir ayet olur. Bu faydanın kıymeti takdir edilebilirse müfessirler ve usulcüler için zararsız bir faydadır.

    Bence bundan farklı açıklamalar bu derece doğru olamaz. Çünkü "Allah Arş'a istiva etmiştir" cümlesiyle "Rahman Arş'a istiva etmiştir."(20:5) ayet-i kerimesi arasında anlam açısından elbette fark aramak gerekir. Sözü yerinde ve güzel kullanmanın gereği de budur. Niçin "Allah Arş'a istiva etmiştir" demeyip, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" demiş? Bunu düşünmek gerekir.

    Bizim açıklamamıza göre, ayet-i kerime, rahmetin varlık alemini kuşatmasına delil olup, müteşabih değildir. Ayet-i kerimeden anlaşılan istikrar "İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır" (2:5) ayet-i kerimesindeki istikrar gibidir.

    "Allah'ın beyanında ne örtü vardır, ne perde. Ancak, görebilmek için yolun tozunu yatıştırmalısın"
    maksadın dışına çıkma sakıncası olmasaydı, açıklaması için çeşitli kitapların yazıldığı bu ayet-i kerime hakkında, biz burada kendi fikrimizi bir miktar daha açacaktık.

    3. Burhan

    Şimdi maksadımıza gelip, "İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı" meselesinde üçüncü delilimizi söyleyelim.
    "De ki: Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Doğrusu Allah, günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir." (39:53)
    İnsanların herbiri şüphesiz "ey kullarım" ifadesinin kapsamına girer.

    "Göklerde ve yerde olanlar, Rahman'a boyun eğmiş kul olarak gelecektir" (19:93)
    İsrafı (aşırı gitmeyi) da ayet-i kerime mutlak bırakıp "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden" kapsamından hiçbir müsrifi (aşırı gideni) istisna etmemiştir.

    Sonra Kur'an-ı Kerim, "Allah bütün günahları bağışlar" tekrar cümlesiyle "Allah herbir günahı elbette bağışlar" demiştir. Burada "ez-Zunube cemian" ifadesi, değiştirilmesi, istisnası mümkün olmayan bir açıklıkta, geçersizliği kabil olmayan bir kesinliktedir. Şüphesiz ki "ez-Zunube cemian" büyük günahları da, küfrü de kapsar. Hatta küfür öncelikle olarak "ez-Zunube cemian" ifadesi kapsamına girer. Fakat şu kadar var ki, Kur'an-ı Kerim "Rahman kimseye azap etmez" dememiş, aksine "Allah bütün günahları bağışlar" demiştir. Bağışlama (mağfiret)nın ise iki tür ihtimali vardır.

    a. Hiç azab etmeyip, bağışlamak. b. Bir müddet azaptan sonra bağışlamak.

    Buna göre de "Allah bütün günahları bağışlar" (39:53) ayet-i kerimesi "Allah kendisine ortak koşmayı bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar" (4:48) ayet-i kerimesiyle hiçbir şekilde çatışmıyor.
    Çünkü "Allah Kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz" ayet-i kerimesi sadece azarlamaya kaynaklık edip, terbiye edişe kaynaklık etmiyor. "Allah bütün günahları bağışlar" ayet-i kerimesi bir müddet kadar azabtan sonra bağışlamanın gerçekleşeceğini kesin olarak gösterir.

    Kelamcılar, şu iki ayet-i kerime arasında çelişki vardır, deseler de isabet etmemişlerdir. Faraza çelişmenin varlığı kabul edilse de "Allah bütün günahları bağışlar" ayet-i kerimesinin vaad (söz verme) olması yönüyle, vaid(tehdit) olan "Allah Kendisine ortak koşmayı bağışlamaz" ayeti kerimesine göre önceliği elbette gereklidir. Çünkü affetmek, bağışlamak Allah'ın lütufkarlığına, hikmetine, çok daha uygundur.

    Ayet-i kerimenin sonunda gelen yüce "O, Gafur ve Rahim'dir" (39:53) cümlesi de hem buna delil olur, hem de bunu destekleyerek doğrular. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Doğrusu Allah, günahların hepsini bağışlar" cümlesinin "Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir" cümlesi ile kesin olarak te'kidi, ne olursa olsun mağfiretin gerçekleşmeyeceğini ifade ediyorsa, bir kez rahmeti koyduktan sonra, bir de bağışlayıcılığı koymakta bir mana kalmazdı.

    Bununla üç delilimiz tamamlandı. Bunlardan bir derece aşağı deliller üzerine kelamcılar büyük mezhebler kurarlar. Bizim şu üç delilimizden daha güçlü delillerimiz varsa da, biz bir mezhep kurmak hayalinde değiliz.

    Ben ve kitabı inkar! Bu nasıl hikayedir?
    Galiba bu kadar da akıl ve kifayetim vardır.
    Zahid, benim iddiamı kabul etmezse mazurdur.
    Aşk-ı ilim, hidayete bağlı bir iştir.
    İlmi bir meselenin aleyhinde veya lehinde yazarsam, yalnız Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine, ya da yaradılmışların Efendisi İslam Peygamberi, kanun koyucu -aleyh is-salatu v-es-selam Hazretleri'nin sabit hadislerine dayanırım. Büyük alimlere herkesten çok saygı duyuyorsam da, ilmi bir meseleyi açıklarken o büyüklerin sözlerine, senet olma sıfatı veremem.

    Niçin?

    Çünkü Kur'an-ı Kerim, imamlarımızın elinde de, talebelerimizin elinde de kalmadı. Kur'an-ı Kerim'i veya Peygamberin hadislerini hayata getirmek için inanca dair konularda yazarken, kelam kitaplarının; fıkhi konulardan bahsederken, Cami ur-Rumuz, Bezzaziye, İbn Abidin gibi kitapların, bizim gözümüzde delil olmak sıfatıyla bir paralık önemi yoktur.

    "Kendilerine okunan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır" (29:51)

    Zahirci zahid, bizim halimizi bilmez.
    Hakkımızda her söylediğinde hiç ikraha yer yok.
     

    Altıncı Bölüm 
     
    İlahi Rahmetin Kuşatıcılığı Hakkında Delillerim II
     
    Üçüncü bölümde Kur'an-ı Kerim ayetlerinden üç delil ileri sürmüştüm. Diğer ayet-i kerimeleri ileri sürmeden önce, küçük bir fayda düşüncesiyle, arada iki sahih hadisi ortaya koymayı uygun buldum.

    4. Burhan

    Hadisçilerin en büyük İmamı Muhammed b. İsmail el-Buhari Hazretleri sıhhat, ümmetin tamamınca kabul edilmiş kitabında, İslam'ın en büyük halifesi, sahabilerin en alimi Ömer b. el-Hattab -radiyallahu anh- Hazretlerinden şöyle rivayet eder.

    Yaratılmışların Efendisi -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretleri buyurdu ki: "Şu ana kendi yavrusunu ateşin içine bırakır mı dersiniz? Ashab: "Hayır, gücü oldukça elbette hiç bir zaman bırakmaz" dediler. Bütün alemler rahmet olmak sıfatıyla gönderilen İslam Peygamberi -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretleri o zaman şöyle buyurdu: "Yemin ederim, Allah kendi kullarına, şu ananın kendi yavrusuna duyduğu merhametten daha merhametlidir."

      Devlet güneşi damlıyor, hani güneşe benzeyen kadeh!
      Bundan daha iyi bir delil nerede bulunabilir,
      Ver şaraptan bir kadeh.
       
    Muhterem İmam Efendiler, hadis kitaplarına müracaat etsinler. Bu hadis ve bunun gibi başka hadisler, Sahih-i Buhari'de ve hadis kitaplarının çoğunda vardır. Böyle hadislerin delil oluşları son derece açıktır. Haşiyelerin (dipnot), açıklamalarının(şerh) ifadelerine hiçbir açıdan ihtiyaç yoktur.

      Bizim şarabımızdan dolayı bil ki
      O parlak güneşi çölde mum ışığıyla arar.
       
    İddiamıza karşı söylenebilecek sözleri işitmek için biz de dipnotlara, açıklamalara müracaat ettik, gördük ki: Açıklamalar (Bu hadiste esir kadınlara bakmanın cevazı vardır) gibi son derece önemsiz sonuçlara varıp, aslında delil olmayacak şeylere yapışarak genel olanın sadece inananlara özel kılınmasının iddia etmişler. Ben o iddiaların temelsizliğini "Şura"nın 24.sayısında biraz göstermiştim. Bu yüzden tekrar etmeyip, delillerimin beşincisi olan hadis-i şerifi naklediyorum.


RAHMET-İ İLAHİYE BURHANLARI


    5. Burhan

    Allah meleklerin, nebilerin ve müminlerin şefaat ettiği bugün hakkında "cehennem de bir zerre miktar hayır bulunan hiç kimse kalmadı" buyurmuştur. Geride Erham er-Rahimin vardır.

    Mübarek "Geride Erham er-Rahimin vardır." cümlesinin anlamı nedir? Allah'ın rahmetine oranla rahmetleri çok az olan meleklerin ve insanların aracılığıyla (şefaat) kalbinde zerre kadar hayır olan insanlar azabtan kurtulup, sonsuz saadete kavuşacaklar ise, merhametlilerin en merhametlisi Hazret-i Allah'ın sınırsız rahmetiyle azabtan kurtulacak insanları şimdi siz izah ediniz.!

    6. Burhan

    "Gökler neredeyse çatlayacak. Melekler ise Rablerini överek tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar için,O'ndan bağışlanma dilerler. İyi bilin, Allah şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir." (42:5)
    Bu ayet-i kerimede meleklerin bağışlanma dilekleri yeryüzündeki herbir insanı; inananları, inanmayanları elbette içerir. Ayetin sonunda tekrar "İyi bilin, Allah şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir."yüce cümlesiyle Hazret-i Allah bağışlanma dileğinin kabul edildiğini müjdelemiştir. Bağışlama dileklerinin sonunda bağışlanmayacak olsaydı, rahmet ve bağışlayıcılık sıfatlarını koymayıp "Allah dilediğini yapandır" gibi sıfatları koyardı.

      Mülk ve millet aleminin halkına dua ettiğimde
      Amin der Arşın sağından Ruh ül-emin.
       
    Mezheplerinin darlığından ötürü bu ayet-i kerimenin genellemesine tahammül edemeyen kelamcılar, Hazret-i Allah'ın genel kıldığı bir hükmü özel kılmak arzusuyla, "Yeryüzündekiler" gibi genelleyen ifadesi, el-Mu'min Suresi'nde inen "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler; O'na inanırlar. Müminler için bağışlanma dilerler" (40:7) ayet-i kerimesiyle özelleştirmek hayaline kapıldılar.

    Böyle hareketleri görünce, insan kelamcıların kendini beğenmişliğine hayret eder. Kendi mezheplerini korumak yolunda bütün insanları sonsuza dek ateşte yakar, fakat kendi inancını düzeltip değiştirmeye rıza göstermezler. Bütün insanlık alemi yüzükoyun gitsin, yalnız kelamcıların mezhebi sağ kalsın. En büyük maksatları budur!

    Üçüncü bölümde, herbirine uygun olan hükümlerin biri diğeriyle özelleştirilemeyeceğini yazmıştım. Genelleyen ifadeyi (umum), diğer bir nitelikle özelleştirmek (tahsis) için iki hüküm arasında çatışma olması şarttır. Bu iki ayet-i kerimeden anlaşılan hükümlerin her biri icabi hükümdür. Mantık, lugat, yöntem kurallarına göre, batıl bir iddiadır. Kelamcıların hatırı için bu genel (amm) ile özel (has) arasında birbirine uygunluğun gereğine rıza gösterirsek, o zaman çok kolay üstelik gayet makul başka bir telif yolu kullanarak, deriz ki: meleklerin bir grubu yeryüzündeki insanların hepsi için, diğer bir grubu yalnız inananlar için bağışlanma dilerler. Buna "melekler şöyle derler: Bizim herbirimizin bir makamı vardır." (37:164) ayet-i kerimesi delil olur. Bu yolla genel ile özeli birbirine uydurursak, hem genel (umumi) ifade sağlam kalır, hem de tüm insanlık sonsuzluk aleminde kurtulur. Kelamcıların arzuladığı telif de gerçekleşmiş olur. mezhep tozlarıyla gönlümüz körelmemiş ise, söyleyiniz, bu telif daha güzel değil midir?

    Mu'min Suresi'ndeki ayet-i kerimede bağışlanma dileği yalnız inananlardır dedik. Bunu kelamcıların hatırı için söyledik . Yoksa bize göre o ayet-i kerimede, bağışlanma yalnız inananlara has değildir. Ayet-i kerimenin ortasında gelen "Rabbimiz, ilmin ve rahmetin herşeyi içine almıştır" (40:7) yüce cümlesine derin bakışla fikrimizi yöneltirsek, sözümüzün sağlamlığı biraz anlaşılır. Bu kadarı maksadımızı geçer. Şimdi 7.delilimizi zikredelim.

    7. Burhan

    Saygıdeğer Peygamber İsa -aleyhi's-selam- Hazretleriyle, kusurları temizlenmiş mukaddes Meryem -aleyhi's-selam- Hazretlerine Tanrı diyen Hıristiyanlar hakkında Kur'an-ı Kerim'de, İsa -aleyhi's-selam- gibi en büyük peygamberlerden birinin masum dilinden hikaye edilerek, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah şöyle buyurmuştur:

    "Onlara azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır. Onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin" (5:118)

    Küfürden veya Allah'a ortak koşmaktan bağışlanmanın imkansızlığı, bir vahiyle dünyada kesinlikle sabit olmuş olsaydı, Tevrat'ı, İncil'i, Kur'an-ı Kerim'i bütün sırlarıyla kuşatan hikmet ilimlerini de şüphesiz bizim kelamcılardan daha çok bilen, imanı ve Allah'ı bilişi de bütün kelamcıların imanlarından, bilmelerinden kıyas kabul etmez derecede büyük olan İslam Peygamberi İsa -aleyhi's-selam- "Allah'a ortak koşmaktan bağışlamak Allah'ın hikmet ve yüceliğidir." demezdi.

    Masum dille söyleyip, Kur'an-ı Masum tarafından tekrar edilmiş, kıyamet gibi en dehşetli bir günde, bütün büyüklüğüyle, bütün kahrediciliğiyle beliren Alemlerin Rabbi Allah'ın huzurunda söylenen bir söz var iken, affediniz, kelamcıların kendini beğenmişlik, darlık temellerine bina edilen sözlerini kabul etmeye takatim yoktur! İmanım bundan çekiniyor!

    Allah'ın, aydınlık günü gibi hatırımdadır: Mekke-i Mükerreme'deki Kabe-i Muazzama huzurunda Hanefi müftüsü üstadımız eş-Şeyh Salih, dersinde Sahih un- Nesei'yi okurken "Ebu Zer'den rivayet olunduğuna göre Allah Resulü şu ayeti okuyarak sabahladı: (5:118)" hadisi şerifini okumuştum. Bütün alemlere rahmet olmak sıfatıyla gönderilen İslam Peygamberi -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretleri niçin bu ayet-i kerimeyi gece boyunca tekrar etmiş? Düşündüm. O saat Allah'ın evinin heybetiyle ayet-i kerimenin ifadesi gönlümü kapladı. Dersimi kestim...

    Bu ayet-i kerimenin açıklamasında kelamcılar tarafından söylenen sözlere bakarsam, kelamcıların hallerine şaşırırım, iddiamın gerçekliğine inancım artar. Ayet-i kerimenin delil oluşuyla mezheplerinin geçersizliğine kesin bilgi elde etmeleri gerekiyorken, bizim kelamcılar manasızlığını kendilerinin de bildiği en boş kelami yöntemlerle ayet-i kerimeyi saptırmaktan veya tahrif etmekten çekinmiyorlar. Sadece Keşşaf'ın yazarı Mahmud Zemahşeri Hazretleri biraz insaf gösterip, kendi mezhebinin hilafına olarak "Bağışlama, aklen tüm suçlular için güzeldir. Hatta suç büyük olduğunda bağışlama (af) daha da güzel olur." demiştir. Bu sözle Allah'a ortak koşmaktan bağışlanmanın uygunluğuna mecburen razı olmuştur. Büyük günahlar için cezayı gerektiren bir kelamcı, bu ayetin son derece açık deliliyle inanışının geçersizliğini itiraf edip, "günah ne kadar büyük olursa, bağışlamakta o kadar güzel olur" demiştir. Mezhebe körükörüne bağlanmanın da elbette bir sınırı olur. En şiddetli taassuplar da, elbette böyle açık izahlara karşı koyamaz.

    Fakat günümüzde inançlarını kelami görüşlere bina edenler, ellerinde olmayan mantık gücüyle herşeyi bilirim, hayalinde olanlar ayet-i kerimelerin delil olmasını kabul etmemekte tabii ki ısrar ederler.

      Allah'ın yol göstermediği kimseye
      Mantığı kullanmanın hiç yararı olmaz.
       
    Şu ayet-i kerimenin ifadesine biraz daha kulak verirsek anlarız ki: Muhterem Peygamber Hz. İsa -aleyhisselam- Hazretleri bağışlamayı boşlukta bırakıp, talep kipiyle, "Sana ortak koşanları bağışla" dememiş. Elbette Allah'ın Büyüklüğü huzurunda edepli olma emrine uyan gayret, bunu gerektirir. Bu edepli olma gereğiyle meleklerin bazıları bağışlamayı da açıkça söylemeyip, "Rabbimiz her şey ilmi ve rahmetiyle kuşatmıştır" gibi dolaylı yolla ifade eden bir ibareyle yetinmişlerdir. Bundan sonra da Hazret-i İsa -aleyhi's-selam- "Sen Gafur ve Rahim'sin" demeyip " Sen Aziz ve Hakim'sin" demiş. Niçin böyle (demiştir)? Çünkü herşeye egemen, üzerine bir şeyin mecbur olabilmesi imkanından son derece yüce olan Hazret-i Allah, en büyük günahları da affederse, o zaman Allah'ın lutfu, hikmeti daha çok ortaya çıkar. Bu bir yön. İkinci yön: Gafur, (af eden) Rahim sıfatlarını koysaydı, İsa -aleyhi's-selam-'ın sözü aracılık gibi bir şey olurdu. Aracısız bağışlamak ise, Allah'ın lutfuna, rahmetine çok daha uygun olur.

    Farkındayım: Bu ayetin delil olmasıyla iddiam bütünüyle sabit olmayıp, belki bir parça, yani Hazret-i İsa-aleyhi's-selam-ile temizlenmiş mukaddes annesi Hazret-i Meryem'i -aleyha's-selam- ilah edinmiş milletler hakkında iddiam sabit olur. Fakat şirk ile şeriki (şirk koşulanı) kelamcıların hiç biri ayırmıyor. Buna göre de iddiam bu yönden tamamen sabit olur.

    Burada ileri sürülen sona erdirmek sıfatıyla konulacak 8.delilime bir giriş olması açısından bir kaç başlangıç yapmayı uygun buldum.

    1.Başlangıç: Yeryüzündeki dinlerden Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam gibi zaman, mekan, bağlanma açısından yaygılık kazanmış dinlerin bağlıları da, Keldanilerin, Asurlular, Yunanlıların, Mısırlıların dinleri gibi, bir devlet ve bir millet sınırları içersinde kalmış dinlerin tabileri de, yahut bu kadar da yayılmamış, zaman, mekan ve tabileri bakımından çok güdük kalmış dinlerin bağlıları da, Allah hakkında kendi inançlarını kendilerine göre elbette akıl ve düşünce temellerine bina etmişlerdir. Bu dinlerden herbirinin kendine göre kelam ilmi, her kelam ilminin kendi görüşü, sonuçlar çıkartışı, her görüşün de kendine göre sağlam delilleri vardır. Hatta vahşiler de bir mecburiyet olmadıkça, bir inancı kabul edemez. Hayvanlık derecesini biraz aşan insanların herbirinde kendilerine göre bir istidlal temeline üzerine bina edilmiş bir Tanrı düşüncesi vardır. Yeryüzüne gelip geçmiş her insanın Allah'a dair kendine göre bir bakış açısına dayalı imanı vardır.

    İhtimal, bizim kelamcılar, bu sözümü kabul etmez veya edemez. Fakat bu meseleye dair benim fikrim, bakışım geniştir.

    Ben bu bakışımı, dinlere, insanlık alemine bakış açıları çok geniş olan mutasavvıfların büyüklerinden alırım. Yahud Kur'an-ı Kerim'in kelamı yöntemle sınırlanmayan yönlerinden alırım.

    Allah Kur'an-ı Kerim'de el-En'am Suresinin 38.ayet-i kerimesinde şöyle buyurur:

    "Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitab'da biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra rablerine toplanacaklardır." (6:38)

    Biraz derince düşünelim: Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah, canlı türlerin herbirine bir ümmet olduğunu söylemiş. Bununla da yetinmeyip, medeniyetin yüksek derecelerine erişen insanlara hitaben "Sizin gibi" buyurmuş. "Gibi" (misl)nin manasını bizim kelamcılar bilmektedir. Ayet, "canlı türlerin herbiri hayat, hareket, his, fikir konularında tamamen sizin gibi birer ümmettir" anlamına gelmektedir.

    Bizde, bizim kelamcılarda büyük çaba, Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden bahsedecek kadar sevinç olsaydı, bu ayetin en geniş manalarını anlamak arzusuyla, tabiat aleminin en büyük cisimlerinden en küçük zerrelerine kadar bahsederdik.

    Bizde öyle alicenaplık, o denli sevinç nerede şimdi! Ama kendi cehaletimizi, son derecelerde seyreden kusurumuzu başkalarından da, kendimizden de gizlemek gururuyla, saptırarak veya tahrif ederek, ayetlerin İlahi hitabını yıkmak cesareti, maşaallah, bizde bitip tükenmeyecek kadar çok.

    Biz geçici olarak da olsa kelamcıların dar mezheplerine uyup, o ayetin manasını bütün gücümüzle sınırlamaya gayret sarf edelim. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ayetin genelinden, yeryüzünde gelip geçmiş insanlardan bir tekini bile istisna edebilecek derecede sınırlamamız pek kolay olmaz. Çünkü insanların herbiri, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a iman konusunda, sizin ve bizim gibi bakış açısına sahiptir. Bu bir.

    2.Başlangıç: Bundan sonra Allah, Kur'an-ı Kerim'in İsra Suresi'nin 23.ayet-i kerimesinde şöyle buyurdu:

    "Rabbiniz sadece Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmenizi kaza etmiştir." (17:28)
    Bizim kelamcılar burada "Kaza"yı emir manasına almışlar, üstelik bu emri de "hukuki emr"e yormuşlardır. Güzel! Fakat biz "Kaza" kelimesini, Kur'an-ı Kerim'in en yaygın kullanışını (örf) temel alarak anlamlandırırsak, "kaza"yı hüküm anlamında almanın daha uygun olduğunu görürüz.
    Öyle ise, dünyadaki insanların herbiri yalnız bir Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a ibadet eder.
    Bu ikincisi. Ben inşallah bu ikinci başlangıcımı dinler tarihi konularında daha ayrıntılı şekilde isbat edeceğim.

    Bu iki başlangıcı sıraladıktan sonra, şimdi Allah'ın yardımıyla 8.delilimi aktarayım:

    8.Burhan:
     
    Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah el-Mu'minun Suresi'nin en son iki ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:

    "Allah'la beraber, varlığına hiçbir delili olmadığı halde başka tanrıya tapanın hesabını Rabbi görecektir. İnkarcılar elbette kurtulamazlar. De ki: Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (23:117-118)

    Bu iki ayet-i kerimede kelamcılarca düşünülmesi gereken çok şey vardır:

    a - Kur'an-ı Kerim "Delilsiz ortak koşarsa hesabı yalnız kendi Rabbi yanında olacaktır" buyurmuş. Böyle birini, tekfir edip, cehennem e atmak tercihini Kur'an-ı Kerim bu sözüyle kelamcıların elinden almış değil midir? Delili olmadan Allah'a ortak koşana insanın hesabı yalnız bir Allah'ın ilmine teslim edilmiştir. Böyle insanı "kafir" deyip cehenneme atmak cesaretinden bizim kelamcılar sukut etmiş olsalardı, Kur'an-ı Kerim'in seslenişi huzurunda daha fazla edep dairesinde hareket etmiş olurlardı. Bu bir.

    b - "Delilsiz ortak koşarsa" denilmiş. Ya bizim önceki başlangıcımıza göre delili varken ortak koşarsa, ne olacak?"

    Önceki başlangıçta açıkladık: Herbir insanın inancı, Tevhid (birleme) de olsa, şirk (ortak koşma) da olsa, kendine göre bir bakış, kendine göre bir delil üzerine kurulmuştur.

    Kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubu gereği konulmuş "Burhansız" kaydını bir şeye delil olmaz hale getirmemek için "delili varken şirk koşarsa", "Allah kişiye ancak gücü nisbetinde teklifte bulunur" (2:286) ayet-i kerimesine göre "böyle bir insan Allah'ın fazlıyla bağışlama bulur" demek ya gerekir ya da en uygunudur.

    "İnsanın hesabı yalnız Rabbi katındadır" buyurulmuş. Burada hesabın anlamı nedir? Niçin o hesab yalnız Hazret-i Allah'a has kılınmıştır? Hesab sorulacak şeyler yalnız defterde kaydedilen günahlardan ibaret olsaydı, Allah'ın emriyle o günahları kıyamet gününde melekler de hesab edebilirlerdi, değil mi?
    İş böyle iken, hesabı Hazret-i Allah'a tahsis etmekte büyük bir mananın bulunması gerekmiyor mu? Öyleyse, şimdi düşünelim: Yalnız Hz. Allah'ın ilmine has kılınmış hesap nasıl bir hesap olacak? Elbette meleklerin ilminden yukarı olup, yalnız Allah'ın kendine mahsus olan bir şeyin hesabı olması gerekir. Fakat o hal günahlardan, şirkten ibaret olamaz. Çünkü günahlar da, şirk de, hem bizlere, hem meleklere malum olabilir.

    Öyle ise, hesab edilecek tek bir hal kalır: Delili yok iken şirk koşan insan düşünürken, Allah tarafından verilen gücü tamamen kusursuzca, bolca sarfetti mi, sarfetmedi mi? İnsanın kendisine bu durumu bildirmek için, kıyamet gününde alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın huzurunda hesab gerçekleşecektir.
    Bu da üçüncüsüdür.

    Hesab sonunda, insanın Allah tarafından verilen gücünü düşünürken kusursuzca sarfettiği ortaya çıkarsa, o insanın hali nasıl olur? Buna önceki ayet-i kerimede cevap yoktur. Fakat ikinci ayet-i kerimede buna cevap vardır.

    İkinci ayet-i kerimenin manası doğrultusunda "derim ki: Rabbi, böyle insanları bağışla, sen rahmet edenlerin en hayırlısısın. Böyle insanlar da senin tarafından verilen gücü aşamadılar, olan güçlerini de kusursuzca sarfettiler."

    Kendine göre bir delile sarılıp, şirk belasına duçar olan miskin insanlar hakkın da , olanca gücünü sarfettikten sonra delilsiz şirk koşmak sapkınlığına düşen acizler hakkında da, yaratılmışların efendisi, Rahmet Peygamberine hitaben Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah "De ki: Rabbim beni bağışla ve bana merhamet et" (23:118) demişse elbette peygamberler efendisi, alemlerin Rabbinin Sevgilisi'nin dualarını taleb etmek şartıyla demiştir. Yoksa kabul olunmayacak duayı emretmek, Allah'ın hikmeti bakımından abes olurdu.

      Bundan daha iyi bir delil
      Nerede kullanabilir? Oku kitaptan
       
      Yedinci Bölüm
      İddiamızın Öncüleri
      Şiraz'da şairliği ve güzel sözler söylemeyi bilmezler
      Gel de başka bir yere atalım kendimizi
      Defalarca söyledim, bir kez daha söylüyorum
      Bir mücevherim var ve bir görüş sahibi arıyorum
Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a şükrederim, mesele biraz anlaşıldı: Önceleri çok garip, üsteli Kur'an-ı Kerim'in mukaddes öğretilerine kesinlikle aykırı şekilde telakki edilmiş önemli bir mesele, bugün yazılmış "İlahi Rahmet Meselesi" risalesinin etkisiyle olsa gerek, kabul edilebilir bir dereceye geldi. Azabın sonsuz olmadığı, cehennemin de bir gün yok olacağı Selef-i Salihin ve Ashab-ı Kiram'dan bazılarının fikriymiş, şu bizim Rusya Müslümanlarınca da anlaşıldı. Her hakikati yalnız kendi düzeyleriyle ölçmek cesaretine sahip, çapları dar adamlar, o risalenin etkisiyle ihtimal biraz itidal kazandılar. Darlıktan, gurura dayalı kelam kitaplarının karanlıklarından kurtulabilmek için bizim efendiler, ihtimal, Selef-i Salih'in çok geniş ilmi düşüncelerinden bahsetmek yoluna girecek kadar büyük bir sevinç elde ederler. Tabii ilimleri iptal ve Mutlak Hakim Hazret-i Allah'ın hikmetlerini inkar edici görüşleri üzerine bina edilmiş kelam inançlarından başımızı kurtarmak için İslam'ın akıllara en uygun öğretilerini, en asıl güvenilir kaynaklarından almak fikri, belki bizim müslümanların gönlünde uyanır.

Bu sözüm İlahi Rahmet'in kapsayıcılığına İslami esaslar noktasından bakmak itibariyledir.
Ama eğer Mutlak Kahredici olan Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a en büyük ismiyle övgü düzmek makamından, ya da gafleti, gururu bir yana bırakıp varlık alemine en azından bir paralık önem vermek gereği yönünden, ya da insanlık aleminin gelecekteki hayatını köklü bir merkezde en mükemmel dürbünle gözetlemek noktasından; İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı Meselesine bakarsak, o zaman hakikat bize en nurlu yüzünü sunacaktır.

Böylesine geniş bir bakış açısını İslam'ın mukaddes öğretilerinde görmek bizim bitmez tükenmez bir şekilde memnun olmamızı gerektirir. İslam'ın yüceliğine, kutsallığına bir başka delil olacak böylesi bakış açılarını büyük bir güvenle kabul ederiz. Böyle düşünceleri kabul etmek yolunda, tevil zarureti doğsaydı da, biz kabule mecbur olsaydık. Fakat biz bu bakışı kabul etmek yolunda, nassları tevil belasını görmedik. Yerine Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde, İslam Peygamberinin en kapsayıcı sözlerinde güzel bir şekilde açıklanmış bir öğreti olması sıfatıyla kabul etmiştik.

İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı meselesine bu açılardan bakıp, bana biraz ruh vermesi için, saygıdeğer edebiyatçı Fatih Emirhan'ın kalemiyle "İdil Gazetesi" sütunlarında, saygıdeğer H. Efendi'nin kalemiyle 8 Şubat tarihli "Tercüman" ilavesinde yayınlanan makaleler beni memnun etti. Bana tenezzül edip ruh verdikleri için bu muhterem arkadaşlarıma şükranlarımı sunarım. Büyük terbiye gören gençlerimizin bu fikirde bana muvafakatlarıyla açıkça övünebilirim. Zannederim gençlerimizin hepsi olmasa da, elbette çoğu böyledir.
Bu meselenin Rusya Müslümanlarının basınında çıkması, inşaallah, faydasız olmasa gerek. Ümidim daha önce de böyleydi. Şimdi daha çok güçlendi. Basın sayfalarında iddiamı isbat etmek yolunda devam etmeyi düşünüyorum.
Bu üç meselenin herbiri kelam ilmi dünyasında tuhaf, yeni gibi görünseler de, İslam Dünyasında yeni olmayıp, üstelik Ashab-ı Kiram Hazretlerinin isimleri saygıdeğer en büyük müctehidlerden tabiilerden nakledilen köklü bir inançtır.
Bu sözüme birer tanık göstermek maksadıyla bu kez Muhammed b. Cerir et-Taberi Hazretlerinin Cami ul-Beyan isimli son derece büyük ve muteber tefsirinden buruda birkaç satır nakledeyim.
Kahire'de basılan Cami ul-Beyan'ın 12.Kısmı'nın 66.sayfasında bakınız, İbn-i Cerir et-Taberi Hazretleri ne demiş:

Şa'bi'den şu söz nakledilmiştir: "İki yurttan en çabuk imar edileni ve en çabuk yıkılanı cehennemdir."
Bu sözün yorumu mümkün müdür? İddiamızdan beş on kat daha geniş değil midir? Kapsayıcı Kurtuluş inancı Kur'an-ı Kerimin yüce öğretisine kesinlikle muhalif is, acaba Şa'bi gibi bir müçtehidin bu inancı Kur'an-ı Kerim'le nasıl uyuşturulabilir?

İmam Şa'bi kimdir?

İmam Şa'bi Hazretleri Sad b. el-Müseyyeb Hazretleri gibi en büyük tabiilerden, ilmiyle İslam Dünyasında ictihadın en ilk sıralarında yer almış müctehidlerden, zamanından siyasi konularda görüşüne müracaat edilen büyüklerden olup, dört mezhebi kuran müctehidlerin hepsinden ihtilafsız üstün bir imamdır.

İnanç'a dair meselelerde Eşarilerin, Maturidilerin sözleri senet olabilir ise, biz İmam Şa'bi gibi bir adamın sözünü haydi haydi senet kabul edebiliriz. Yok, senet olmaz ise, bizim de inancımız böyledir, biz hemen İmam Şa'bi Hazretlerinin tarafına meyl ederiz. Çünkü Eşariler, Maturidiler bize cedel (tartışma) temeline kurulu "Kelam İlmi" ni öğretecekler; amam İmam Şa'bi Hazretleri bize Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini, İslam Peygamberi kanun koyucu aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretlerinin sahih sünnetini öğretecek!
"Onlar ne güzel arkadaştır." Biz bunları daha fazla memnuniyetle tercih ederiz!

Cami ul-Beyan'ın bu aynı 12.Kısmı'nın 66.sayfasında İbn-i Cerir et-Taberi Hazretleri, bakınız daha ne naklediyor.
Sahabelerin alimi Abdullah b. Mes'ud hazretleri diyor ki:
"Yemin edilecek şeylere yemin olsun. Bir gün gelir, cehennemde tek bir kimse kalmaz.!"

Biz sadece bu sözü delil olarak alıp ta, iddiamızı göklere kadar çıkarırsak, elbette alimler hakkımızı inkar edemez. Çünkü İslam Dünyasında Kur'an-ı Kerim'i Abdullah b. Mes'ud Hazretleri de anlamamış ise, safsatalarla akılları bozulan kelamcılar mı anlayacak? Anlamış ise, işte bu yüzden Abdullah b. Mes'ud Hazretlerinin sözü benim delillerimden biri olabilir.

Kur'an-ı Kerim'i ezberi en güçlü, tarzı en güzel, en sahih olan Sahabi, yaradılmışların efendisi Hazret-i Peygamberin tanıklığıyla, Abdullah b. Mes'ud değil midir? Kur'an-ı Kerim'i kendi eliyle yazan, ictihadı, fetvası sahabelerin hepsinden üstün olan sahabi de Abdullah b. Mes'ud Hazretleridir!

Kelamcılar insaf eder mi? Benim iddiam Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine aykırı ise, o iddiam sebebiyle ben İslam Dairesinden çıkacak olursam, Abdullah b. Mes'ud hazretleri kuru iddiasıyla değil, belki yeminiyle ne olacak?
İbn Mes'ud Hazretleri gibi bir adamdan yemin, elbette kesin inancı oldukça çıkar.

Ben anlamamaktan dolayı iddiada bulunayım, ihtimal ki şerefi Hukukumuz beni bağışlar. Benim gibilerin muhalefetleri de Kur'an-ı Kerim'in hakikatine bir paralık zarar vermez.

Fakat İbn Mes'ud Hazretleri gibi en alim bir sahabi de anlamak ihtimali elbette olmaz. Böyle bir zatın yalnız iddiası değil, yemini Kur'an-ı Kerim'e olur ise, ya bunun manası nedir? İbn Mes'ud Hazretleri mi Kur'an-ı Kerim'i tekzip etmiş? Yahud Kur'an-ı Kerim mi ..?

Bütün dinlerini, imanlarını Molla Celal, Taftazani gibi kelam kitapları üzerine kuran kelamcılar, bu iki şıktan önceki şıkkı mı seçecekler? Kapsayıcı kurtuluşun Kur'an-ı Kerim'de kesinlikle muhalif olduğunu söyleyen kelamcılar şüphesiz, bu iki ihtimalden birini zaruri olarak seçerler.

"Hayır! İbn Mes'ud öyle bir sözü söylemez, yalandır!" diyecek olsalar, hadis imamları yanında adaletle bilinen naklediciler yalanlamaktan çekinmeseler, biz de onların hatırları için sözlerine muvafakat ederiz de, kelam kitaplarını, orada olan inançları, sözleri savurup, taşlarız. Tarihin çöplüğünde, hurafeler şubesinde sonra, gelecek asırlar için saklı kalır.

Bu defa bu kadarla yetinip duralım, Azab ayetleri hakkında fikrimizi açıklarken, o zaman inşaallah ashab-ı kiramın ve izleyicilerin (tabiin) sözlerini, inançlarını birer birer ortaya koyarız. Bu defa İbn Mes'ud Hazretleriyle Amir eş-Şa'bi Hazretlerinin birer sözünü nakletmekte acele etmiş isek, kendi hallerine insaf etmek erdeminden yoksun kalan kelamcıların insaf sınırına çağırmak sebebiyle oldu. Görsünler ki: Kur'an-ı Kerim'i "herhalde" bizim "kelam alimleri"nden "biraz" daha çok anlayan İbn Mes'ud Hazretleriyle Amir eş-Şa'bi Hazretlerinin sözleri, inançları nedir?

İnşaallah ben, hiç olmazsa Rusya Müslümanlarının öğrencilerinin kalplerini, beyinlerini kelamcıların kaosundan temizlemek yolunda çalışacağım. İmam A'zam, İmam Malik, İmam Yusuf gibi mezhep reisleri kelam ilmini niçin o kadar kötülemişler, inşaallah açıklayacağım. Medrese talebelerinin inançlarına biraz istikamet verebilirsem, işte o zaman maksadım elde edilmiş gibi olur.

Biz, milletin vücudunu istila eden, milletimizi uyuşukluk batağında coşkusuz bırakan hastalıkları teşhis edecek olursak görürüz ki; çoğu bizim vücudumuzda var. Hastalıkların en büyüğü kalplerimizi saran darlık ve karanlıktır. Dimağlarımızı ve vehim yuvasına çeviren kelam ilminin inanışlarıdır.

"Hayır, hayır; onların kazandıkları kalplerini paslandırıp körletmiştir." (83:14)

O, hastalıkların çaresini bulmak ümidiyle, beş on yıl önce ben kelam kitaplarında olan inanışlardan her birini bir fırsatını bulup, kaldırıp söküp atmak düşüncesine varmıştım. mutasavvıfların dilinde "resmi ilimler" ismiyle, müctehidlerin dilinde "kelam ilmi" ismiyle kötülene gelen bir ilmin meselelerinin kıymetini göstermek emeli ben de güçlendi. Buna göre bu güne kadar dört beş meseleyi ortaya attım. Bundan sonra daha:
    Mutluluk dileğiyle bir fal tut! Ne bilirsin,
    Belki fırsat topu vurabilir
Bundan önce, saygıdeğer "Şura" sayfalarında azab ayetleriyle, rahmet ayetleri hakkında birşeyler yazmıştım. Bundan sonra da sunulacak ayet-i kerimeler hakkında özet olarak bir fikir vermek niyetiyle, ayrıca Kur'an-ı Kerim'de o ayetleri okurken çoğunlukla ayetleri hatalı olarak anlayan insanların hatalarını göstermek ümidiyle "el-Muvafakat" gibi metodoloji kitaplarında, isteklendiren ve müjdeleyen ayetlere dair ileri sürülmüş bir açıklamayı tercümesiyle değil, belki sadece manasıyla burada nakletmeyi uygun buldum.

"el-Muvafakat"ın yazarı kitabın üçüncü kısmında "Hukuki deliller" bölümünde der ki:
"Kur'an-ı Kerim'de sakındırma (terhib) ayetlerinin herbirine bitişik olarak, teşvik (terğib) ayetleri konulmuştur. Fakat hiçbir ayette hüküm, açıklık (bu fiilleri işleyenler) yönüyle değil, aksine vasıflar yönüyle verilmiştir."
Mesela Asr Suresinde Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah buyurur ki: "Asra andolsun ki, insan hüsrandadır. Ancak iman edip, salih amellerde bulunanlar bunun dışındadır." (103:1-3)

Burada "insan"dan murad Avrupalı halkı, istisnadan murad Rusya Tatarları değildir.
Kur'an-ı Kerim'de Nisa Suresi'nde 141.ayet-i kerimede Hazret-i Allah şöyle buyurur:
"Allah, inkarcılara inananlar aleyhine asla fırsat vermez" (4:141)

Burada öncekilerden Saksonya İngilizleri, ikincilerden de Hindistan müslümanları ya da Mısır fellahları murad edilemez. Gerçek de bunun aksine değil midir?

Melaike Suresi'nin 29.ayet-i kerimesinde Kur'an-ı Kerim buyurur:
"Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir." (35:28)
Burada alimlerden kasıt İstanbul hocaları, Ezher şeyhleri, Hindistan Mevlevileri, Buhara mollaları, bizim Rusya medreseleri, Tatar mollaları olamaz.

Enbiya Suresi'nin 105. Ayet-i kerimesinde Kur'an-ı Kerim buyurur ki:
"Andolsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (21:105)

Burada "salihler" derken Mısır'ın Rufaileri, Magrib'in Senusileri, İstanbul'un Kalenderleri, Hindistan'ın Fakirleri, Tatar Sufileri, Almata Şeyhleri, Buhara Nakşibendileri kastedilmemiştir.

Alemleri Rabbi Hazret-i Allah Kur'an-ı Kerim'de "İnananlara yardım etmek bize hak olmuştur" (30:47) buyurur.

Burada "inananlar"la kimleri kastetmiştir?
Dört-beş İngiliz'in elinde esir olan altmış milyon kadar Hindistan Müslümanlarını mı? Hollandalıların pençesinde kulluk eden Cava Müslümanlarını mı? Yahud...

Kur'an-ı Kerim, sayısız ayetlerde imanı övmüşse, Bed ul-Mearif ile Molla Celal'da yazılan meseleleri kastetmemiştir.

Kur'an-ı Kerim "Salih ameller", "hayırlar" ibareleriyle insanları güzel işlere davet ederken, güzel işlerden Kazan dilinde tesbih çekmek, hergün yüzbin mertebe salavat okumak, Kaside-i Bürde'leri ibadet kastiyle tekrar etmek gibi işleri kastetmemiştir.

Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah Kur'an-ı Kerim'de bütün mutluluğu sakınanlara vadetmiş ise, sakınanlarla Yaşıl-Çapan, Sari, Çiruk, Burkenur Sufilerini, mürid terbiye eden şeyhleri, tekkelerde yaşayan abdalları, dünyadan habersiz zahidleri, namahrem yüzüne bakmayan salihleri de kastetmemiştir.

Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü engellersiniz" demiş ise, Tenbih ül-Gafilin'den, Durret ül-Vaizin'den, Tezkiret ül-Kurtubin'den, Mısır'da basılmış hutbelerden birin minberlerde okuyan hatipleri de kastetmemiştir.

Alemlerin Rabbi Allah Hz. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar." (5:44,46,47) demişse, "indirdiği" ifadesiyle Bezzaziyelerde, Tenvirlerde, Camiu'r-Rumuzlarda yazılan hükümleri de kastetmemiştir.
Allah Kur'an-ı Kerim'de cennet ehlini de, cehennem ehlini de açıklamıştır. Fakat yani "Anadolu Türkleri", yani "Amerika İngilizleri" dememiştir.

Kur'an-ı Kerim'de azab ayetlerini ya da rahmet ayetlerini okuyup delil getirecek adamların bu noktayı düşünmeleri zaruridir. Yoksa, rahmet ayetleri "bize!", azab ayetleri "başkalarına!" inancı kendimizi aldatmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez.
    Yaptıklarımız kötülükle eşit olduğunda hepimiz eşitiz;
    Peki muttakiler kim, kafirler nerede?
Semavi kitapların birine mensup olmayı iddia eden milletlerin çoğu yıkılmış ise, ancak böyle bir inancın etkisiyle olmuştur: Semavi kanunların müjdelerini yalnız kendilerine, kıyamet azabını yalnız başkalarına dağıtıp, semavi kitaplarda o kadar övülen imanı dillerde söyleyip de hayatta önemi olmayan bir iki cümleden ibarettir zannetmişlerdir. O iki üç sözcüğe doğru dürüst inanılırsa, insanları saadet yollarına alıp götürmeleri gerekirken aksine, insanların durgunluk yatağında rahatlamalarına sebep olagelmişlerdir. Bu durumun sebebi nedir?

Kur'an-ı Kerim'de Furkan Suresi'nin sonundaki ayetleri okursak görürüz. Kur'an-ı Kerim buyurur:
"Rahman'ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyen kullarıdır. Cahiller, onlara sataşırlarsa, temiz, doğru söz söylerler. Rablerine secde, kıyam edip geçerler. İnfak ederken israf ve cimrilik etmezler. Belki her durumda mutedil olurlar. Şirk koşmazlar, Masum kanı dökmezler. Zinadan temiz kalırlar. Yalan yere şehadet etmezler. Boş yere ufak şeylere tenezzül etmezler. Rabblerinin ayetleriyle hatırlatırlarken, sağır, kör gibi iltifatsız kalmazlar. "Ya Rab! Bize mutluluk verecek hanımlar, yavrular ver! Bizi muttakilere imam yap!" derler."
Furkan Suresi'ndeki o ayetleri hepimiz okuruz. Fakat çoğumuzun anlayışına göre, Allah'ın öyle kulları "mescid ihtiyarlarına imamet eden, yeşil cüppe giyen" İhtiyar Hazretler, ya da ömründe dört beş kadını almış ta boşamış gayet gösterişli yaşlı şeyhlerdir.

Biliyorum: Bu söz çok ağır bir söz. Fakat ne yapalım, yalnız bizi değil belki bütün milletimizi, o kadar da değil belki bütün müslümanların tahrip eden bir beladır bu bela!

İnsaf edelim! Gönlümüzde biraz iman kalmış ise, kendimizi de, milletimizi de aldatmaktan biraz haya edelim şimdi!
    "Hafız'ın sırrı şimdiye dek söylenmeden kaldı"
Amaç: Azab veya rahmet ayetleri açıklık bağlamıyla değildir. Rahmet ayetleri "yani Tatarlar!" azab ayetlerini "yani İngilizler" anlamında açıklamak hatadır. İman, kelam kitaplarımızda açıklanan meselelere inanmak; güzel davranışlar, faziletli aylarda farz kılınan güzel eylemleri yapmak manasında değildir.

Bu tenbih bundan sonra yayınlanacak sözlerime bir önsöz gibi olsun.

Sekizinci Bölüm
Sonuç 

Saygıdeğer ilmi "Şura Dergisi" vasıtasıyla bütün İslam Dünyasına sunulmuş katışıksız ve ispat edilebilirse, faydası önemi olan ilmi bir mesele üzerinde bir grup imam efendinin ve bir kısım halkın fitnelenmeleri beni endişeye düşürmüştür. Çünkü "fitne"yi ortaya atan benim. Bu fitne yüzünden halkın inanışları bozulacaksa, elbette şüphesiz sorumluluk yalnız bana ait olacaktır.

Bunun üzerine ben de aklımı başıma topladım. Meseleyi başlangıçlarıyla, mümkün olabilecek delillerin en kuvvetlileriyle, uzun (87) ve uzak, derince düşündüm. Aslı olmayan, ispatı mümkün olmayan, zararı olan bir meseleyi ortaya atmak tabii ki, bana bir fayda sağlamaz, benim için bir katkı değildir. Bunu elbette bilirim. Kendi yararımı anlamayacak derecede "kalender" de değilim. Başkalarının yararı için çıkarsamalarda bulunmak çabası, insanlık dünyasında yaygınlaşıp giden bir erdem değildir. Fakat kendi yararı için hareket etmek mecburiyeti "İlahi Rahmet" gereği olarak canlılar dünyasında yayılmış ve tabii kılınmış gerekli bir melekedir. Meseleye karşı "galeyana"gelen halkın galeyanı da, zannederim, sırf bu kanunun etkisiyle meydana gelmiştir.

Ortaya attığım meseleye tekrar baktım. Gördüm ki; Alemlerin Rabbi Allah Hazretlerine en büyük sıfatıyla takdis ve tesbih etmekten, İslamiyet'in sayısız ayetleri katarına büyük bir itikadi fazilet etmekten meziyetleri katarına büyük bir itikadi fazilet eklemekten, eskiden beri insanlık alemini harap kıla gelen, insanların başına gelmiş belaların tümüne sebep olmuş bir inancı ya kaldırmak ya değiştirmekten ibarettir.

Durum gerçekten böyleyse, ben meseleye hem varımı, hem de canımı feda ederim. Eğer öyle değil de ben hata ettiysem hükmü zanna dayandırılmış böyle bir itikad için Rabbi Kerim hem beni hem de sözüme uyanları elbette hesaba çekmez. Ümidim böyledir.

Ben bağışlayıcı, lütufkar, merhametlilerin en merhametlisi Hazret-i Allah'a "intikam davacılığına, sonsuz gazab motivine esirdir." diyemem. Bütün alemlere kapsayıcı rahmet olması sıfatıyla Kur'an-ı Kerim'in indirilişinde açıklığa kavuşturulmuş İslamiyet'in anlaşılır kılınmış inanç temeline, bütün insanlara sonsuza dek azab etmek gibi korkunç bir katılığı koyamam. Diğer insanlar hakkında kendime tahammül edemeyeceğim bir azabı güzel bir zanla hüküm veremem. İslam'ın doğruluğu için de azabın sonsuzluğu elbette gereklidir, sözüne isabet rengi veremem....

"İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı"na benim bakışım, böyle düşüncelerden ileri gelmektedir. İspatı için de elimde Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden Yaradılışın Efendisi, Rahmet Peygamberi kural koyucuların en büyüğü -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretlerinin sahih sözlerinden çeşitli delillerim varsa, o meseleyi bir dava edinmeye hakkım olduğunu her bir insaflı kabul eder.

Bu davamı açığa vurmaktan beni ancak birşey men edebilir: "İlmi meselelerde "taktik" ile hareket eden yazarlar, yahut "siyaset yapıyorum" sloganıyla gizlenen profanlar bana derler ki:
"Canım! Hakikaten senin dediğin de olabilir. Davanda sen haklı olabilirsin. Fakat her sözün kendine göre bir zamanı, mekanı vardır. Rusya Müslümanları, arasında böyle sözler söylenemez. Halk tahammül edemiyor. Avamın akıl düzeyine göre söz söylemek gerekli değil midir? Biz de senin gibi öyle meseleleri yayınlardık, fakat....

Davamı yayınlamadan önce bu nasihate mana itibarıyla yakın bir düşünce benim de hatırıma gelmişti. Fakat o düşünce beni davamı açığa vurmaktan men edemedi: men edemedi. Ben yayınlanacak davamı her yönüyle tahkik ettim. Sonra ilmi "Şura Dergisi" aracılığıyla halka sundum.

Gaybın dili Hoca Hafız Şirazi'nin belagatiyle söylediği:
    Akıl bakımından yiğit olan, her durumda
    Önce düşünen, sonra o işe koyulan kimsedir.
Hikmetli beytiyle hareket etmiştim. Sonunda Rıza Efendi Hazretleri'nin aydınlatıcı kalemiyle yazılan "İmam Gazali" risalesindeki edebi yiğitliğe ait o fevkalade değerli sözlere, büyülenmişçesine yönelerek, bin kez etüd edip ezberledim de gönlümde en tatlı bir memnuniyet, ağır başlı bir cesaret oluştu. Söylenebilecek sözler ile söylenemeyecek sözler arasında ayırım yapabilecek yeterlilikte bir zeka, akla karayı ayırdedecek kadar anlayış, Allah'ın lütfuyla, bende de vardı.

Bazı konuları halktan gizleme felsefesine baktım. Gördüm ki:
Bizim İslam Hukukunda dini sırlar yoktur. Dini bir hakikati ya da ilmi bir meseleyi halktan gizlemek işi de şerefli hukukumuzda yoktur. Hakikatin gizlenmesinde bir fayda, bilinmesinde bir zarar siyaset dünyasında olabilir ise de, saf ve sadece ilmi meselelerde hiçbir zaman bunun bir faydası olamaz. Geçmiş dinlerin rahipleri, kahinleri, dinde "esrar" fikrini kullanıp, kendi çıkarlarına yarayan "gizlilik"den faydalanmışlarsa da, İslamiyet böyle (dini) "esrar" ve "gizlilik" felsefesinden faydalanmak gibi siyasetlerden tamamen temizdir. (...)
Kahinlerin "esrar"larında gizlilik felsefeleri eski zamanlarda kendi çıkarlarına hizmet etmiştir. Fakat ilmi meselelerin gizlilikleri hiçbir millete hiçbir zaman bir paralık yarar sağlamamıştır. "Ben tahammül ederim, fakat aman gizle, avam buna tahammül edemez; sabret, vakti gelir söylersin!" felsefesi kendilerine çok büyük değer verip insanları "avam" diye aşağılayan kendini beğenmiş "hakim"lere yakışabilir bir kibir felsefesidir. Böyle anlamsız felsefelerden "dem" vurup filozofluk satmak, ya da tedbirle hareket etmek hayaliyle, "İslam'ın inanışları ancak böyle tedbirli davranarak korunabilecek, derecede zayıftır." davasına ben hiçbir zaman cesaret edemem. İslamiyet'in senin-benim gibilerin hücumlarıyla İslamiyet'in bir direği veya bir dalı hiçbir zaman kalkmamıştır.

Bir zamanlar bizim hukukçular, hukuk kitaplarında İslam Şeriatı'nın adına nispet etmekten utanmayıp, "Avamdan gizlenmesi gereken meseleleri yaz. Bu mesele öğrenilir, fakat onunla fetva verilmez" demişlerse de, bu davranışları bizim gözümüzde terbiyesizcedir. Çünkü fesada götüren bir şeyi avamdan gizlemek gerekirse, fesad çıkarıcı bir meseleyi mukaddes Şeriat'ın adına nispet etmek utanmak daha çok gerekecektir.
Dinde genel olarak, İslam'da özellikle "sır" ve gizlenecek inanış olmaması, hakikatin en büyük ve birinci şartıdır. İlmi mesele leri var-yok hayallerle insanlardan gizlemek, bence, en faydasız tedbirdir. Bizim bilinmeyen boyutların dili Hoca Hafız-ı Şirazi Hazretleri der ki:
    Dini anlamada Türkçe de birdir Arapça da ey Hafız
    Hangi dili biliyorsan onunla ilimden söz et
(Yani, dini anlamak hakkında Türk, Arab, bütün insanlar beraberdir. İlmi meseleleri nasıl söylersen söyle, hiçbir şeyin bilinmesi hiçbir insana zarar vermez.)

Bir zaman geldi, İslam Alimleri, Hıristiyan papazlarını ya da eski dinlerin rahiplerini taklid edip, güya yalnız kendilerince bilinmesi caiz meseleleri "avam" diye aşağıladıkları insanlardan gizleme yoluna girer oldular.
O saygıdeğer zatlar kendi davranışlarına bir isabet rengi vermek için Sufi büyüklerinden nakledilen:
    Dinin sırlarını öğrettikleri herkesin
    Ağzını dikip mühürlediler.
Yüce beyitlerine güya uygun hareket ediyor göründüler.

Büyük manası olan bu beyit bizim zararımıza delil olmuyor. Çünkü sufilerin büyüklerine , bize malum olmayan "keşf" yoluyla kendince bilinmeyen ilimler elde edilirmiş. Biz o "keşf"i de o ilimleri de inkar etmiyoruz. Sufiler de bize o ilimlerden haber vermiyorlar. Verecek olurlarsa da inanmak mecburiyetim yoktur. Öyle işleri açıklamak için Sufilerde dil yok. Kabulüne bizce bir mecburiyet yok. Bu yüzden o tür keşifler konusunda sufilerin dilleri bağlanmıştır.

Fakat aklın bakışıyla, tabiat divanının yahut Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle bilinebilecek şeyleri "sır" gibi saklamak, ortaya çıkması durumunda fesad çıkması ihtimali hayaliyle gizlilik konusu yapmak, hiçbir zaman makul bir tedbir olamaz. Şayet avam diye hor görülen insanlardan böyle şeyleri saklamak, İslam'ı korumak zannıyla olursa, o zanlar İslam'ın şerefine karşı çok büyük cinayet olup, meşhur Rus misalindeki "aya hizmet" gibi bir hizmet olur.

Böyle düşüncelerin gönlümdeki derinliğiyle, önceleri birkaç küçük meseleyi, şimdi ise önemi olan büyük bir meseleyi yayın dünyasına sundum. Bundan sonra da -inşaallah- pervasızca, daha hukuki meseleler, hüküm metodolojisi esaslarına da sıra gelir. Benim tarafımdan sunulmuş meseleleri ilmi şekilde çürütecek ya da destekleyecek insan bulunursa şükrederim. Fakat sadece "sus! Fitne koparma! insanlara kabullerine akıllarına göre sözler söyle!" diyecek insanların sözlerine bu defa önem vermediğim gibi bundan sonra da önem vermem.

Ben elimde delilleri toplanmamış büyük ya da küçük hiçbir meseleyi ortaya atmam. Önce delillerimi, senetlerimi hazırlarım. Tamamen tatmin olduktan sonra meseleyi ortaya atarım. Öyleyse hücum edenlerin herbirine itibar etmekten kendimi yukarıda tutarsam, elbette mazur sayılırım.
    Aslan yavrusu kalbimi avlamak için saldırdı,
    Zayıf olsam da olmasam da ben yine aslan avıyım.
Önemli bir ilmi meseleyi sırf Kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubuyla ispat edebilecek kadar hazırlığı elde etmişsem, elbette Kur'an-ı Kerim'in büyüklüğüne uygun bir edebi yiğitlik, gönlümde tabii şekilde hasıl oluşur. O zaman ben sadece "fitneyi bastırmak" için uzaktan söylenen sözlerin hiçbirine kulak asmazsam günahkar olmam. Fakat milletin büyüklerinden biri el çırparak uzaktan "Yavaş!" derse, elbette edepli olmanın gereği ayağı kalkıp özrümü sunmaya ihtiyaç duyarım.

Böyle edeplendirmelerin biri 25 Aralık tarihli "Tercüman Gazetesi"nin 52.sayısında bize ulaştı. 25 yıl bize ve milletimize rehberlik eden, milletin büyük babası saygıdeğer Üstad Gaspıralı İsmail Beyefendi bize de "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" gibi bir meselede rehberlik edip, "Derslerinde Muhterem Hakim Ahmed Mithat Efendi Hazretlerinin Dinler Tarihi derslerini rehber yap. Faydalı ve etkili bir hizmette bulunmuş olursun. Ruslar bir ara akıllarda emniyet bulamayıp "akıldan bela" sözünü çıkarmışlardı. Akıl çokluğundan bizim bir şikayete hakkımız yoktur. Fakat filozoflar o kadar çoğaldı ki "felsefeden bela" sözüne hakkımız vardır şimdi" demiştir.
Güzel nasihat! Elbette büyük babanın nasihati de büyük olur. Fakat nasihat ederken, değerli "Tercüman"ın 25 yıl önceki haline bir bakmış olsalardı, nasihat daha güzel çıkardı. 25 yıl önceki imlası, inşası olmayan Tercüman bugün gazetelerimizin en güzelidir. O zaman dili olmayan İsmail Gaspranski Bey dört beş yıl sonra "Frengistan Mektupları" gibi son derece tatlı ve edebi eserler yazmaya başladı. Ve bugün milletin en büyük rehberi İsmail Bey oldu.

Bugün milletimizin en büyük babası olmak şerefine kavuşan İsmail Beyefendi'nin imlası, inşası olmayan günlerinde büyüklerimizin hiçbiri, hakları olmuşsa da, "Yazar belası" sözünü çıkarmadılar. İsmail Beyefendi zariflik yüzünden bugün "felsefe belası" sözünü çıkarırsa kendileri bilir. Fakat "akıldan bela" sözünün Ruslardan alıp söylerse, daha çok isabet etmiş olurlardı. Çünkü 904'ten beri ortaya çıkan hareketlerde milletimiz akıllardan aman bulamayıp, daha henüz "akıl belasından" şikayet ediyor. Bizim genel durumumuza bütünüyle bir duraklama gelmiş ise "felsefe belası"ndan değil, "akıl belası"ndan gelmiştir. Bu gerçeği İsmail Beyefendi gayet güzel anlar. Biz de hareketlerin herbirini gözlemledik, derneklerin gurupların herbirinde hazırdık. Ağzımızdan bir söz çıkmadı, kulağımızdan hiçbir adamın önemli sözü kurtulmadı. Böylece herbir sözü kavramıştık. Durumların ayrıntıları, bize de tamamen malumdur.

Saygıdeğer İsmail Beyefendi Müteveffa profesör Solovief Efendi'nin eseriyle Dar ul Fünun derslerine yöneltmiştir. Güzel fakat son derece güçlü kalemiyle bizim hakkımızı yıkmamış olsalardı, bizim için daha güzel olurdu. 25 yıl bize rehberlik eden büyük edebiyatçı niçin bugün bizim fikirlerimize çok dar sınırlar tayin ediyor?

Bundan sonra -inşaallah- yazılacak dinler tarihi derslerinde, Dar ul-Fünun derslerinden aktarmalarda mı bulunuruz ya da başka bir yolla mı hareket ederiz, yakında anlaşılır.
    Nüktecilerin meclisinde kendimi sergilemek şart değildir.
    Ya iyi bir söz söyle ey adam, ya da sus
Biz saygıdeğer İsmail Gaspranski Beyefendiyi gelecekteki davranışlarımız için örnek ediniriz. Milletimizin bir büyüğü olarak 25 yıldan fazla süredir sebatı ve gayretiyle bize çok büyük dersler verdi. Böyle şeyleri anlarız. Bundan sonra tenezzül buyurarak bizi aydınlatırlarken, hukukumuzu da yıkmazlarsa faydalı olur.
Ben, bu makalemde ortaya attığım meseleye önem rengi "mühim" namını verdim. Tekrar böyle sözler söylemeye cesaret etmek ihtimalini vermezdim. Fakat değerli "Vakit" in 558.sayısında "Medenilik İmtihan Ediliyor" makalesinde saygıdeğer edebiyatçı Burhan Şeref Efendi Hazretleri tarafından yazılan fikirler ve Üstad muhterem Rıza Efendi hazretlerinin kalemiyle yazılıp bugünlerde yayınlanan "İlahi Rahmet" risalesi bana hem can, hem de güç verdi. Teşekkür edip, iddiamı ispata devam etmeye azmettim.
    Ya ben istediğime ulaşırım
    Ya da canım gündemden çıkar
Musa Bigiyef

İNSANLARIN ULUHİYYET İNANCINA BİR BAKIŞ
Musa Carullah Bigiyev
Giriş
İlahi Rahmet'in genelliği hakkında açıklanmış delillerime bir ek.
    "Tarikatta yol tutanın karşısına ne çıkarsa hayrınadır.
    Ey gönül, dosdoğru yolda kimse yolu kaybetmez.
    Hafız, eğer düşman yanlış söylemişse aldırmayalım.
    Eğer doğru söylediyse, doğruyla çatışmayalım.
    Ey oğul, kelimelerim ki ateş tutuşturur.
    Keskin ateşli söze soğuk su etki etmez.
    Gerçi menzil çok tehlikeli ve maksat görünmez ise de
    Sonu olmayan yol yoktur, üzülme."
Şüphesiz, bugün Rusya müslümanlarının bulundukları çağdaş konumlarının düzeyi gereği en önemli kabul edilmesi gereken sorunları şunlardır:

  Bu meseleler sadece Rusya müslümanları için değil, bütün İslam alemi için de çok önemli problemlerdir. Herkesin bildiği bu gerçeği ben de anlayabilecek durumdayım.
Fakat mühim meselelerin önemi, zannederim, diğer meselelerin hiçbirinin önemlilik derecesini düşürmez. Önemlilik noktasında sınırlama olmaz. Bir mesele daha önemli olsa bile diğeri de en azından onun kadar önemli olabilir. Bir milletin ihtiyaçları, eksiklikleri ne kadar çoksa, o millet için önemli meseleler de o kadar çok olur. Bence, "şu önemli meseleler varken, bırak o meseleyi" demek, pek o kadar uygun bir yönlendirme olamaz. Önemli meselelerin biriyle Zeyd, diğeriyle Bekir, diğer biriyle daha başka bir adam uğraşırsa, herhalde bu daha güzel olur.

Bir ferdin hayatında o ferdin psikolojik durumu en önemli en ciddi rolleri oynarsa, elbette bir milletin hayatında, genel olarak medeniyetle ilgili hallerinde, o milletin ruhi durumu çok daha önemli roller oynar. Zannederim: Milletin iman fikirleri insanlık tarihinde çok büyük eserler bırakmıştır: İnanıştaki hurafeler medeniyet hareketlerine çok büyük sekteler vurmamış mıdır? Din ile medeniyet arasında o kadar uzun zamanlar devam edegelen savaşlar hep iman fikirlerinin meyvesi değil midir? Milletlerin birini diğerine ateş ile su gibi düşman eden şey iman adıyla gönüllerde kök salmış bakış değil midir? İnsanı hayır işlere de, şer işlere de sevk, edeni hem de hayırdan da şerden de meneden inancı değil midir? İnançlara bu noktadan bakmamdan dolayı, başkaları siyasi, toplumsal, milli meselelerle uğraşırken, ben İslam inanışına fazla özen gösterip, ilm-i inanışa dair bir meselenin ayrıntılarıyla uğraşırsam, zannederim, çabam boşa olmaz. Milletimizin ilerlemesini durduracak derecede zarar da vermez. Belki bütün insanlık alemine güzel bir şekilde bakmayı genelleştirmek yönünden olabilir ki milletimize büyük faydalar sağlar.

Doğrusu, "bütün insanların kurtuluşu" meselesi, "evsaf aynı mı zaid mi?" "İhtiyaç illeti, imkan mı, hudus mu?" gibi hayatta önemi olmayan; yahud, "Ali mi üstün Osman mı?" gibi insan hayatında zararı olan bir mesele olsaydı, o zaman ben, "vaveyla!" kopartanların feryatlarına; "Daha önemli meseleler vardır! Bırak o meseleni!" gibi sözlerle tedbir felsefesi satan mürşidlerin irşadlarına veya yazdığı bir, iki makaleye önem verip de, milleti temyiz hissinden tamamen uzaktır zannedenlerin ikazlarına; yahud, "İslam herşeyden yücedir; fakat müslümanlar her şeyden!...(aşağıdır)" gibi sözlere cesaret eden ediplerin seslerine kulak verirdim.
Fakat biliyorum ki : bütün insanların kurtuluşu meselesi İslam alemi için hayati meselelerdendir. Bu meseleyi şimdi ortaya atmak, işe kuyruğundan başlamak değil, belki işe en başından, en esasından başlamak olur. İnsanın duygusal faaliyeti kalbi ve aklıyladır. İnsanlığa bakışı da inanış ve düşüncesiyledir. Öyleyse, bütün insanlık alemine bir mesele, hiçbir şekilde zarar veremez. Çare olarak "o meselenin henüz vakti gelmemiş" demek elbette dikkate alınması gereken bir çare olamaz.

Şimdi insanların Tanrı inanışlarına bakış meselesine gelelim: İlahi Yasanın hükmüyle -insanın her hali- başlangıçta çekirdek (tohum) küçüklük devri, bir de olgunluk devridir. İkisinin arasında, yalnız bir Allah'ın bildiği ne kadar değişiklik meydana gelir, ne kadar aşırlar geçer.

Her hal böyle olursa, insan aklının "hidayete erme" hali de yani ilmi fikirlerinde ve Tanrı inanışında hakikate ulaşma hali de elbette öyle olur. Allah bilir, insan Tanrı inanışlarında basitlik devresinden, hakikat devresine doğru hareket ederken, ne kadar ve nasıl inanışlardan geçip gider! Fakat insanın o hareketleri, o ilerlemeleri herhalde çok yakın olarak dosdoğru yol üzerinde doğru ve sahih bir hareket olur. Bir ferdin aklı nasıl çocukluk halinden hüküm verebilme doğrultusunda hareket ederse, bütün insanlığın aklı da çocukluk inanışından hakikat inanışına aynı doğrultu üzerinde hareket eder ve ilerler. Bu ilahi Yasayı Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetleri de destekler:

1.Delil

Hud Süresi'nde 56.ayet-i kerimede Kur'an-ı Kerim buyurur:

"Şüphesiz ki ben, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Yürür hiçbir mahluk hariç olmamak üzere (hepsinin) alnından tutan O'dur. Benim Rabbim hakikaten doğru bir yol üzerindedir." (11:56)
Şüphesiz bu ayet-i kerimenin hükmüne, herbir insan dahildir. Herbir insanın alnı Sırat-ı Müstakim'de (Doğru yolda) olur. Yani inanışta çocukluk devrinden hakikat devrine hareket ederken her bir insan doğru yoldan gider. O yol İlahi Hikmet gereğince insanlara tabii-tedrici şekilde hareket etmeleri için çizilmiştir. Bundan dolayı çocukluk devri ile hakikat devri arasında ki inanışların hiçbiriyle insanın hesaba çekilmemesi gerekir.

2.Delil

"Ama, gözleri görmeyen kimse savaşa gelmezse ona bir haraç (sorumluluk) yoktur; topala ve hastaya da sorumluluk yoktur."

Bu ayet-i kerime Nur Suresi ile Fetih Suresi'nde inmiş olup, bunu anlam bakımından destekleyen ayetler Kur'an-ı Kerim'de bir kaç surede gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'in adetine uygun olarak insanların haline dikkatle bakalım:

"Harac"ın manası nedir?

Şer'i Şerif'in müsamahasından dolayı, körlük, topallık, hastalık gibi bedeni özürler gereği mescide gitmek, cihada gitmek gibi kolay işler, insanlardan "zorluk" olur düşüncesiyle düşerse, elbette hakikatleri bulma, erişme gibi insanlığın aklına oranla çok ağır olan işler, şüphesiz, Şeriat nazarında "zorluk" kabul edilir. Şer'i Şerif'in müsamahasıyla Tanrı inanışı hakkındaki bütün kusurlar af edilir. Usul-ü din ile ayrıntıları bir hükümdedir. Hukuki teferruatta Şer'i Şerif tarafından çok geniş tutulan "daha öncelikli olma yoluyla" gerçeği usul-ü din de sabit olur. Bu mana ile Tanrı inanışının herbir hakikatinin, hukuki teferruatın hakikati gibi olması gerekir. Çünkü kuldan, hafif bir özrün varlığıyla hafif bir teklif düşerse, büyük bir özrün varlığıyla daha büyük bir teklifin geçersiz olması elbette hikmet gereğidir. Küçük özürler ile küçük şeyleri geçersiz kılan Şeriat, büyük özürler ile büyük, hem de ağır şeyleri hüküm olmaktan çıkarmazsa, o takdirde Şer'i Şerif'in önemi kalmaz. Şeriat'ın vazedilmesinde çok büyük bir uygunsuzluk ortaya çıkar.

Dünyada insan için şaşırıp kalmaktan daha büyük bir zorluk yoktur. Hakikatleri taleb yolunda insan aklı için her zaman gerçekleşen şaşırıp, kalmak gibi bir hal de bulunmaz. Hayrette kalma insan aklı için en ağır, hem de en çok gerçekleşen en büyük bir zorluktur.

Bundan dolayı insanın aklına isabet eden afetler, belalar, vücuduna isabet eden afetlerden daha fazladır, daha devamlıdır. İnsanın vücudu aklından , çok daha hızlı olarak olgunluğa ulaşır. Fakat olgunluğa ulaşamamak belası insanın aklına daha çok isabet eder.

Bundan dolayı, topallık gibi musibetler Şer'i tekliflerin kaldırılmasına sebep kılınmış ise, "olgunluğuna ulaşamamak", gibi tabii ve daimi bir akli musibet ile hakikate ulaşamamak", "şaşırıp kalmak" gibi en genel bir güçlüğün kalkmasına Şeriat nazarında elbette büyük bir sebep olur.

Sonuç olarak: Hakikatlere yöneliş yolunda hareket ederken insanın aklı eksik veya gerçeğin zıddı inanışlarda bulunursa, bunun için insan Allah katında sorumlu olmaz. Bu meselede insanlık alemi bir insan gibidir. İnsanlık aleminde ortaya çıkmış milletler dinler, düşünürken insanın aklından gelip-geçen inanışlar gibidir. Şüphesiz ki, düşünme yoluyla bir insanın kusurları affedilmiştir. Buna göre, insanlık aleminde ortaya çıkmış dinlerin de Tanrı inanışındaki kusurları elbette affedilmiş olur.

Ben insanlık aleminde gelip-geçmiş yahud şu güne kadar gelmiş milletlere kısaca bir göz atsam, aklıma her seferinde "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah inananları, arılığa düştükleri gerçeği kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir. (2:213) ayet-i kerimesi gelir. Giderim, tefsirleri karıştırırım, bir kanaat verebilecek ilmi bir açıklamayı hiçbirinde bulamam. Kalbimi de aklıma da şaşırıp kalma belası istila eder. Küçük şeylere kanaat ederek, böyle büyük bir ayet-i kerimenin açıklamasına cesaret eden kelamcıların haline hayretim artar. Ancak; insanlık tarihi, dinler tarihi ile açıklanabilecek bir ayet-i sadece lafzın okunuş tarzıyla açıklayan müfessirlerin sözlerini zaruri olarak çok küçük sayarım.

Bu durumun etkisiyle, hem de tefsirleri karıştırmaktan ileri gelen yorgunluğu -usancı gidermek ümidiyle, bakışlarımı her müşküle cevap verilen o makama, gökyüzüne çevirip düşünmeye başlarım.
"Bütün insanlar bir ümmet idi." Sözünün manası nedir?

"Azgınlık-imansızlık konusunda bir ümmet idiler." manasında olamaz. Çünkü insanların ilk atası Adem, büyük bir peygamber olup çocuklarına ilk başta hak bir din öğretmiştir.

"İman-hakikate yöneliş konusunda bir ümmet idiler." manasında da olamaz. Çünkü doğru yol üzere olan insanlara peygamberler göndermeye bir sebep yoktur. Aslında hakikate yönelmiş insanlara peygamber gönderip ihtilaf belası çıkarmak da elbette İlahi Hikmet'e o kadar uygun değildir.



 
Böyle sorular beni saatlerce meşgul eder. Cevaplarının tefsirlerde bulunmamasından dolayı beni başka yollara sevkeder. Gücüm kadar cevaplar bulup; memnun olurum; fevkalade memnuniyetim bana biraz cesaret verir. Bulduğum cevapları, özel fikirlerimi başkalarına sunarım. Rağbet eden muhterem zatlar tetkik eder, medrese talebeleri Kur'an-ı Kerim'in tetkikin adet edinir. Bizim en mühim isteğimiz de talebelerin ellerine Kur'an-ı Kerim'i verip, onları şerh ve haşiyelerin karanlıklarından kurtarmaktır.

3.Delil

Bütün 'Tanrı inanışları' hakkında benim üçüncü delilim muhterem Peygamber İbrahim -aleyhi's-selam- hazretlerinin el-En'am Suresi'nde 75'den 79'a kadar beş ayet-i kerimede anılmış kıssasıdır:

"Biz İbrahim'e kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk. İşte o, üstüne gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, 'Ben böyle sönüp batanları sevmem'. Sonra ayı doğar halde görünce de: 'Bu mu benim Rabbim?' demiş, fakat o da batıp gidince: 'Andolsun', demişti, 'eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaymış muhakkak sapanlar güruhundan olacakmışım.' Sonra güneşi doğar vaziyette görünce de: 'Bu mu imiş benim Rabbim?! Bu hepsinden de büyük! demiş, batınca da (şöyle) söylemişti. 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a eş katageldiğiniz nesnelerden kat'iyyen uzağım. Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.'" (6:75-79)
Bu beş ayetten ilk ayet-i kerimede alemlerin Rabbi Allah hazretleri buyuruyor ki: "Biz İbrahim'e, görüp de yakin elde etmesi için göklerin ayetlerini gösterdik."

Allah -Celle Celaluhu- hazretleri ayetleri göstermiş, İbrahim -aleyhi's-selam- o ayetleri görmüş. Kur'an-ı Kerim'in izahına göre, İbrahim -aleyhi's-selam- göklerin ve yerin ayetlerini gördükten sonra, aşamalı olarak üç hali geçip, neticede, Tanrı inanışının olgunluğu olan dördüncü hale gelmiş.

Birinci hal: Yıldızlardan birini, gece karanlığında görmüş de, "Benim Rabbim budur!" demiş.
İkinci hal: Nuru fazla olan ayı görmüş de "Benim Rabbim budur!" demiş.

Bu ikinci halin izahında düşünülecek iki şey vardır: a) Kur'an-ı Kerim bu hali açıklarken, "üstüne gece bürünüp örtünce..." gibi karanlık anına delalet eden bir cümleyi zikretmemiş. Niçin? Benim zannımca o ikinci halde aklın karanlıktan biraz kurtuluşuna işaret içindir. b) Kur'an-ı Kerim, "Andolsun", demişti, "eğer Rabbimin bana hidayeti olmasaymış muhakkak sapanlar güruhundan olacakmışım" güzel cümlesiyle ikinci halde İbrahim'in aklında isteğin, sevincin fazlalaşmış olduğunu göstermiştir. Yani cehaletin karanlığından kurtulan aklın, hakikati taleb yolunda, sevinci-rağbeti daha çok olur.

Üçüncü hal : Daha büyük, daha çok nurlu olan güneşi görmüş de, "Yok! Benim Rabbim şudur; ilk ikisi değildir. Şu daha büyük değil mi?" demiş.

Dördüncü hal: İbrahim'in aklı üçüncü dereceden de yukarı çıkıp, "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim .." diyerek Tanrı inanışının en olgununa ulaşmış.
İbrahim -aleyhi's-selam- çocukluk halinden peygamberlik haline gelince o üç hali Tanrı inanışının olgunluğu olan dördüncü hale ulaşmışsa, insanlığın da vahşilik halinden en yüce semavi iman haline gelinceye kadar geçen inanışları pek tabii olarak İbrahim'in hali gibi olur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle en büyük bir Peygamber için mümkün haller herbir insan için de elbette mümkün ve uygun olur.

Bizim bu izahımıza göre, İbrahim -aleyhi's-selam- kıssasında anılan o beş ayetin hiçbiri saptırmaların hücumuna hedef olmuyor. Fakat kelamcılar kelam kitaplarında, "Peygamberlerin masumiyetleri" meselesinde o ayetleri "sizin batıl zannınıza göre bu benim Rabb'imdir." gibi takdirler ile saptırmışlar.

Kelamcıların mezheplerini korumak hususunda bunun gibi saptırmaları makul gibi olursa da, kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubunu harab etmeleri yönüyle böyle yorumlar hiçbir şekilde uygun değildir. Kelami mezhepleri korumak hülyasıyla gerekli bulunan teviller benim getirdiğim delillere zerre kadar zarar veremez. Ben böyle tevilleri kabul edersem, elbette, günahkar olurum.

Kur'an-ı Kerim buyuruyor:
"Bir de eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni dosdoğru tutsalardı (tatbik ve icra etseler)di muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi. İçlerinde mutedil bir zümre de vardır. Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları ise ne kadar kötüdür. (5:66)

Yani: "Tevrat'ı, İncil'i, Kur'an-ı -emirlerini yerine getirip, ilkelerini saptırmamakla- ayakta tutsalardı; yukarıdan manevi rızıkları, alttan maddi rızıkları bereketli bir şekilde alırlardı. Bunlar emirlerin sınırlarına, ilkelerin zahirine vakıf olup mutedil olanlarıdır. Fakat çoğunluğu haddi aşar, ilkeleri saptırır." anlam çevirisi budur.
Bu ayetin yönlendirilişiyle ben, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden hiçbirini tevil etmemek taraftarıyım. Kur'an-ı Kerim'i ayakta tutmanın en mühim manası da onları tevil etmemektir.

Kur'an-ı Kerim'in emirlerini terk etmek, Kur'an-ı Kerim'i ayakta tutmamak ise ilkelerini görünen manasından başka tarafa çevirmek de elbette ayakta tutmamak olur.

Kur'an-ı Kerim'i tevil iki çeşit olur:
Birincisi, kelamcıların yorumlayışıdır ki, ayet-i kerime kendinin görünen anlamından tamamen çıkar. Görünen anlamı ihtimal dahilinde kalmaz.

İkincisi, tasavvuf ehlinin yorumlayışıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in görünen anlamına da kast edilir, işaretinden anlaşılıp çıkarılan anlam da kastedilir.

Bu tevil, yorumların en güzelidir. Böyle tevil ile Kur'an-ı Kerim zahiri manasından başka tarafa çevrilmez. Belki Kur'an-ı Kerim zahiri manasıyla anlaşılır ve zahirinin yöneltişiyle insanın kendisi ikinci bir manaya erişir.
Bu farkı açıklamak için burada örnek olarak mutasavvıfların bir tevilini nakledeyim. Mutasavvıfların büyüklerinden biri kendisine aid "Gülşen-i Raz" isimli kitabında der ki:
    Eğer yiğit isen, çık bak, önüne ne gelir ise, yetinme etme, daha öte git.
    Halil (İbrahim) gibi yürü, Hakk'ı iste. Geceyi gündüz, gündüzü gece et.
    Yıldız, ay, büyük güneş, his, hayal, akıldan ibaret.
    Ey talip bunların hepsinden yüzünü çevir: Hakikate ulaşana dek, durma git.
    "Zahiri şeylere kanaat etmem, hakikati ararım" sözünü her vakit söyle.
El-En'am Suresi'nde İbrahim -aleyhi's-selam- kıssasında konulan ayetleri böyle tevil etmek, Kur'an-ı zahir manasından başka tarafa çevirmek değildir. Belki zahiri manası kastedilmek şartıyla ikinci manaya ulaşmaktır. Bu tevil istenen şey değilse de, yasak da değildir.

Kur'an-ı Kerim'i zahiri manasından başka manaya kullanmak şartıyla tevil elbette doğrudur. Çünkü böyle teviller aklın daha fazla anlamasıyla, doğruya erişmesiyle olur. Kur'an-ı Kerim'in zahiri manası kastedilen değildir demeselerdi, biz kelamcıların tevillerini reddetmezdik. Dilin fesahati (ifade gücüyle), metnin belagatıyla (üslup güzelliğiyle) anlaşılan bir manaya, "kastedilen bu değildir." demek bizim işimiz değildir. Kur'an-ı Kerim'in belagatı, ayet-i kerimeleri olmadık belirlemelerle düzeltmemizden, elbette ayet-i kerimeleri beri kılmıştır. "Ayet tam değildi; takdir ettim de tam oldu" demek, benim zannımca, çok büyük edepsizliktir.

4. Delil:

"Tanrı İnanışlarının Hakikati" iddiasında benim dördüncü delilim el-Bakara Suresi, 62.ayet-i kerimesidir.
"Müminler, Yahudiler, hıristiyanlar, meleklere veya yıldızlara ibadet eden Sabiiler -daha genel bir ibareyle tabir edersek -alemlerin Rabbi olan Allah hazretlerine hem de Ceza Günü'ne iman edip, hayatlarında güzel işleri eda eden bütün insanlar, sonuçta saadete kavuşurlar." (2:62)

Bu ayet-i kerimede kurtuluşun sebebi tayin edilmiştir. Hayır olanı emretmek, şerri men etmek, Allah'ın varlığına iman, iyi kötü herbir amelin karşılığı olan bir güne iman. İşte böyle bir insan, Allah'a ve Ahıret Günü'ne imanın etkisiyle şerden-fesattan korunup, hayrı, salih ameli ifa etmeye çalışırsa, ahıretteki hayatında ebedi saadete kavuşur.

Şekli iman olmaz. Şekli hale gelmiş imanın insan hayatında o kadar önemi de yoktur. Şeriat nazarında muteber iman, insanı fesattan, şerden, zulümden men edip, hayırlı işlere sevk eden imandır. İnsan hayatında önemi, izi olan iman; Şeriat nazarında muteberdir. Ama hayatta önemi olmayan imanın Şeriat nazarında da elbette bir değeri yoktur.

Şer'i Şerif imanı hayatta ortaya çıkan eserleriyle (ameller) ölçer. İman, hayali olarak bulunan bir takım isimlerden oluşmuş kelimelerden ibaret değildir. Belki aklın, kalbin derinliğine yerleşmiş bir nurdur ki, insanı hayatında hayır yoluna yöneltir, helak yolundan kurtarır.

Böyle iman dünyada sadece milletlerin birine has değildir. Günlerin birinde sözü inşaallah daha bir ayrıntılı ve faydalı olarak açarım.

Sonuç
    "Bana, sus, soluğunu içine çek, deme.
    Çünkü, çemende kuşa sus denilmez.
    Göğsümde birçok hazinelerim var.
    Her ne kadar, iddiacı(lar) beni fakir görse de,
    Göğsümde bir çok hazine var.
Muhterem "Şura" sahifelerinde benim yazdığım, önemi var veya yok, bir-iki mesele delilleriyle beraber yayınlanmıştı. Tabii ki o binlerce kadar satır arasında anlaşılmayan noktalar, sayısız o kadar söz esnasında anlaşılmayan nükteler elbette bulunabilir. Bundan dolayı olsa gerek, hemen her zaman bazı gazete sütunlarında çok garip itirazlar, kendilerince de malum olan yersiz şikayetler yazılmaktadır.

"İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı", "Tanrı inanışlarının Hakikati" gibi meselelerin bugün de çevremize, zamanımızı göre önemleri var mı, yok mu? yönü şimdi bizim burada ihtilaf edilen bir şeydir. Ama temel meselelerin ilmi-dini yönden önemleri, önemlerine göre de zorlukları elbette her insanın bileceği derecede açıktır.
Şüphesiz, kaleminde çok büyük kusurları olan birinin, böyle zor meseleleri açıklarken, bu kusurları sebebiyle, iddiasında, delillerini izah ederken anlaşılmayan noktalar yalnız bir değil daha çok olabilir. Be o kusurlarımı herkesten fazla bilirim. Bu yüzden bana yöneltilmiş itirazlar bulunursa, itiraf ederim. Günahı yalnız bana aittir. İtiraz yoluyla beni ikaz etme zorluğuna tahammül eden gayret sahiplerine kalben teşekkür ederim. Gücüm dairesine giren açıklamaları da yaparak biraz daha fazla izah etmeye çalışırım. Bununla benim noksanlığım tamamlanacağına göre, en fazla faydalanan da elbette ben olurum. Bu yönden bana yöneltilecek itirazlar hakikatte İtiraz olmayıp, ben öyle itirazları aydınlatmak sıfatıyla tam bir memnuniyetle kabul ederim.
Eğer itirazlar ve reddiyeler benim iddiamın batıllığına yahud delillerimin zayıflığına delalet eden itirazlardan olursa, böyle itirazları kabul etmek, hakikat huzurunda edepli olmanın gereği, hem Şer'i hem tabii bir gerekliliktir. Ben, imanımın gereği, secde ettim. Anladığım hiçbir hakikati inkar etmem. İki-üç kişi suçlasa da, ya o ya bu meseleyi meydana atmak konusunda bende nefsani bir garaz yoktur. Vicdanın temizliği adına bu sözümü kabul etmeyen insan belki Allah'ın azameti hürmetine bu sözü kabul eder. Bugüne kadar benim tarafımdan basın dünyasına arzedilmiş dört-beş meseleleri en azından, "elde olanı satmak, revaçta olan metaı pazara sürmek" tabii kaidesine bina eder de, o meselelerin hiçbirinde nefsani bir garazın bulunmadığını kabul eder.

Bu iki çeşitten olan itirazlara benim bakışım böyledir. Fakat gazetelerin bazılarında yayınlanan itirazların çoğunluğu bu iki çeşitten olmayıp, belki meseleyi, hem de İslamiyet'i yahud genel olarak dini anlamamaktan gelen itirazlardır. Böyle itirazlar benim iddiamın batıllığına veya benim delillerimin zayıflığına delalet etmek yerine, İtiraz edenlerin cehaletine, dinin ruhundan gafletlerine delalet eder.

Birinci İtiraz: "Bütün insanların kurtuluşunu iddia etmek, genel af (Amnesiye ) ilan etmektir. Şimdi bundan sonra herbir insan bütün suçları işlesin, zararı yok demektir."

İkinci İtiraz: "Eğer bütün insanlar kurtulacak ise, o vakit İslam'ın özelliğinin önemi kalmaz".

Böyle itirazlar sıradan bir adamdan çıkmış olsaydı, garipsemezdim. Fakat birincisi bir gazetecinin, ikincisi İslam minberinde hutbe okuyan bir hatibin kaleminden yayınlandı. Bu yüzden ben bu iki itirazı biraz garip karşıladım. Çünkü bu iki itirazın herbiri, genelde dinin ruhundan ve özel olarak da İslamiyet'ten tamamen gaflet esasına dayalıdır. "İnsan hayatında dinin önemi yok" fikrinden ileri gelmektedir. "Din iğreti olarak anılan bir şeydir ki zerre kadar önemi, dünyaya aid bir şeyi yok" inancından gelen batıl bir fikirdir.

Teessüf etmemek mümkün değildir. Böyle batıl bir fikirde olan yalnız bizim bir gazetecimiz, yalnız bir hatibimiz değildir. Belki bizim talebelerin, imamların çoğunluğu bu fikirdedir. İslamiyet'in adı anılırken -bizim çoğunluk-cenneti, fakat diğer din adları anılırsa, cehennemi hatırlarına getirirler.

İslamiyet'in hakikatine cennet, diğer dinlerin batıllığına cehennemle delil getirmek mağruriyetten doğmuş bir cahilliktir.
    "Bizim vaizimiz hak kokusunu duymadı, dinle bu sözü.
    Onun huzurunda söylüyorum, gıybet etmiyorum."
Bütün insanların kurtuluşu meselesinde herbir suçun işlenmesini caiz gören insan, insan hayatında dinin imanın öneminden, hem de İslamiyet'in kendine has faziletlerinden tamamen gafil bir adamdır. O adam biraz düşünseydi görürdü: Her bir suçu işleme hürriyeti bütün insanların kurtuluşunda değil, kurtuluşun yalnız bir mezhep sahiplerine hasredilmesindedir. Kurtuluş yalnız bana has olacaksa, o zaman ben benim inancımda olmayan insanların herbirine, "siz şimdi inancınız-mezhebiniz sebebiyle ebedi olarak azaplanacaksınız; hayır işlerden size fayda yok, fena işlerin hiçbirinden size zarar yoktur. Bırakınız hayır işleri, suç işleyin!" diyecek olursam, kurtuluşun özel olduğunu iddia eden adam, benim bu sözümü hiçbir şekilde çürütmez.

"Bütün milletler kurtulacaksa İslamiyet'in önemi kalmaz." diyen itirazcıya ben sorarım: Acaba insan hayatında İslamiyet'in geçerliliği var mıdır?

Elbette, "yok! diyecek. Aksi olursa itirazı bana olmaz. itirazın esasına zıt olarak, "önemi var" dese, ben diyebilirim ki; "Buyurun, zatınıza malum olan önemini açıklayın, sonra ben sizin itirazınıza cevab veririm."
Bu iki İtiraz dolayısıyla bir-iki söz arzedeyim:

İnsanlık aleminin başlangıcından, İslamiyet'in ortaya çıkıncaya dek semavi bir sıfatla gelen dinlerin herbiri, insanın kalbinde yerleşen imana en asıl bir esas gibi itibar etmişlerdir. Özel olarak bizim İslamiyet, imanı insanın dünyası için de ahıreti için de en mühim bir esas kabul edip, imanı herşeyden fazla olarak övmüştür.
Genel olarak Semavi dinler, özel olarak İslam Dini, insanın imanına bu kadar olağanüstü büyük bir önemi niçin vermiştir?

İnsanın şimdiki hayatıyla ahıretteki hayatında en büyük öneme haiz olabilecek imanın hakikati nedir?
Mektep ve medreselerimizde iman adıyla telkin edilen şeyler insan hayatına en asıl esas olabilecek derecede öneme haiz midir?

Biz böyle şeyleri düşünseydik, yalnız şahsımızın gafletine delalet eden itirazları yayınlamaya cesaret etmezdik. Bütün insanların kurtuluşu herbir suçu işleme hürriyeti (vermek) manasına gelir demiş olmazdık. İslamiyet'in önemi nerededir anlardık. İnsanın şimdiki hayatıyla ahıretteki hayatında inançların önemi nedir? Ne yöndedir, gösterebilirsem, benim en büyük maksadım hasıl olur. Ben bunun için, "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" , "İnsanların Uluhiyyet Akidelerine Bakış" gibi meselelere aid risaleleri yayınladım. Başlattığım iddiayı doğrulayıncaya kadar, alemlerin Rabbi Allah hazretlerinin yardımıyla, ben hareket ederim inşaallah.
"Bizim uğrumuzda mücahede edenler (e gelince), biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan sahipleriyle beraberdir" (29:69)

Notlar:

1 Kelamcılar arasında vuku bulan, "Allah'ın sıfatları zatının aynı mıdır, yoksa zatından artık bir varlık mıdır" meselesi ve bundan kaynaklanan anlaşmazlıklara işaret edilmektedir.

2 Burada baskı hatası olmalı. Bu cümledeki "imkan" kelimesi, "kadim" şeklinde olmalı. Çünkü "imkan" kelimesi sonradan olmayla ilgili olup, hudus olan için sözkonusudur. Bu sebepten aynı cümle içinde karşıtmış gibi söylenmesi yanlış olur. Bununla, "alemin vücut bulma illetinin (ilk nedenin) bir sebebe ihtiyacı olması ve bunun kadim mi, sonradan olma mı olduğu" hakkındaki kelami meseleye işaret edilmiştir.

3 Her insan, daha başlangıçta aklı buluğa ermemiş, temyiz gücünden yoksun halden, daha sonra, varlığın gayesine vakıf olabilecek, doğru ile yanlış arasında hüküm verebilen bir olgunluğa doğru kesintisiz dosdoğru bir yol izler. Bundan sonra da yolunu seçer.

4 Harac kelimesinin geçtiği diğer ayetler şunlardır:
"...Allah, sizin üzerinize bir günlük (harac) yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetini tamamlanmasını diler. Ta ki şükredersiniz." (5/6); "...Artık bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı (harac) olmasın" (7/2);
" Allah ve Resulü'ne hayırhah olmak şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de harcayarak bir şey bulamayanlara bir günah (harac) yoktur. .." (9/91);
"Allah yolunda hakkıyla cihad edin. Sizi o seçti. Din (işlerin) de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi..." (22/78);
"...Ta ki evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevceleri (ini almakta) Müminler üzerine günah (harac) olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir." (33/37);
" Peygamberlerin üzerine Allah'ın, farz ettiği herhangi bir şey(i ifa etmesin) de hiçbir vebal (harac) olmaz..." (33/38);
" ....Sen sıkıntıya (harac) düşmeyesin diye, öbür (mümin)lerin zevceleri ve sağ ellerinin malik oldukları (cariyeleri) hakkında uhdelerine ne farz etmiş olduğumuzu bildirdik. Allah çok yargılayıcıdır, çok esirgeyicidir." (33/50);
"Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse onun göğsünü İslam'a açar (genişletir). Kimi de sapıklık da bırakmak dilerse onun da kalbini son derece daraltır (harac).." (6/125);
"Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı (harac) duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (4/65)

5 Harace kelimesi; Darlık, sıkıntı, zorluk, güçlük. Dar yer. Günah sorumluluk, vebal manalarına gelir.

6 Usul-ü Din: Dinin asılları, temelleri demektir. Istılah olarak bütün itikad, inanç esaslarını inceleyen, açıklayan, bir bakıma Kur'an'a dayalı akidelerin felsefesini, akli yorumunu yapan ilme denir. Buna kelam ve Tevhid ilmi de denir.

7 Beyyine: Delil, hüccet, kanıt.
Bağy: 'Geçişli' olarak kullanıldığında 'istemek, istemede ileri gitmek, çabayla arzulamak'. 'Geçişsiz' olarak kullanıldığında ise, 'sınırı aşmak, hakkıyla yetinmeyerek başkasının malına, canına, ırzına kasdetmek, saldırıya yeltenmek ve saldırmak, haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak, kendisine sulhun yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek' anlamına gelen 'beğa' fiilinin mastarıdır ve isim olarak kullanılır.

8 tevil kelimesinin anlamı için bkz.; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 214-215, T.D.V. Yay.; Said Şimşek, Kur'an'da İki mesele, s.45-60, Selam Yay.; Ali Ünal, Kur'an'da temel kavramlar, s. 59-67, Beyan Yay.; Süleyman el-Kafiyeci (terc. İsmail Cerrahoğlu), et-Tefsir fi Kavaid-i İlm it-Tefsir, s.47,48,54, A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.

9 "Gülşen-i Raz", Şeyh Mahmud-ı Şebüsteri'nin eseridir. Tebriz'e yakın bir yerde Şebuster'de doğduğu ve orada vefat ettiği hakkında ittifak edilmiştir. Ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. (H.718, 719, 720, 725 olduğu söylenmektedir). 37 yaşında vefat ettiği kabul edilmiştir. "Gülşen-i Raz"ı ölümünden üç sene kadar önce yazmıştır. Mahmud-ı Şebüsteri, "Gülşen-i Raz"a yetmiş beyitlik bir dibace yazmış, burada Vahdet-i Vücud akidesini hulasa ettikten sonra, Horasanlı mutasavvıf Seyyid Hüseyni'nin, kendisine gönderdiği bir mektupta sorduğu bazı sorulara cevab vermiştir. (Eserin müellifi hakkında daha geniş bilgi için bu çevirinin önsözüne bakılabilir.), Şeyh Mahmud-ı Şebüsteri (Terc. Abdulbaki Gölpınarlı), Gülşen-i Raz, M.E.G.S.B. Şark-İslam Klasikleri Serisi s. III-XXII. Şiirin bu kitaptaki tercümesi için de, s.17-18'de 185-190. beyitlere bakınız.

10 Fesahat: Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşmak. Sözün; lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Başka bir deyişle: Lafızların söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir.

Belagat: Hitabettiği kimselere göre uygun ve tam yerinde düzgün ve hakikatli güzel söz söyleme sanatı. Halin gereğine uygun söz söylemek.

11 "Şura" Orenburg (Rusya'da bir şehir) da Zakir Ramaev (1859-1921) adlı milliyetçi bir Tatar tarafından çıkarılmış bir dergidir.



3. Kitap
İLAHİ RAHMET MESELESİ
Rızaeddin b. Fahrettin
Giriş

"Ey Rabbimiz! Senin indirdiğin (o Kitab'a) inandık, O resule de tabi olduk. Artık bizi şahidlerle beraber yaz." (3:53)

Hak Subhanehu ve Teala Hazretlerinin azabı ile rahmeti, özel olarak ahıret halleri, zihinlerin erişemeyeceği kadar yüksek ve gönüllere sığmaz derecede geniştir. Bunun için bu konuda bir satır olsun yazmak ve bir cümle olsun söylemek bile hayalimize gelmezdi. Fakat Ademoğulları dünyada oldukları müddetçe kendi arzuları ile yürüdüklerinden belki başarılı olmayacakları çok şeyleri ister istemez bir şekilde yaparlar. "Kulların iradeleri alınmıştır" diye iddia etmiyorsak, bunu kendi ihtiyacımızdan söylediğimizden değil, belki buna bizi mecbur edecek bir şey olduğundandır. Eğer mecburiyetleri olmasaydı, ne diyeceğimizi kendimiz bilirdik.
Faziletli saygıdeğer Musa Efendi tarafından "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" hakkında "Şura" da bir makale yayınlandığında bazı okuyucular bunu garip karşıladılar. Özel olarak bizlere müracaat ettiler ve iyi niyetle sorup anlamaya çalıştılar. İşte bizler bu yüzden bu makaleyi yazmaya mecbur olduk.

Musa Efendi'nin makalesini fırsat bilerek her zaman halkın cehaletinden istifade eden bazı din tacirleri ve bunlara tamamen uymakta olan zavallılar da harekete geçip avamı yoldan çıkardılar. Ve....tilkilik edip, suyu kurutarak balık avlamaya giriştiler. Bu kişilerle bizim işimiz ve ilgimiz yoktur. Bunlar kendi görevlerini yapıp-dursunlar. Biz bu satırları, "Şura" okuyucuları ve özel olarak müracaat edecekler için cevap olarak yazdık.
Yüce Varlık, sıfatları ve en güzel isimleri (esma-i hüsna), ahıret halleri ve öbür dünya hakkındaki mezhebimiz; Kur'an-ı Şerif'in ispat ettiğini ispat etmek, reddettiğini reddetmektir. Bunun dışında "Allah Teala neyi murad etmişse o haktır, buna iman ettim." deyip susarak Hakk Teala Hazretlerine teslimde daim olmaktan ibarettir. Bunun için ahırette ortaya çıkacak rahmet meselesinde, kelamcılara tabi 'olmadığımız gibi Musa Efendi ile de noktası noktasına aynı şekildeyiz, diyecek derecede muvafakatımız da yoktur. Bununla beraber İslam Alimlerinin birçoğu tarafından tercih edilmiş görüş açısı olduğu için, Musa Efendi'nin sözünü inkar da etmiyoruz. Çünkü Allah Teala'nın gazabına geçen ve gazabına baskın olan rahmeti karşısında dünya ve ahıret, hem de bütün evren bir hiç olarak hesab edilse gerek. Kendilerini 'ahırete hazırlar' sınıfından sayanlar için mesele hafiflik olursa da 'azgınlar' sınıfından olacaklarından korkan kimselerin herbirinin Musa Efendi'nin sözüne kulak vereceği malum. Milyonlarca, milyarlarca yıl sonunda kurtulmak bahtiyarlıktır. Mezhebini temel, delilini ikinci derecede kabul etmeyenler için Kur'an-ı Kerim'de bunun dayanakları olduğu aşağıda zikredilecektir.

Musa Efendi'nin iddiasında bir tuhaflığın bulunmadığı, öncekilerle (selef) sonrakilerin (halef) eserlerini ve İslam Dünyası'nda yazılmış kitapları etüd edenlere malumdur. Tuhaflık belki işin aslından haberi olup-olmadan bu konuda kavga çıkaranlardadır. Çünkü bu, pek eski bahislerden biri olup, İslam Alimleri arasında tartışılmış ve tartışılmaktadır. İşte bunun için bu konuda fikri tartışmaya girecek kişiler, ihtiyatlı davransınlar ve insafı elden bırakmasınlar. Ayaklarının uçlarını, sahabelere değdirmesinler. Bunu yer bulmak zannedip artık kızmasınlar. Ve İlahi Rahmeti, medreselere konulmuş sadaka kutularıyla kıyaslayıp edepsizlik etmesinler. Tabii bu sözüm dinleyenleredir.

Musa Efendi tarafından ortaya atılan meselenin yeni olmadığını ispat için büyük alimlerden ve İslam'ı en iyi bilenlerden biri olan İbn ül-Kayyim el-Cevziyye'nin "Had il-Ervah ila Bilad il-Efrah" isimli eserinden bir bölümü burada çevirdim. Bunu okuyan herkes bilir ki İlahi Rahmet meselesi, ta Ashab çağından miras kalmıştır. İbn ül-Kayyim Hazretleri bütün ömrünü Kur'an ve hadis ilimlerine adamış bir zat olup, Ahmed b. Hanbel mezhebindeydi. Çoğu kimse onun hakkında "mutlak müçtehid" diye tanıklık eder. Vefatı 751/1350 tarihinde Receb ayındadır. Kabri de "Dimeşk" şehrindedir.

İbn ül-Kayyim, cehennemin ebediliği konusundaki görüşleri naklettikten sonra, ayrı bir bölüm açarak, cehennem ile cennet arasındaki farkı söyler. İşte burada -Musa Efendi'nin dediği gibi -İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığına; gereken azabı çektikleri ve Kur'an'da haber verilen cezaları gördükten bir süre sonra insanların kurtulacağına ümit bağladığını açık şekilde anlatır. İşte İbn ül-Kayyim Hazretlerinin sözleri:

I - Cehennem'in Ebediliği

Cehennem ebedi mi değil mi? Bu konuda öncekiler(selef) ve sonrakiler(halef) arasındaki görüşler şunlardan ibarettir. (Bunlar arasındaki bir görüş, Yahudi'lere mensup olduğu için alınmadı):

1-) Cehennem ebedidir. Ona giren kimseler (ister müslüman olsun isterse başkası olsun) sonsuza dek kalacaklardır. Buraya girdikten sonra çıkış ve kurtuluş yoktur. Bu görüş Hariciler ve Mutezile ekolünündür.
2-) Cehenneme girenler bir süre azab çektikten sonra bu azab onlar için tabii bir hale gelir. İşte bu yüzden cehennemlikler azabtan lezzet alır. Bu sözü İbn Arabi söylemiştir.

Bu birinci ve ikinci mezhebler birbirine uzak iki taraftadır. Birinci gurup cehennemlik olanların hiçbirini kurtaramadıkları halde sonuncusu (cehennem devam ettiği halde) ehlini tamamen kurtarmak taraftarıdır.
3-) Cehennemden çıkacak olanlar bitince cehennem daimi olarak asıl halinde kalır.

4-) Cehennem ile cennet sonradan olma şeyler olduğu ve yaratılan (hadis) her şeyin sürekliliği mümkün olmadığından dolayı hem cehennem hem de cennet geçici (yok) olacaktır. Bu görüş Cehm b. Safvan ve bağlılarınındır. Bunlar, cehennemle cenneti bir tutup, birini diğerinden ayırmazlar.

5-) Cehennemliklerin hayatla ilişkisi kalmamış olup toplu halde hareketsiz olarak kalırlar. Elem verici azabı duymazlar. Bu söz, Mutezile'nin imamı olan Ebu Huzeyl Allaf'a atfedilmiştir. Allaf, cehennemlikler hakkında söylediği bu sözü cennetlikler için de söyler.

İşte bu görüşlerin hiçbiri kabul edilebilir değildir.

6-) Cehennem, Allah-u Teala'nın katında malum olan bir süre devam ettirildikten sonra, yok edilecektir. Bu söz (Ashab-ı Kiram'dan) İbn Mes'ud, Ebu Hüreyre, Ebu Said el-Hudri ve başkalarından menkuldür. Hadis imamlarının büyüklerinden olan Abd b. Humeyd bahsi geçen sözü Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet eder. Kur'an-ı Şerif'te olan

" Hakikat, kitaplılardan olsun, müşriklerden olsun (bütün) o küfredenler cehennem ateşindedirler, onun içinde ebedi kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüsü de onların kendileridir." (98:6)

"Ve tabi olanlar şöyle demiştir: "Bizim için bir dönüş olsaydı da (bugün) bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık."Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler halinde kendilerine gösterecektir. Ve onlar cehennemden çıkıcılar da değildirler." (2:167; 6:122) gibi ayetlerin, cehennem ateşinin devamı şartına bağlı olması ihtimali taşıdıklarından dolayı bu görüşe bir aykırılıkları yoktur.

"... Buyuracak ki: "Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, içinde ebedi kalıcı olduğunuz ateş karargahınızdır sizin..." (6:128) ayet-i şerifesinde ki gelecekten haber, Kıble'ye has olmadığından, istisnası da onlara has değildir.

7-) Cehennem ebedidir. Ve orada sonsuza dek kalacak zannedilen kimseler de sonsuza dek kalacaklardır. Kelamcılar ile başka birçokları bu görüştedir. Bunların delilleri gelecek başlık altında zikredilecektir.


II - Cehennem ve Cehennemliklerin Ebediliği 

Cehennem ve ona girecekler ebedi olup, ondan çıkmayacaktır ve azabları da kesilmeyecektir. İşte bunun delilleri:

1-) Cehennemin ve ona gireceklerin ebediliği hakkında ashab ve izleyicileri ittifak etmiştir. Buna aykırı olan sözler, sonradan ortaya çıkmalarından dolayı bidat olup, kabul edilebilir değildir.

2-) Kur'an-ı Şerif tarafından, cehennem ve ona girecekler hakkında verilen haberlerden kesin olarak anlaşılıyor ki bunlar har zaman duracak ve asla son bulmayacaktır. Ayetlerse şunlardır:

"Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çıkıcılar değildir. Onlar için kendilerini tutup durduracak (salıvermeyecek) bir azab vardır." (5:37)

"Şüphe yok ki mücrimler cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar. Onlardan (azab) hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz susacaklardır." (43:74-75)

"İşte tadın (cezanızı)! Artık size azab(ınız)ı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız." (78:30)

"Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedi kalıcı olarak. Onlar ne bir yar, ne de bir yardımcı bulmayacaktır." (33:64-65)

"...Zira kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerden hiçbir yardımcıları da yoktur." (5:72)

"Bizim ayetlerimizi yalan sayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler (yok mu?) Onlar için gök kapıları açılmayacak, onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete girmeyeceklerdir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız." (7:40)

"O küfredenler(e gelince): Cehennem ateşi de onlarındır. Öldürülmezler ki ölsünler. (Cehennemin) azabından (velev) bir kısmı onlardan kaldırılıp hafifletilmez de. İşte biz küfürde ileri giden herkesi böyle cezalandırırız." (35:36)

"Gerçek onun azabı daimi bir helaktır." (25:65)

Ve diğer ayetler

3-) Zerre kadar imanları olanların cehennem'den kurtulacaklarını, kafirlerin ise bu faziletten mahrum olacaklarını meşhur hadisler haber verir. Müminlerden başkası da azabtan kurtulacaksa o zaman müminlere has kılınmış olan şefaatin bir değeri kalmaz.

4-) Keremli Resul tarafından cennet ve ona gireceklerin, cehennem ve ona gireceklerin yok olmayacakları hakkında verilmiş haberler bilinmektedir.

5-) Selef ve Ehl-i Sünnet'in inanışına göre cennet ile cehennem bugün de var olan yaratıklar olup, daimidirler ve asla yok olmayacaklardır. Bunun dışındaki sözler, sonra ortaya çıkanlardan menkul olup reddedilmiştir.

6-) İman etmeyen kişilerden azabın giderilmeyeceği, hatta belki sürekli olarak cezalandırılacaklarını akıl da gerekli görür.

İşte bu "son" grup ve meşhur ekol sayılan görüşün en güçlü delilleri bunlardır. Fakat bu delillerle cehennemin yok olacağı görüşünde olanlar tatmin olmazlar. Belki, gelecek başlıkta konulacak maddeleriyle bunların delilleri birer birer çürütülmüştür.

III- Savunmalar

1-) Cehennemin ve ona gireceklerin ebediliği hakkında ashab onlara bağlı izleyicilerin (tenkitler) görüş birliği (icma) olduğunu iddia edenlerin, iddialarını ispat etmeleri gerekir. Çünkü delilsiz iddia dinlenilmez. Fakat biz bu kişilerden görüş birliğini ispat etmek için "cehennem ve ona girenler ebedidir." diyen bir tane sahabi göstermelerini istesek bunu gösterecek güçleri yoktur. Belki Ashab-ı Kiram arasında birçok kişi, cehennemin Allah-u Teala tarafından yok edileceğini söyler. Ve bağlılar (tabiler) da onlardan bu sözü rivayet eder. Cehennem'in sonsuzluğu hakkında ashab ve bağlananların (tabiun) görüş birliğini (icma) iddia etmeye yol vardır. Çünkü Ashab'ın bazısı bunu açıkça söylemişler ve başkaları da bunu inkar etmeksizin suskun kalmışlardır. Böyle bir halin bir çeşit görüş birliği (icma) olduğu herkesçe bilinmektedir.

2-) Yukarıda anılan ayetlerden anlaşılan şey, cehennemliklerin de Cehennem'de sonsuza dek kalacakları ve ondan çıkarılmayacaklarıdır. Hem de azablarının sürekli ve kalıcı olacağıdır. Bunda ise İslam Dünyası'nın meşhur kişileri arasında ihtilaf yoktur. Cehennem sürekli olarak durduğu müddetçe bu böyle olacaktır. İhtilaf ikinci konudadır. Bu da cehennem'in kendisinin ebedi ve sürekli olup olmadığıdır. Bunların birincisi (cehennemliklerin ateşte ebedi oluşu) ikinci (cehennem'in de ebedi olduğu, sonucu) gerektirmez. Şayet hapishane olarak duran bir yerden bir kimse çıkarılırsa, "hapishaneden çıkarıldı" denilir. Ama hapishanenin harab olması veya hapishanelik sıfatının ortadan kalkması sebebiyle kurtulanlara, hapishaneden çıkarıldılar denilmez.

3-) Gönüllerinde zerre kadar imanı olanların Cehennem'den çıkarılacağı, böyle olmayanların sonsuza dek kalacaklarını meşhur hadislerin izah ettiğinde ihtilaf yoktur. Cehennem sürekli olduğu müddetçe Allah'a ortak koşan (müşrikler) de orada sürekli olarak kalırlar. Fakat bu cehennem'in kendisinin devamı (sonucunu) gerektirmez. Azabtan, birgün ve bir saat önce kurtulmanın büyük faydası olsa, aracılığın (şefaatin) değeri pek yüce olur.

4-) İslam Dini'nde bilinen cehennem'in son bulmadıkça azabının ve oradakilerin de baki olduğudur. Fakat bu, cehennem'in kendisinin de sonuçsuz ve ebedi olmasını gerektirmez. Cehennemin ebediliği hakkında bir tane olsun delil var mıdır? Varsa izah edilsin!

5-) Cennet ile cehennemin (ikisini bir tutarak) yok olacaklarını söylemenin sonradan türedilerin sözlerinden olduğunda şüphe yoktur. Çünkü böyle sözler, ashab ve bağlılarından sadır olmamıştır. Anlaşılmazlık ise cennet ve cehennem'in yok olması konusundaki sözler, sonradan türedilerin sözleri değil, hatta sahabelerin sözleridir. Sonradan çıkmalar, kendi yanlarındaki deliller ortak olduğundan cennet ile cehennemi bir hükümde tuttukları halde, Ashab-ı Kiram bu ikisini ayırmıştır. Cehennem'in yok olması görüşünü sonradan çıkanlara nispet eden kimse, Ashabın Tabiunun ve öncülerin görüşlerinden bilgisiz ve habersiz kişidir. Türedi söz diye, Kur'an ve Sünnete, ashab ve bağlıların (tabiun) sözlerine aykırı olan sözlere denir. Böyle olmayan sözleri türedilere nispet etmek doğru değildir. Bununla beraber; hak söz, kim tarafından söylenirse kabul edilmelidir. Selefin şerefli Kur'an ve Sünnet'e uygun olan inanışları "Cennet ve cehennem iki mahluk, şüphesiz cehennem ehli oradan çıkmaz, azap onlardan hafifletilmez, ara verilmez ve onlar orada ebedidirler." kadar olup, cehennem'in yok olmayacağını bunun arasına sokuşturan, izleyenlerin (tabiun) rivayetlerinden habersiz kişidir.
6-) Cehennemin ebedi olacağı konusunda aklın pek etkisi yoktur. Çünkü bu, aklı ilgilendiren şeylerden değil, belki nakle, (Allah ve Resulünden gelen bir haberle bilinebilecek) giren konulardandır. Öyleyse Cehennemin ebediliğine aklen hükmedilebilmesi de şüphelidir.

IV- İbn ül-Kayyim Hazretlerinin Şahsi Fikirleri:

1-) Sürekli ve ebedi olmak konusunda cennet ile cehennem arasında belirgin bir fark var. Allah Teala Kur'an-ı Şerif'te Cennet'in devam ve sonsuzluğunu haber vermiştir. Onun hiç yok olmayacağı ve bitmeyeceği;
a- "la nefude leh" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

"Adn cennetleri. Onlar için kapılar ardına dek açılmıştır." İçlerinde yaslanıp kurulacaklardır onlar. Orada birçok yemiş (ler), içecek(ler) isteyecekler. Yanlarında da gözlerini yalnız (eşlerine) dikmiş, yaşıtlar vardır. İşte hesab günü için size vadolunan gelen şey(ler) bunlardır. Şüphe yok ki bu, bizim bitip tükenmez rızkımızdır." (38:50-54)

b- "la inkataa leh" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

"Ashab-ı yemin: onlar ne mutlu ashab-ı yemindir. Dikensiz kiraz meyveleri tıklım tıklım muz ağaç(lar)ı. Yayılmış gölge(ler) daima akan su(lar), (hiçbir zaman) kesilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyve(ler) arasında" (56:27-33)

c- "gayr-i meczuz" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

"Mes'ud olanlara gelince: Onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müstesna olmak üzere gökler ve yer durdukça onlar orada ebedi kalıcıdırlar. (Bu), bir lutf-u ihsandır ki (tükenip) kesilmesi yoktur." (11:108)
gibi (kesintisizlik bildiren) sıfatlar ile kesin olarak anlatmıştır. Fakat cehennem hakkında verilen haberler, oradakilerin "hulud"u çıkışlarının olmaması, azablarının sürekliliği gibi şeylerden ibarettir. Bu iki çeşit haberin farkını çoğu kimse bilse gerek.

2-) Cehennem'in sonu sonsuz ebedi olmadığına işte şu ayetler delil olur:

a. "Allah buyurur ki: Allah'ın diledikleri müstesna, içinde ebedi kalacağınız ateş karargahınızdır." (6:128)
Arab dili iktizasınca bu ayetin manası: Kafirler cehennemde ebedi kalacaklar, meğer ki Allah'ın meşiyyet ettiği (dilediği) zaman bundan müstesna, demektir.

b- "Şaki olanlara gelince: Onlar ateştedirler ki orada bir nefes alıp vermeleri vardır onların." " Gökler ve yer durdukça orada ebedi kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği (müddet) başka. Çünki Rabbin ne dilerse hakkıyla onu yapandır." Mes'ud olanlara gelince: Onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği (müddet) müstesna olmak üzere gökler ve yer durdukça onlar orada ebedi kalıcıdırlar. (Bu), bir lutf-u ihsandır ki kesilmesi yoktur." (11/106-108)

Bu ayetlerde cennet ve cehennem hakkında kalıcılık Allah'ın dileğine bağlı olarak istisna edilmişse de cennet hakkındaki irade şartının süreklilik ve sonsuzluktan ibaret olacağı "kesilmesi olmayan bir güzel lütuf" cümlesi ile kesinlikle açığa kavuşturulmuştur. Ama cehennem hakkındaki dilek-irade şartına bağlı oluşun süreklilik ve sonsuzluktan ibaret olduğunu bildiren bir şey olmadığı gibi, üstelik "ne dilese onu yapandır" diyerek, burada anılmayan şeylerin yapılacağına işaret edilmiştir. Her halde cehennem'in kalıcılığı ve sürekliliğini işaret etmekten uzak olan, Allah'ın iradesine bağlı oluşla istisna edilmiştir. Bunun sonsuzluğa ters olduğu bilinmektedir.

"Şüphesiz ki cehennem bir pusudur. Azgınların dönüp dolaşıp girecekleri bir yerdir. Çok uzun devirler boyunca içinde kalacaklar." (78:21-23)
 
Bu ayette, cehennemin yaşı; ahkab (nice devirler) ile takdir edilmiştir. Takdir edilen şey ebedi olmaz.
c-) Cennet, Allah-u Teala'nın rahmet ve rızasının gereğidir. Cehennem ise gazab ve hoşnutsuzluğun gereğidir. Rahmetin gazaba baskın ve onu geçmiş olduğu biliniyor. Şayet bunların gereklerinin hükümleri denk olursa, rahmet gazabı geçmiş ve ona baskın değil, belki eşit olmaları gerekir.

d-) Şayet yaratılmışlar cehennem'de hiç sonu olmayan ve sınırsız olarak azab edilip kalacak olsalar, hakimlerin hakimi olan Allah Teala Hazretleri'nin böylesine azab içinde kalacak kullarını yaratmaktaki hikmeti ne olabilir? (Cennette bulunan insanlar, sonsuza kadar cehennemde yanıp durmakta olan kardeşleri, baba ve anaları, çocuk ve yakınları için yazıklansalar, üzülmeyecekler midir?)

e-) Buhari ve Müslim, Allah-u Teala'nın zerre kadar olsun hayırda bulunmamış kimseleri de bir zaman sonra cehennemden çıkaracağını, Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ederler. Hz. Enes de, hayatının bir devresinde bir defa olsun Allah Teala'yı anan kişilerin cehennemden kurtulacakları hakkında hadis-i şerif rivayet eder. Hayatının bir basamağında dahi olsun Allah Teala'yı anmamış bir insanın olabilmesine hiç ihtimal var mıdır?
f-) "Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiştir, ona lanet etmiştir ve ona büyük azab hazırlamıştır." (4:93)

gibi bir ayet bulunurken mümini öldüren kişi cehennem'de sonsuza dek kalmaz derler. Ve kalıcılık haberini bir zaman sonra kurtulmaya zıt görmedikleri halde, başkalarının kurtuluşlarına kalıcılık kelimesini zıt görürler?
g-) "...Kim Allah'a ve resulüne isyan ederse şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır, kendileri orada ebedi, daim kalıcılar olmak üzere." (72:23)

ayetinde bildirilen kalıcılık ve "Ebed"in, kullar tarafından olan tevbe ile son bulacağını caiz görürler. Öyleyse kalıcılık ve sonsuzluğun Allah Teala tarafından sebebin "af" nedeni ile son bulması niçin uygun olmasın? İmam Buhari: "Şayet kafirler Allah Teala'nın rahmetinden haberdar olsalardı, hiç de ümidi kesmezlerdi" manasındaki hadis-i şerif rivayet etmiştir.

h-) Farz edelim Hakk Subhanehu ve Teala, Kur'an-ı Şerif'te "azab sonsuzdur, asla kesilmez, cehennemin yok olması ve son bulması gerçekleşmez" diye haber vermiş olsaydı, bu haber "vaid (tehdit)" cümlesinden olurdu. Halbuki "vaid"ten (tehdit) caymak lütuf sayılır. Tehditlerden vazgeçenler övülürler. Şimdi kullarda olgunluk olan bu hal lütuf sahiplerinin en lütufkarı ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah Teala hakkında da övülmüş bir sıfat olamaz mı? Ebu Ya'la el-Mavsili "Allah Teala va'dinde durup-durmamakta serbesttir." anlamında hadis nakleder. Va'd, Allah tarafından kullara verilmiş bir haktır. Vaid ise sadece Allah Teala'nın kendi hakkıdır.

Allah'ın kulların hakkına vefasızlık göstermesi diye bir şey söz, konusu değildir. Ama kendi hakkından vazgeçse, buna ne engel olabilir? Halbuki Allah Teala'nın Kur'an'daki vaidlerinin bütününün (Muhakkak ki Rabbin ne dilerse onu yapandır) ile bağlandığı, ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir. Ali b. Ebu Talha tefsirinde, İbn Abbas Hazretleri'nden: "Allah Teala'nın kulları hakkında cennet ve cehennem ile hükm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur" diye nakleder. Hz. Ali (r.a.) cennet ile cehennemliklerin hallerini tarif ettikten sonra" (bundan sonra Allah dilediğini yapar)" demiştir. Şayet benden "bu mesele hakkında kendi fikrin nedir?" diye sorsalar, Hz. Ali'nin sözüne uyarak, "Muhakkak ki Rabbin dilediğini yapandır." diye cevap veririm.
"Hadi'l-Ervah"dan alıntıladığımız şeyler burada tamam oldu. Arap dilini bilenler için kitabın, aslına müracaat etmek gerekir. İstifade edeceklerinden şüphem yoktur. Bizim burada naklettiğimiz cümleleri bazı Akaid kitapları da kısaltarak geçmişlerdir.

Sonuç

Burada İbn ül-Kayyim'den seçilmiş sözler, inkarı kabil olmayacak derecede bir hakikat midir? Bunlar hiç reddiye yazılmaksızın kalmış mıdır?

Peygamberlerden başka insanların korunmuşluğuna (masumiyetle) inanmadığımız için bahsi geçen sorunun önceki şıkkına gerekli cevabı vermeye gücümüz yetmez. Her alimin yanlışı ve her müçtehidin hatası olması mümkündür. "Medreselerimizde itikad okutula gelmiş kitaplar hakikatin ta kendisidir" diye tanıklık etmek mümkün değilse, İbn ül-Kayyim'in kitabı hakkında da bu tür bir tanıklık mümkün olmaz.

Reddiye konusuna gelince: Reddedilmemiş görüş ve kötülenmemiş alim, dünyada bulunmadığına göre, İbn ül-Kayyim'in sözlerine de reddiyelerin olması tabiidir. Ebu Hanife Hazretlerini kötüleyip mezhebini de reddederek yazılmış kitapların ciltleri yüzleri geçmiştir. İbn ül-Kayyim'e de reddiye yazılmış. Fakat çağdaşı ve ilim konusunda dengi olmayan, belki pek çok basamak aşağı mertebede olan İbn Hacer ul-Mekki tarafından yazılmıştır. İbn ül-Kayyim'in sözlerini burada yazmaktan maksadımız, muhalefet edilmesi mümkün olmayan bir hakikati ilan etmek değil, belki faziletli, saygıdeğer Musa Efendi tarafından söylenen fikrin sonradan ortaya çıkmış yeni bir şey olmadığını göstermektir. İşte bu meselenin nice yüzyıllardan beridir öğrencilere okutulmakta olan "Ef'al-i ibad ve sıfat" (kul davranışları ve statü), "teklif ma la yutak" (kula gücünün yetmeyeceğini teklif) meselelerinden farkı var mıdır? Varsa hangi noktadır? Bazı yazarlar, İmam Tahavi'den: "Cehennem hakkında müslümanlar arasında iki görüş vardır: Biri, "Allah, cehennemlikleri tamamen kurtarıp bitirdikten sonra cehennemi yok eder" der. İkincisi de, "hiç son bulmaksızın azab edilip dururlar" diye iddia eder. İşte bu iki görüşten farklı olan sözler makul değildir." diye nakleder.

Musa Efendi'nin makalesi sırf dini ve inanışla ilgili olsaydı, biz buna kesinlikle "Şura" da yer vermezdik. Ve İslami eserler ile yakınlığı olmayan biçarelerin şaşırmalarına neden olmazdık. Fakat bugünkü gibi sadece inanışla ilgili kabul edilen meselenin bugün veya yarın toplumsal meseleler grubuna girmesi ve bütün İslam Dünyasını meşgul etmesi muhtemeldir. Bunu her toplumdan önce Rusya müslümanları bilir. Ve bataklığa girip batmadan yollarını hazırlamaları gereklidir. Bundan 15 yıl önce: "Rusça okumak şeriata aykırıdır" diye iddia edip de sonra kendi çocukları "Kolej" ve "Ortaokullar"a veren Hazretler kabilinden, bugün İlahi Rahmet hakkında konuşanların aleyhinde olanlar için 10-20 yıl sonra başa geçip bunun davasını gütmek gerekmesin! İşte bunun için, bunu ortaya atan kişi tarafından hata var mıdır, yok mudur? Bu ise henüz ortaya çıkmamıştır. Hatalı olduğunu gerekli derecede anlamadıkları halde hakk'ı ürkütmeye çalışanların kim olduğunu herkes anlasa gerek. Halkı korkutup sonra da onlara sığınmaktan dolayı hiçbir zaman hayırlı sonuç çıkmaz. Bu güne kadar gelip geçmiş alimlerin, halk tarafından gördükleri eziyetler yalnız bir tek noktada olup, bu da onların işitmedikleri sözleri söylemeleridir. Tarih kitaplarıyla yakınlığı olanlar, konuyu açık şekilde bilirler. Hatta onlar Peygamberlere de"..Biz bunu önceki atalarımızdan duymadık." (Mu'minun,24) diye karşı durmuşlardır. İşte, bugünlerde kendilerini "alim" diye hesap etmekte olanlara hitaben: "Ebu Hanife'nin yanlış sözleri varmış!" denilecek olsa, muhataplar da bir ağızdan "Haşa olamaz!" diye bağıracaklardır. Halbuki Ebu Hanife, kendi çağında halk arasında karışıklık çıkarmakla itham edilmiştir. Hatta en yakın dostu İmam Malik, halkın hücumundan korkarak olsa gerek, "Ebu Hanife, bu gibi sözleri söyledikçe müslümanlar üstüne kılıç çekip çıksa daha güzel olurdu." demiştir. Fakat Ademoğlu yüz canını feda eder, dünyanın bin türlü güçlüğüne tahammül eder, ama kendisinin bir fikrini olsun halkın hatırı için feda etmez. Peygamberler, alimler, sufi ve zahidlerin tutukları yol budur.

"Hadi'l-Ervah"ın sözleri hakkında sorumluluğun İbn ül-Kayyim'in üzerine olduğunu söylemeye hacet yok.
İşte söyleneceklere verilecek cevabım ve arz edilecek sözlerim şimdilik bu kadardır. Kabul edip etmemek de kendi tercihinizdir.

"Size selam (olsun). Biz cahilleri aramayız." (28:55)
Rızaeddin b. Fahreddin

Notlar:
1 İbn ül-Alusi: "Bu mezhebe yalnız İbn-i Arabi mensup değildir. Zahiriyye'den bir cemaat ta bu görüştedir."der.(Celal ul-Ayneyn, beyt, 265)
2 Cehm b. Safvan Cebriyye'den bir kimse olup kendi mezhebini "Tirmiz"de yaydı. Emevilerin son zamanlarında Salim Ahvaz il-Marani tarafından "Merv" şehrinde katledildi. Bundan fazla tercemesini bilmiyoruz.
3 İbn-i Kayyim'in ibaresinin zıddına olarak bu mezhebi İbn-i Hazm da nakleder. (el-Fasl,c.4., beyt, 83)
4 Ebu'l-Huzeyl Muhammed b. Huzeyl el-Abdi, 226 tarihinde "Sermanray" şehrinde vefat etti. Münazarada kuvvetli olmakla meşhurdu.
5 Müsned ve tefsir telif eden muhaddislerden olup 249 tarihinde vefat etti.
6 Cennet hakkında böyle ayetler varsa da cehennem hakkında bu yollu ayete Kur'an-ı Şerif'te rastlayamadım.
7 Bu ihtimale varmak birbirine muhalif olan delilleri bir araya toplamak içindir.
8 Şöhretinden dolayı olsa gerek, İbn ül-Kayyim hazretleri bu mezhebi müstakil olarak zikretmemiştir.
9 Bu delili kullananlardan biri İbn Hazm olsa gerek. Der ki: "Ümmetin bütün fırkaları-Cehm b. Safvan ve Ebu Huzeyl el-Allaf ve Rafızilerden bir topluluk müstesna-cennetin ve nimetlerinin; cehennemin ve azamının fena bulmayacağı üzerinde ittifak etti." (el-Fasl, c.4, beyt, 83)
10 "Cennet ve nar iki mahluk olup, şüphesiz cehennem ehli oradan, azab olanlardan azaltılmaz, onlardan aralanmaz ve elbette onlar ebedidirler."
11 Hulud kelimesi beka, sermedilik manalarına gelir (ebedi, nihayetsiz)
12 "İbn Zeyd der ki Allah-u Teala, bize cennetlikler için dilediğini "Bitmez tükenmez bir bağış" diyerek haber verirken, ateştekiler için dilediğine dair asla bir haber vermedi."
13 Ahmed b. Ali el-Müsenna Ebu Ya'la el-Mevsuli, el-Müsned ül-Kebir yazarı olup 307 tarihinde vefat etmiştir. Devvani'nin Akaid-i Adudiyye'ye yaptığı açıklamasının basılı nüshalarında bu kimse yanlışlıkla "Ebu Ali" şeklinde basılmıştır. "Allah'ın üzerine ibadet için ödül, günah için cezada bulunmak vacip değildir." açıklamasına müracaat edilebilir. Burada vaidden dönme meselesine de değinilmiştir.
14 Bu kimse Ali b. Ebi Talha Salim ul-Haşimi isimli alim olsa gerek. 143'de vefat etmiştir.
15 İbn-u Hacer ul-Mekki'nin reddiyeleri de reddedilmiştir.


İkinci Bölüm
İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı Hakkındaki İnancım

1- mektep ve medreselerin ıslahı; 
1- mektep ve medreselerin ıslahı;
2- eğitim yöntemleri,
3- toplumsal ve siyasi durumlar,
4- iktisadi gelişmeler,
5- milli edebiyat, milli basın, milli dil, yazı kuralları gibi meselelerdir.
  • "Hakk'da ihtilaf ettiler" sözünün manası nedir?
  • İhtilaf ederken hak meydanda var mıydı?
  • Varsa, o hak neden ibaretti?
  • Peygamberlerden önce o hakikati insanlara kim öğretti?
  • Öğreten bulunmuşsa, yahud o hakikati insanlar kendileri bulmuşlar ise, peygamberlere ihtiyaç kalır mı?
  • Beyyine sonucunda, insanlar "bağy" etmişler. Sözünün manası nedir?
  • Bağy etmek, neden çıktı, kimden çıktı?
  • Peygamberlerden önce, "bağy" olmayıp, nebilerin gelmesi sonucu insanlıkta "bağy" meydana gelmiş ise, o takdirde İlahi Hikmet'in gereğinin tamamen aksine, İlahi İrade'ye aykırı olarak, gerçekleşmiş olmuyor mu?
  • "İman edenleri Allah hakikate yöneltti." sözünün manası nedir?
  • İman sonucunda doğacak hakikat nasıl şeydir?



  • RAHMET-İ İLAHİYE BURHANLARI



    İkinci Bölüm
    İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı Hakkındaki İnancım


      5. Burhan

      Allah meleklerin, nebilerin ve müminlerin şefaat ettiği bugün hakkında "cehennem de bir zerre miktar hayır bulunan hiç kimse kalmadı" buyurmuştur. Geride Erham er-Rahimin vardır.

      Mübarek "Geride Erham er-Rahimin vardır." cümlesinin anlamı nedir? Allah'ın rahmetine oranla rahmetleri çok az olan meleklerin ve insanların aracılığıyla (şefaat) kalbinde zerre kadar hayır olan insanlar azabtan kurtulup, sonsuz saadete kavuşacaklar ise, merhametlilerin en merhametlisi Hazret-i Allah'ın sınırsız rahmetiyle azabtan kurtulacak insanları şimdi siz izah ediniz.!

      6. Burhan

      "Gökler neredeyse çatlayacak. Melekler ise Rablerini överek tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar için,O'ndan bağışlanma dilerler. İyi bilin, Allah şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir." (42:5)
      Bu ayet-i kerimede meleklerin bağışlanma dilekleri yeryüzündeki herbir insanı; inananları, inanmayanları elbette içerir. Ayetin sonunda tekrar "İyi bilin, Allah şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir."yüce cümlesiyle Hazret-i Allah bağışlanma dileğinin kabul edildiğini müjdelemiştir. Bağışlama dileklerinin sonunda bağışlanmayacak olsaydı, rahmet ve bağışlayıcılık sıfatlarını koymayıp "Allah dilediğini yapandır" gibi sıfatları koyardı.

        Mülk ve millet aleminin halkına dua ettiğimde
        Amin der Arşın sağından Ruh ül-emin.
         
      Mezheplerinin darlığından ötürü bu ayet-i kerimenin genellemesine tahammül edemeyen kelamcılar, Hazret-i Allah'ın genel kıldığı bir hükmü özel kılmak arzusuyla, "Yeryüzündekiler" gibi genelleyen ifadesi, el-Mu'min Suresi'nde inen "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler; O'na inanırlar. Müminler için bağışlanma dilerler" (40:7) ayet-i kerimesiyle özelleştirmek hayaline kapıldılar.

      Böyle hareketleri görünce, insan kelamcıların kendini beğenmişliğine hayret eder. Kendi mezheplerini korumak yolunda bütün insanları sonsuza dek ateşte yakar, fakat kendi inancını düzeltip değiştirmeye rıza göstermezler. Bütün insanlık alemi yüzükoyun gitsin, yalnız kelamcıların mezhebi sağ kalsın. En büyük maksatları budur!

      Üçüncü bölümde, herbirine uygun olan hükümlerin biri diğeriyle özelleştirilemeyeceğini yazmıştım. Genelleyen ifadeyi (umum), diğer bir nitelikle özelleştirmek (tahsis) için iki hüküm arasında çatışma olması şarttır. Bu iki ayet-i kerimeden anlaşılan hükümlerin her biri icabi hükümdür. Mantık, lugat, yöntem kurallarına göre, batıl bir iddiadır. Kelamcıların hatırı için bu genel (amm) ile özel (has) arasında birbirine uygunluğun gereğine rıza gösterirsek, o zaman çok kolay üstelik gayet makul başka bir telif yolu kullanarak, deriz ki: meleklerin bir grubu yeryüzündeki insanların hepsi için, diğer bir grubu yalnız inananlar için bağışlanma dilerler. Buna "melekler şöyle derler: Bizim herbirimizin bir makamı vardır." (37:164) ayet-i kerimesi delil olur. Bu yolla genel ile özeli birbirine uydurursak, hem genel (umumi) ifade sağlam kalır, hem de tüm insanlık sonsuzluk aleminde kurtulur. Kelamcıların arzuladığı telif de gerçekleşmiş olur. mezhep tozlarıyla gönlümüz körelmemiş ise, söyleyiniz, bu telif daha güzel değil midir?

      Mu'min Suresi'ndeki ayet-i kerimede bağışlanma dileği yalnız inananlardır dedik. Bunu kelamcıların hatırı için söyledik . Yoksa bize göre o ayet-i kerimede, bağışlanma yalnız inananlara has değildir. Ayet-i kerimenin ortasında gelen "Rabbimiz, ilmin ve rahmetin herşeyi içine almıştır" (40:7) yüce cümlesine derin bakışla fikrimizi yöneltirsek, sözümüzün sağlamlığı biraz anlaşılır. Bu kadarı maksadımızı geçer. Şimdi 7.delilimizi zikredelim.

      7. Burhan

      Saygıdeğer Peygamber İsa -aleyhi's-selam- Hazretleriyle, kusurları temizlenmiş mukaddes Meryem -aleyhi's-selam- Hazretlerine Tanrı diyen Hıristiyanlar hakkında Kur'an-ı Kerim'de, İsa -aleyhi's-selam- gibi en büyük peygamberlerden birinin masum dilinden hikaye edilerek, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah şöyle buyurmuştur:

      "Onlara azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır. Onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin" (5:118)

      Küfürden veya Allah'a ortak koşmaktan bağışlanmanın imkansızlığı, bir vahiyle dünyada kesinlikle sabit olmuş olsaydı, Tevrat'ı, İncil'i, Kur'an-ı Kerim'i bütün sırlarıyla kuşatan hikmet ilimlerini de şüphesiz bizim kelamcılardan daha çok bilen, imanı ve Allah'ı bilişi de bütün kelamcıların imanlarından, bilmelerinden kıyas kabul etmez derecede büyük olan İslam Peygamberi İsa -aleyhi's-selam- "Allah'a ortak koşmaktan bağışlamak Allah'ın hikmet ve yüceliğidir." demezdi.

      Masum dille söyleyip, Kur'an-ı Masum tarafından tekrar edilmiş, kıyamet gibi en dehşetli bir günde, bütün büyüklüğüyle, bütün kahrediciliğiyle beliren Alemlerin Rabbi Allah'ın huzurunda söylenen bir söz var iken, affediniz, kelamcıların kendini beğenmişlik, darlık temellerine bina edilen sözlerini kabul etmeye takatim yoktur! İmanım bundan çekiniyor!

      Allah'ın, aydınlık günü gibi hatırımdadır: Mekke-i Mükerreme'deki Kabe-i Muazzama huzurunda Hanefi müftüsü üstadımız eş-Şeyh Salih, dersinde Sahih un- Nesei'yi okurken "Ebu Zer'den rivayet olunduğuna göre Allah Resulü şu ayeti okuyarak sabahladı: (5:118)" hadisi şerifini okumuştum. Bütün alemlere rahmet olmak sıfatıyla gönderilen İslam Peygamberi -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretleri niçin bu ayet-i kerimeyi gece boyunca tekrar etmiş? Düşündüm. O saat Allah'ın evinin heybetiyle ayet-i kerimenin ifadesi gönlümü kapladı. Dersimi kestim...

      Bu ayet-i kerimenin açıklamasında kelamcılar tarafından söylenen sözlere bakarsam, kelamcıların hallerine şaşırırım, iddiamın gerçekliğine inancım artar. Ayet-i kerimenin delil oluşuyla mezheplerinin geçersizliğine kesin bilgi elde etmeleri gerekiyorken, bizim kelamcılar manasızlığını kendilerinin de bildiği en boş kelami yöntemlerle ayet-i kerimeyi saptırmaktan veya tahrif etmekten çekinmiyorlar. Sadece Keşşaf'ın yazarı Mahmud Zemahşeri Hazretleri biraz insaf gösterip, kendi mezhebinin hilafına olarak "Bağışlama, aklen tüm suçlular için güzeldir. Hatta suç büyük olduğunda bağışlama (af) daha da güzel olur." demiştir. Bu sözle Allah'a ortak koşmaktan bağışlanmanın uygunluğuna mecburen razı olmuştur. Büyük günahlar için cezayı gerektiren bir kelamcı, bu ayetin son derece açık deliliyle inanışının geçersizliğini itiraf edip, "günah ne kadar büyük olursa, bağışlamakta o kadar güzel olur" demiştir. Mezhebe körükörüne bağlanmanın da elbette bir sınırı olur. En şiddetli taassuplar da, elbette böyle açık izahlara karşı koyamaz.

      Fakat günümüzde inançlarını kelami görüşlere bina edenler, ellerinde olmayan mantık gücüyle herşeyi bilirim, hayalinde olanlar ayet-i kerimelerin delil olmasını kabul etmemekte tabii ki ısrar ederler.

        Allah'ın yol göstermediği kimseye
        Mantığı kullanmanın hiç yararı olmaz.
         
      Şu ayet-i kerimenin ifadesine biraz daha kulak verirsek anlarız ki: Muhterem Peygamber Hz. İsa -aleyhisselam- Hazretleri bağışlamayı boşlukta bırakıp, talep kipiyle, "Sana ortak koşanları bağışla" dememiş. Elbette Allah'ın Büyüklüğü huzurunda edepli olma emrine uyan gayret, bunu gerektirir. Bu edepli olma gereğiyle meleklerin bazıları bağışlamayı da açıkça söylemeyip, "Rabbimiz her şey ilmi ve rahmetiyle kuşatmıştır" gibi dolaylı yolla ifade eden bir ibareyle yetinmişlerdir. Bundan sonra da Hazret-i İsa -aleyhi's-selam- "Sen Gafur ve Rahim'sin" demeyip " Sen Aziz ve Hakim'sin" demiş. Niçin böyle (demiştir)? Çünkü herşeye egemen, üzerine bir şeyin mecbur olabilmesi imkanından son derece yüce olan Hazret-i Allah, en büyük günahları da affederse, o zaman Allah'ın lutfu, hikmeti daha çok ortaya çıkar. Bu bir yön. İkinci yön: Gafur, (af eden) Rahim sıfatlarını koysaydı, İsa -aleyhi's-selam-'ın sözü aracılık gibi bir şey olurdu. Aracısız bağışlamak ise, Allah'ın lutfuna, rahmetine çok daha uygun olur.

      Farkındayım: Bu ayetin delil olmasıyla iddiam bütünüyle sabit olmayıp, belki bir parça, yani Hazret-i İsa-aleyhi's-selam-ile temizlenmiş mukaddes annesi Hazret-i Meryem'i -aleyha's-selam- ilah edinmiş milletler hakkında iddiam sabit olur. Fakat şirk ile şeriki (şirk koşulanı) kelamcıların hiç biri ayırmıyor. Buna göre de iddiam bu yönden tamamen sabit olur.

      Burada ileri sürülen sona erdirmek sıfatıyla konulacak 8.delilime bir giriş olması açısından bir kaç başlangıç yapmayı uygun buldum.

      1.Başlangıç: Yeryüzündeki dinlerden Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam gibi zaman, mekan, bağlanma açısından yaygılık kazanmış dinlerin bağlıları da, Keldanilerin, Asurlular, Yunanlıların, Mısırlıların dinleri gibi, bir devlet ve bir millet sınırları içersinde kalmış dinlerin tabileri de, yahut bu kadar da yayılmamış, zaman, mekan ve tabileri bakımından çok güdük kalmış dinlerin bağlıları da, Allah hakkında kendi inançlarını kendilerine göre elbette akıl ve düşünce temellerine bina etmişlerdir. Bu dinlerden herbirinin kendine göre kelam ilmi, her kelam ilminin kendi görüşü, sonuçlar çıkartışı, her görüşün de kendine göre sağlam delilleri vardır. Hatta vahşiler de bir mecburiyet olmadıkça, bir inancı kabul edemez. Hayvanlık derecesini biraz aşan insanların herbirinde kendilerine göre bir istidlal temeline üzerine bina edilmiş bir Tanrı düşüncesi vardır. Yeryüzüne gelip geçmiş her insanın Allah'a dair kendine göre bir bakış açısına dayalı imanı vardır.

      İhtimal, bizim kelamcılar, bu sözümü kabul etmez veya edemez. Fakat bu meseleye dair benim fikrim, bakışım geniştir.

      Ben bu bakışımı, dinlere, insanlık alemine bakış açıları çok geniş olan mutasavvıfların büyüklerinden alırım. Yahud Kur'an-ı Kerim'in kelamı yöntemle sınırlanmayan yönlerinden alırım.

      Allah Kur'an-ı Kerim'de el-En'am Suresinin 38.ayet-i kerimesinde şöyle buyurur:

      "Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitab'da biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra rablerine toplanacaklardır." (6:38)

      Biraz derince düşünelim: Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah, canlı türlerin herbirine bir ümmet olduğunu söylemiş. Bununla da yetinmeyip, medeniyetin yüksek derecelerine erişen insanlara hitaben "Sizin gibi" buyurmuş. "Gibi" (misl)nin manasını bizim kelamcılar bilmektedir. Ayet, "canlı türlerin herbiri hayat, hareket, his, fikir konularında tamamen sizin gibi birer ümmettir" anlamına gelmektedir.

      Bizde, bizim kelamcılarda büyük çaba, Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden bahsedecek kadar sevinç olsaydı, bu ayetin en geniş manalarını anlamak arzusuyla, tabiat aleminin en büyük cisimlerinden en küçük zerrelerine kadar bahsederdik.

      Bizde öyle alicenaplık, o denli sevinç nerede şimdi! Ama kendi cehaletimizi, son derecelerde seyreden kusurumuzu başkalarından da, kendimizden de gizlemek gururuyla, saptırarak veya tahrif ederek, ayetlerin İlahi hitabını yıkmak cesareti, maşaallah, bizde bitip tükenmeyecek kadar çok.

      Biz geçici olarak da olsa kelamcıların dar mezheplerine uyup, o ayetin manasını bütün gücümüzle sınırlamaya gayret sarf edelim. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ayetin genelinden, yeryüzünde gelip geçmiş insanlardan bir tekini bile istisna edebilecek derecede sınırlamamız pek kolay olmaz. Çünkü insanların herbiri, Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a iman konusunda, sizin ve bizim gibi bakış açısına sahiptir. Bu bir.

      2.Başlangıç: Bundan sonra Allah, Kur'an-ı Kerim'in İsra Suresi'nin 23.ayet-i kerimesinde şöyle buyurdu:

      "Rabbiniz sadece Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmenizi kaza etmiştir." (17:28)
      Bizim kelamcılar burada "Kaza"yı emir manasına almışlar, üstelik bu emri de "hukuki emr"e yormuşlardır. Güzel! Fakat biz "Kaza" kelimesini, Kur'an-ı Kerim'in en yaygın kullanışını (örf) temel alarak anlamlandırırsak, "kaza"yı hüküm anlamında almanın daha uygun olduğunu görürüz.
      Öyle ise, dünyadaki insanların herbiri yalnız bir Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a ibadet eder.
      Bu ikincisi. Ben inşallah bu ikinci başlangıcımı dinler tarihi konularında daha ayrıntılı şekilde isbat edeceğim.

      Bu iki başlangıcı sıraladıktan sonra, şimdi Allah'ın yardımıyla 8.delilimi aktarayım:

      8.Burhan:
       
      Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah el-Mu'minun Suresi'nin en son iki ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur:

      "Allah'la beraber, varlığına hiçbir delili olmadığı halde başka tanrıya tapanın hesabını Rabbi görecektir. İnkarcılar elbette kurtulamazlar. De ki: Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (23:117-118)

      Bu iki ayet-i kerimede kelamcılarca düşünülmesi gereken çok şey vardır:

      a - Kur'an-ı Kerim "Delilsiz ortak koşarsa hesabı yalnız kendi Rabbi yanında olacaktır" buyurmuş. Böyle birini, tekfir edip, cehennem e atmak tercihini Kur'an-ı Kerim bu sözüyle kelamcıların elinden almış değil midir? Delili olmadan Allah'a ortak koşana insanın hesabı yalnız bir Allah'ın ilmine teslim edilmiştir. Böyle insanı "kafir" deyip cehenneme atmak cesaretinden bizim kelamcılar sukut etmiş olsalardı, Kur'an-ı Kerim'in seslenişi huzurunda daha fazla edep dairesinde hareket etmiş olurlardı. Bu bir.

      b - "Delilsiz ortak koşarsa" denilmiş. Ya bizim önceki başlangıcımıza göre delili varken ortak koşarsa, ne olacak?"

      Önceki başlangıçta açıkladık: Herbir insanın inancı, Tevhid (birleme) de olsa, şirk (ortak koşma) da olsa, kendine göre bir bakış, kendine göre bir delil üzerine kurulmuştur.

      Kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubu gereği konulmuş "Burhansız" kaydını bir şeye delil olmaz hale getirmemek için "delili varken şirk koşarsa", "Allah kişiye ancak gücü nisbetinde teklifte bulunur" (2:286) ayet-i kerimesine göre "böyle bir insan Allah'ın fazlıyla bağışlama bulur" demek ya gerekir ya da en uygunudur.

      "İnsanın hesabı yalnız Rabbi katındadır" buyurulmuş. Burada hesabın anlamı nedir? Niçin o hesab yalnız Hazret-i Allah'a has kılınmıştır? Hesab sorulacak şeyler yalnız defterde kaydedilen günahlardan ibaret olsaydı, Allah'ın emriyle o günahları kıyamet gününde melekler de hesab edebilirlerdi, değil mi?
      İş böyle iken, hesabı Hazret-i Allah'a tahsis etmekte büyük bir mananın bulunması gerekmiyor mu? Öyleyse, şimdi düşünelim: Yalnız Hz. Allah'ın ilmine has kılınmış hesap nasıl bir hesap olacak? Elbette meleklerin ilminden yukarı olup, yalnız Allah'ın kendine mahsus olan bir şeyin hesabı olması gerekir. Fakat o hal günahlardan, şirkten ibaret olamaz. Çünkü günahlar da, şirk de, hem bizlere, hem meleklere malum olabilir.

      Öyle ise, hesab edilecek tek bir hal kalır: Delili yok iken şirk koşan insan düşünürken, Allah tarafından verilen gücü tamamen kusursuzca, bolca sarfetti mi, sarfetmedi mi? İnsanın kendisine bu durumu bildirmek için, kıyamet gününde alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'ın huzurunda hesab gerçekleşecektir.
      Bu da üçüncüsüdür.

      Hesab sonunda, insanın Allah tarafından verilen gücünü düşünürken kusursuzca sarfettiği ortaya çıkarsa, o insanın hali nasıl olur? Buna önceki ayet-i kerimede cevap yoktur. Fakat ikinci ayet-i kerimede buna cevap vardır.

      İkinci ayet-i kerimenin manası doğrultusunda "derim ki: Rabbi, böyle insanları bağışla, sen rahmet edenlerin en hayırlısısın. Böyle insanlar da senin tarafından verilen gücü aşamadılar, olan güçlerini de kusursuzca sarfettiler."

      Kendine göre bir delile sarılıp, şirk belasına duçar olan miskin insanlar hakkın da , olanca gücünü sarfettikten sonra delilsiz şirk koşmak sapkınlığına düşen acizler hakkında da, yaratılmışların efendisi, Rahmet Peygamberine hitaben Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah "De ki: Rabbim beni bağışla ve bana merhamet et" (23:118) demişse elbette peygamberler efendisi, alemlerin Rabbinin Sevgilisi'nin dualarını taleb etmek şartıyla demiştir. Yoksa kabul olunmayacak duayı emretmek, Allah'ın hikmeti bakımından abes olurdu.

        Bundan daha iyi bir delil
        Nerede kullanabilir? Oku kitaptan
         
        Yedinci Bölüm
        İddiamızın Öncüleri
        Şiraz'da şairliği ve güzel sözler söylemeyi bilmezler
        Gel de başka bir yere atalım kendimizi
        Defalarca söyledim, bir kez daha söylüyorum
        Bir mücevherim var ve bir görüş sahibi arıyorum
    Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a şükrederim, mesele biraz anlaşıldı: Önceleri çok garip, üsteli Kur'an-ı Kerim'in mukaddes öğretilerine kesinlikle aykırı şekilde telakki edilmiş önemli bir mesele, bugün yazılmış "İlahi Rahmet Meselesi" risalesinin etkisiyle olsa gerek, kabul edilebilir bir dereceye geldi. Azabın sonsuz olmadığı, cehennemin de bir gün yok olacağı Selef-i Salihin ve Ashab-ı Kiram'dan bazılarının fikriymiş, şu bizim Rusya Müslümanlarınca da anlaşıldı. Her hakikati yalnız kendi düzeyleriyle ölçmek cesaretine sahip, çapları dar adamlar, o risalenin etkisiyle ihtimal biraz itidal kazandılar. Darlıktan, gurura dayalı kelam kitaplarının karanlıklarından kurtulabilmek için bizim efendiler, ihtimal, Selef-i Salih'in çok geniş ilmi düşüncelerinden bahsetmek yoluna girecek kadar büyük bir sevinç elde ederler. Tabii ilimleri iptal ve Mutlak Hakim Hazret-i Allah'ın hikmetlerini inkar edici görüşleri üzerine bina edilmiş kelam inançlarından başımızı kurtarmak için İslam'ın akıllara en uygun öğretilerini, en asıl güvenilir kaynaklarından almak fikri, belki bizim müslümanların gönlünde uyanır.

    Bu sözüm İlahi Rahmet'in kapsayıcılığına İslami esaslar noktasından bakmak itibariyledir.
    Ama eğer Mutlak Kahredici olan Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah'a en büyük ismiyle övgü düzmek makamından, ya da gafleti, gururu bir yana bırakıp varlık alemine en azından bir paralık önem vermek gereği yönünden, ya da insanlık aleminin gelecekteki hayatını köklü bir merkezde en mükemmel dürbünle gözetlemek noktasından; İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı Meselesine bakarsak, o zaman hakikat bize en nurlu yüzünü sunacaktır.

    Böylesine geniş bir bakış açısını İslam'ın mukaddes öğretilerinde görmek bizim bitmez tükenmez bir şekilde memnun olmamızı gerektirir. İslam'ın yüceliğine, kutsallığına bir başka delil olacak böylesi bakış açılarını büyük bir güvenle kabul ederiz. Böyle düşünceleri kabul etmek yolunda, tevil zarureti doğsaydı da, biz kabule mecbur olsaydık. Fakat biz bu bakışı kabul etmek yolunda, nassları tevil belasını görmedik. Yerine Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde, İslam Peygamberinin en kapsayıcı sözlerinde güzel bir şekilde açıklanmış bir öğreti olması sıfatıyla kabul etmiştik.

    İlahi Rahmet'in kapsayıcılığı meselesine bu açılardan bakıp, bana biraz ruh vermesi için, saygıdeğer edebiyatçı Fatih Emirhan'ın kalemiyle "İdil Gazetesi" sütunlarında, saygıdeğer H. Efendi'nin kalemiyle 8 Şubat tarihli "Tercüman" ilavesinde yayınlanan makaleler beni memnun etti. Bana tenezzül edip ruh verdikleri için bu muhterem arkadaşlarıma şükranlarımı sunarım. Büyük terbiye gören gençlerimizin bu fikirde bana muvafakatlarıyla açıkça övünebilirim. Zannederim gençlerimizin hepsi olmasa da, elbette çoğu böyledir.
    Bu meselenin Rusya Müslümanlarının basınında çıkması, inşaallah, faydasız olmasa gerek. Ümidim daha önce de böyleydi. Şimdi daha çok güçlendi. Basın sayfalarında iddiamı isbat etmek yolunda devam etmeyi düşünüyorum.


    Bu üç meselenin herbiri kelam ilmi dünyasında tuhaf, yeni gibi görünseler de, İslam Dünyasında yeni olmayıp, üstelik Ashab-ı Kiram Hazretlerinin isimleri saygıdeğer en büyük müctehidlerden tabiilerden nakledilen köklü bir inançtır.
    Bu sözüme birer tanık göstermek maksadıyla bu kez Muhammed b. Cerir et-Taberi Hazretlerinin Cami ul-Beyan isimli son derece büyük ve muteber tefsirinden buruda birkaç satır nakledeyim.
    Kahire'de basılan Cami ul-Beyan'ın 12.Kısmı'nın 66.sayfasında bakınız, İbn-i Cerir et-Taberi Hazretleri ne demiş:

    Şa'bi'den şu söz nakledilmiştir: "İki yurttan en çabuk imar edileni ve en çabuk yıkılanı cehennemdir."
    Bu sözün yorumu mümkün müdür? İddiamızdan beş on kat daha geniş değil midir? Kapsayıcı Kurtuluş inancı Kur'an-ı Kerimin yüce öğretisine kesinlikle muhalif is, acaba Şa'bi gibi bir müçtehidin bu inancı Kur'an-ı Kerim'le nasıl uyuşturulabilir?

    İmam Şa'bi kimdir?

    İmam Şa'bi Hazretleri Sad b. el-Müseyyeb Hazretleri gibi en büyük tabiilerden, ilmiyle İslam Dünyasında ictihadın en ilk sıralarında yer almış müctehidlerden, zamanından siyasi konularda görüşüne müracaat edilen büyüklerden olup, dört mezhebi kuran müctehidlerin hepsinden ihtilafsız üstün bir imamdır.

    İnanç'a dair meselelerde Eşarilerin, Maturidilerin sözleri senet olabilir ise, biz İmam Şa'bi gibi bir adamın sözünü haydi haydi senet kabul edebiliriz. Yok, senet olmaz ise, bizim de inancımız böyledir, biz hemen İmam Şa'bi Hazretlerinin tarafına meyl ederiz. Çünkü Eşariler, Maturidiler bize cedel (tartışma) temeline kurulu "Kelam İlmi" ni öğretecekler; amam İmam Şa'bi Hazretleri bize Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini, İslam Peygamberi kanun koyucu aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretlerinin sahih sünnetini öğretecek!
    "Onlar ne güzel arkadaştır." Biz bunları daha fazla memnuniyetle tercih ederiz!

    Cami ul-Beyan'ın bu aynı 12.Kısmı'nın 66.sayfasında İbn-i Cerir et-Taberi Hazretleri, bakınız daha ne naklediyor.
    Sahabelerin alimi Abdullah b. Mes'ud hazretleri diyor ki:
    "Yemin edilecek şeylere yemin olsun. Bir gün gelir, cehennemde tek bir kimse kalmaz.!"

    Biz sadece bu sözü delil olarak alıp ta, iddiamızı göklere kadar çıkarırsak, elbette alimler hakkımızı inkar edemez. Çünkü İslam Dünyasında Kur'an-ı Kerim'i Abdullah b. Mes'ud Hazretleri de anlamamış ise, safsatalarla akılları bozulan kelamcılar mı anlayacak? Anlamış ise, işte bu yüzden Abdullah b. Mes'ud Hazretlerinin sözü benim delillerimden biri olabilir.

    Kur'an-ı Kerim'i ezberi en güçlü, tarzı en güzel, en sahih olan Sahabi, yaradılmışların efendisi Hazret-i Peygamberin tanıklığıyla, Abdullah b. Mes'ud değil midir? Kur'an-ı Kerim'i kendi eliyle yazan, ictihadı, fetvası sahabelerin hepsinden üstün olan sahabi de Abdullah b. Mes'ud Hazretleridir!

    Kelamcılar insaf eder mi? Benim iddiam Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine aykırı ise, o iddiam sebebiyle ben İslam Dairesinden çıkacak olursam, Abdullah b. Mes'ud hazretleri kuru iddiasıyla değil, belki yeminiyle ne olacak?
    İbn Mes'ud Hazretleri gibi bir adamdan yemin, elbette kesin inancı oldukça çıkar.

    Ben anlamamaktan dolayı iddiada bulunayım, ihtimal ki şerefi Hukukumuz beni bağışlar. Benim gibilerin muhalefetleri de Kur'an-ı Kerim'in hakikatine bir paralık zarar vermez.

    Fakat İbn Mes'ud Hazretleri gibi en alim bir sahabi de anlamak ihtimali elbette olmaz. Böyle bir zatın yalnız iddiası değil, yemini Kur'an-ı Kerim'e olur ise, ya bunun manası nedir? İbn Mes'ud Hazretleri mi Kur'an-ı Kerim'i tekzip etmiş? Yahud Kur'an-ı Kerim mi ..?

    Bütün dinlerini, imanlarını Molla Celal, Taftazani gibi kelam kitapları üzerine kuran kelamcılar, bu iki şıktan önceki şıkkı mı seçecekler? Kapsayıcı kurtuluşun Kur'an-ı Kerim'de kesinlikle muhalif olduğunu söyleyen kelamcılar şüphesiz, bu iki ihtimalden birini zaruri olarak seçerler.

    "Hayır! İbn Mes'ud öyle bir sözü söylemez, yalandır!" diyecek olsalar, hadis imamları yanında adaletle bilinen naklediciler yalanlamaktan çekinmeseler, biz de onların hatırları için sözlerine muvafakat ederiz de, kelam kitaplarını, orada olan inançları, sözleri savurup, taşlarız. Tarihin çöplüğünde, hurafeler şubesinde sonra, gelecek asırlar için saklı kalır.

    Bu defa bu kadarla yetinip duralım, Azab ayetleri hakkında fikrimizi açıklarken, o zaman inşaallah ashab-ı kiramın ve izleyicilerin (tabiin) sözlerini, inançlarını birer birer ortaya koyarız. Bu defa İbn Mes'ud Hazretleriyle Amir eş-Şa'bi Hazretlerinin birer sözünü nakletmekte acele etmiş isek, kendi hallerine insaf etmek erdeminden yoksun kalan kelamcıların insaf sınırına çağırmak sebebiyle oldu. Görsünler ki: Kur'an-ı Kerim'i "herhalde" bizim "kelam alimleri"nden "biraz" daha çok anlayan İbn Mes'ud Hazretleriyle Amir eş-Şa'bi Hazretlerinin sözleri, inançları nedir?

    İnşaallah ben, hiç olmazsa Rusya Müslümanlarının öğrencilerinin kalplerini, beyinlerini kelamcıların kaosundan temizlemek yolunda çalışacağım. İmam A'zam, İmam Malik, İmam Yusuf gibi mezhep reisleri kelam ilmini niçin o kadar kötülemişler, inşaallah açıklayacağım. Medrese talebelerinin inançlarına biraz istikamet verebilirsem, işte o zaman maksadım elde edilmiş gibi olur.

    Biz, milletin vücudunu istila eden, milletimizi uyuşukluk batağında coşkusuz bırakan hastalıkları teşhis edecek olursak görürüz ki; çoğu bizim vücudumuzda var. Hastalıkların en büyüğü kalplerimizi saran darlık ve karanlıktır. Dimağlarımızı ve vehim yuvasına çeviren kelam ilminin inanışlarıdır.

    "Hayır, hayır; onların kazandıkları kalplerini paslandırıp körletmiştir." (83:14)

    O, hastalıkların çaresini bulmak ümidiyle, beş on yıl önce ben kelam kitaplarında olan inanışlardan her birini bir fırsatını bulup, kaldırıp söküp atmak düşüncesine varmıştım. mutasavvıfların dilinde "resmi ilimler" ismiyle, müctehidlerin dilinde "kelam ilmi" ismiyle kötülene gelen bir ilmin meselelerinin kıymetini göstermek emeli ben de güçlendi. Buna göre bu güne kadar dört beş meseleyi ortaya attım. Bundan sonra daha:
      Mutluluk dileğiyle bir fal tut! Ne bilirsin,
      Belki fırsat topu vurabilir
    Bundan önce, saygıdeğer "Şura" sayfalarında azab ayetleriyle, rahmet ayetleri hakkında birşeyler yazmıştım. Bundan sonra da sunulacak ayet-i kerimeler hakkında özet olarak bir fikir vermek niyetiyle, ayrıca Kur'an-ı Kerim'de o ayetleri okurken çoğunlukla ayetleri hatalı olarak anlayan insanların hatalarını göstermek ümidiyle "el-Muvafakat" gibi metodoloji kitaplarında, isteklendiren ve müjdeleyen ayetlere dair ileri sürülmüş bir açıklamayı tercümesiyle değil, belki sadece manasıyla burada nakletmeyi uygun buldum.

    "el-Muvafakat"ın yazarı kitabın üçüncü kısmında "Hukuki deliller" bölümünde der ki:
    "Kur'an-ı Kerim'de sakındırma (terhib) ayetlerinin herbirine bitişik olarak, teşvik (terğib) ayetleri konulmuştur. Fakat hiçbir ayette hüküm, açıklık (bu fiilleri işleyenler) yönüyle değil, aksine vasıflar yönüyle verilmiştir."
    Mesela Asr Suresinde Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah buyurur ki: "Asra andolsun ki, insan hüsrandadır. Ancak iman edip, salih amellerde bulunanlar bunun dışındadır." (103:1-3)

    Burada "insan"dan murad Avrupalı halkı, istisnadan murad Rusya Tatarları değildir.
    Kur'an-ı Kerim'de Nisa Suresi'nde 141.ayet-i kerimede Hazret-i Allah şöyle buyurur:
    "Allah, inkarcılara inananlar aleyhine asla fırsat vermez" (4:141)

    Burada öncekilerden Saksonya İngilizleri, ikincilerden de Hindistan müslümanları ya da Mısır fellahları murad edilemez. Gerçek de bunun aksine değil midir?

    Melaike Suresi'nin 29.ayet-i kerimesinde Kur'an-ı Kerim buyurur:
    "Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir." (35:28)
    Burada alimlerden kasıt İstanbul hocaları, Ezher şeyhleri, Hindistan Mevlevileri, Buhara mollaları, bizim Rusya medreseleri, Tatar mollaları olamaz.

    Enbiya Suresi'nin 105. Ayet-i kerimesinde Kur'an-ı Kerim buyurur ki:
    "Andolsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (21:105)

    Burada "salihler" derken Mısır'ın Rufaileri, Magrib'in Senusileri, İstanbul'un Kalenderleri, Hindistan'ın Fakirleri, Tatar Sufileri, Almata Şeyhleri, Buhara Nakşibendileri kastedilmemiştir.

    Alemleri Rabbi Hazret-i Allah Kur'an-ı Kerim'de "İnananlara yardım etmek bize hak olmuştur" (30:47) buyurur.

    Burada "inananlar"la kimleri kastetmiştir?
    Dört-beş İngiliz'in elinde esir olan altmış milyon kadar Hindistan Müslümanlarını mı? Hollandalıların pençesinde kulluk eden Cava Müslümanlarını mı? Yahud...

    Kur'an-ı Kerim, sayısız ayetlerde imanı övmüşse, Bed ul-Mearif ile Molla Celal'da yazılan meseleleri kastetmemiştir.

    Kur'an-ı Kerim "Salih ameller", "hayırlar" ibareleriyle insanları güzel işlere davet ederken, güzel işlerden Kazan dilinde tesbih çekmek, hergün yüzbin mertebe salavat okumak, Kaside-i Bürde'leri ibadet kastiyle tekrar etmek gibi işleri kastetmemiştir.

    Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah Kur'an-ı Kerim'de bütün mutluluğu sakınanlara vadetmiş ise, sakınanlarla Yaşıl-Çapan, Sari, Çiruk, Burkenur Sufilerini, mürid terbiye eden şeyhleri, tekkelerde yaşayan abdalları, dünyadan habersiz zahidleri, namahrem yüzüne bakmayan salihleri de kastetmemiştir.

    Alemlerin Rabbi Hazret-i Allah "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü engellersiniz" demiş ise, Tenbih ül-Gafilin'den, Durret ül-Vaizin'den, Tezkiret ül-Kurtubin'den, Mısır'da basılmış hutbelerden birin minberlerde okuyan hatipleri de kastetmemiştir.

    Alemlerin Rabbi Allah Hz. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar." (5:44,46,47) demişse, "indirdiği" ifadesiyle Bezzaziyelerde, Tenvirlerde, Camiu'r-Rumuzlarda yazılan hükümleri de kastetmemiştir.
    Allah Kur'an-ı Kerim'de cennet ehlini de, cehennem ehlini de açıklamıştır. Fakat yani "Anadolu Türkleri", yani "Amerika İngilizleri" dememiştir.

    Kur'an-ı Kerim'de azab ayetlerini ya da rahmet ayetlerini okuyup delil getirecek adamların bu noktayı düşünmeleri zaruridir. Yoksa, rahmet ayetleri "bize!", azab ayetleri "başkalarına!" inancı kendimizi aldatmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez.
      Yaptıklarımız kötülükle eşit olduğunda hepimiz eşitiz;
      Peki muttakiler kim, kafirler nerede?
    Semavi kitapların birine mensup olmayı iddia eden milletlerin çoğu yıkılmış ise, ancak böyle bir inancın etkisiyle olmuştur: Semavi kanunların müjdelerini yalnız kendilerine, kıyamet azabını yalnız başkalarına dağıtıp, semavi kitaplarda o kadar övülen imanı dillerde söyleyip de hayatta önemi olmayan bir iki cümleden ibarettir zannetmişlerdir. O iki üç sözcüğe doğru dürüst inanılırsa, insanları saadet yollarına alıp götürmeleri gerekirken aksine, insanların durgunluk yatağında rahatlamalarına sebep olagelmişlerdir. Bu durumun sebebi nedir?

    Kur'an-ı Kerim'de Furkan Suresi'nin sonundaki ayetleri okursak görürüz. Kur'an-ı Kerim buyurur:
    "Rahman'ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyen kullarıdır. Cahiller, onlara sataşırlarsa, temiz, doğru söz söylerler. Rablerine secde, kıyam edip geçerler. İnfak ederken israf ve cimrilik etmezler. Belki her durumda mutedil olurlar. Şirk koşmazlar, Masum kanı dökmezler. Zinadan temiz kalırlar. Yalan yere şehadet etmezler. Boş yere ufak şeylere tenezzül etmezler. Rabblerinin ayetleriyle hatırlatırlarken, sağır, kör gibi iltifatsız kalmazlar. "Ya Rab! Bize mutluluk verecek hanımlar, yavrular ver! Bizi muttakilere imam yap!" derler."
    Furkan Suresi'ndeki o ayetleri hepimiz okuruz. Fakat çoğumuzun anlayışına göre, Allah'ın öyle kulları "mescid ihtiyarlarına imamet eden, yeşil cüppe giyen" İhtiyar Hazretler, ya da ömründe dört beş kadını almış ta boşamış gayet gösterişli yaşlı şeyhlerdir.

    Biliyorum: Bu söz çok ağır bir söz. Fakat ne yapalım, yalnız bizi değil belki bütün milletimizi, o kadar da değil belki bütün müslümanların tahrip eden bir beladır bu bela!

    İnsaf edelim! Gönlümüzde biraz iman kalmış ise, kendimizi de, milletimizi de aldatmaktan biraz haya edelim şimdi!
      "Hafız'ın sırrı şimdiye dek söylenmeden kaldı"
    Amaç: Azab veya rahmet ayetleri açıklık bağlamıyla değildir. Rahmet ayetleri "yani Tatarlar!" azab ayetlerini "yani İngilizler" anlamında açıklamak hatadır. İman, kelam kitaplarımızda açıklanan meselelere inanmak; güzel davranışlar, faziletli aylarda farz kılınan güzel eylemleri yapmak manasında değildir.

    Bu tenbih bundan sonra yayınlanacak sözlerime bir önsöz gibi olsun.

    Sekizinci Bölüm
    Sonuç 

    Saygıdeğer ilmi "Şura Dergisi" vasıtasıyla bütün İslam Dünyasına sunulmuş katışıksız ve ispat edilebilirse, faydası önemi olan ilmi bir mesele üzerinde bir grup imam efendinin ve bir kısım halkın fitnelenmeleri beni endişeye düşürmüştür. Çünkü "fitne"yi ortaya atan benim. Bu fitne yüzünden halkın inanışları bozulacaksa, elbette şüphesiz sorumluluk yalnız bana ait olacaktır.

    Bunun üzerine ben de aklımı başıma topladım. Meseleyi başlangıçlarıyla, mümkün olabilecek delillerin en kuvvetlileriyle, uzun (87) ve uzak, derince düşündüm. Aslı olmayan, ispatı mümkün olmayan, zararı olan bir meseleyi ortaya atmak tabii ki, bana bir fayda sağlamaz, benim için bir katkı değildir. Bunu elbette bilirim. Kendi yararımı anlamayacak derecede "kalender" de değilim. Başkalarının yararı için çıkarsamalarda bulunmak çabası, insanlık dünyasında yaygınlaşıp giden bir erdem değildir. Fakat kendi yararı için hareket etmek mecburiyeti "İlahi Rahmet" gereği olarak canlılar dünyasında yayılmış ve tabii kılınmış gerekli bir melekedir. Meseleye karşı "galeyana"gelen halkın galeyanı da, zannederim, sırf bu kanunun etkisiyle meydana gelmiştir.

    Ortaya attığım meseleye tekrar baktım. Gördüm ki; Alemlerin Rabbi Allah Hazretlerine en büyük sıfatıyla takdis ve tesbih etmekten, İslamiyet'in sayısız ayetleri katarına büyük bir itikadi fazilet etmekten meziyetleri katarına büyük bir itikadi fazilet eklemekten, eskiden beri insanlık alemini harap kıla gelen, insanların başına gelmiş belaların tümüne sebep olmuş bir inancı ya kaldırmak ya değiştirmekten ibarettir.

    Durum gerçekten böyleyse, ben meseleye hem varımı, hem de canımı feda ederim. Eğer öyle değil de ben hata ettiysem hükmü zanna dayandırılmış böyle bir itikad için Rabbi Kerim hem beni hem de sözüme uyanları elbette hesaba çekmez. Ümidim böyledir.

    Ben bağışlayıcı, lütufkar, merhametlilerin en merhametlisi Hazret-i Allah'a "intikam davacılığına, sonsuz gazab motivine esirdir." diyemem. Bütün alemlere kapsayıcı rahmet olması sıfatıyla Kur'an-ı Kerim'in indirilişinde açıklığa kavuşturulmuş İslamiyet'in anlaşılır kılınmış inanç temeline, bütün insanlara sonsuza dek azab etmek gibi korkunç bir katılığı koyamam. Diğer insanlar hakkında kendime tahammül edemeyeceğim bir azabı güzel bir zanla hüküm veremem. İslam'ın doğruluğu için de azabın sonsuzluğu elbette gereklidir, sözüne isabet rengi veremem....

    "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı"na benim bakışım, böyle düşüncelerden ileri gelmektedir. İspatı için de elimde Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden Yaradılışın Efendisi, Rahmet Peygamberi kural koyucuların en büyüğü -aleyhi's-salatu ve's-selam- Hazretlerinin sahih sözlerinden çeşitli delillerim varsa, o meseleyi bir dava edinmeye hakkım olduğunu her bir insaflı kabul eder.

    Bu davamı açığa vurmaktan beni ancak birşey men edebilir: "İlmi meselelerde "taktik" ile hareket eden yazarlar, yahut "siyaset yapıyorum" sloganıyla gizlenen profanlar bana derler ki:
    "Canım! Hakikaten senin dediğin de olabilir. Davanda sen haklı olabilirsin. Fakat her sözün kendine göre bir zamanı, mekanı vardır. Rusya Müslümanları, arasında böyle sözler söylenemez. Halk tahammül edemiyor. Avamın akıl düzeyine göre söz söylemek gerekli değil midir? Biz de senin gibi öyle meseleleri yayınlardık, fakat....

    Davamı yayınlamadan önce bu nasihate mana itibarıyla yakın bir düşünce benim de hatırıma gelmişti. Fakat o düşünce beni davamı açığa vurmaktan men edemedi: men edemedi. Ben yayınlanacak davamı her yönüyle tahkik ettim. Sonra ilmi "Şura Dergisi" aracılığıyla halka sundum.

    Gaybın dili Hoca Hafız Şirazi'nin belagatiyle söylediği:
      Akıl bakımından yiğit olan, her durumda
      Önce düşünen, sonra o işe koyulan kimsedir.
    Hikmetli beytiyle hareket etmiştim. Sonunda Rıza Efendi Hazretleri'nin aydınlatıcı kalemiyle yazılan "İmam Gazali" risalesindeki edebi yiğitliğe ait o fevkalade değerli sözlere, büyülenmişçesine yönelerek, bin kez etüd edip ezberledim de gönlümde en tatlı bir memnuniyet, ağır başlı bir cesaret oluştu. Söylenebilecek sözler ile söylenemeyecek sözler arasında ayırım yapabilecek yeterlilikte bir zeka, akla karayı ayırdedecek kadar anlayış, Allah'ın lütfuyla, bende de vardı.

    Bazı konuları halktan gizleme felsefesine baktım. Gördüm ki:
    Bizim İslam Hukukunda dini sırlar yoktur. Dini bir hakikati ya da ilmi bir meseleyi halktan gizlemek işi de şerefli hukukumuzda yoktur. Hakikatin gizlenmesinde bir fayda, bilinmesinde bir zarar siyaset dünyasında olabilir ise de, saf ve sadece ilmi meselelerde hiçbir zaman bunun bir faydası olamaz. Geçmiş dinlerin rahipleri, kahinleri, dinde "esrar" fikrini kullanıp, kendi çıkarlarına yarayan "gizlilik"den faydalanmışlarsa da, İslamiyet böyle (dini) "esrar" ve "gizlilik" felsefesinden faydalanmak gibi siyasetlerden tamamen temizdir. (...)
    Kahinlerin "esrar"larında gizlilik felsefeleri eski zamanlarda kendi çıkarlarına hizmet etmiştir. Fakat ilmi meselelerin gizlilikleri hiçbir millete hiçbir zaman bir paralık yarar sağlamamıştır. "Ben tahammül ederim, fakat aman gizle, avam buna tahammül edemez; sabret, vakti gelir söylersin!" felsefesi kendilerine çok büyük değer verip insanları "avam" diye aşağılayan kendini beğenmiş "hakim"lere yakışabilir bir kibir felsefesidir. Böyle anlamsız felsefelerden "dem" vurup filozofluk satmak, ya da tedbirle hareket etmek hayaliyle, "İslam'ın inanışları ancak böyle tedbirli davranarak korunabilecek, derecede zayıftır." davasına ben hiçbir zaman cesaret edemem. İslamiyet'in senin-benim gibilerin hücumlarıyla İslamiyet'in bir direği veya bir dalı hiçbir zaman kalkmamıştır.

    Bir zamanlar bizim hukukçular, hukuk kitaplarında İslam Şeriatı'nın adına nispet etmekten utanmayıp, "Avamdan gizlenmesi gereken meseleleri yaz. Bu mesele öğrenilir, fakat onunla fetva verilmez" demişlerse de, bu davranışları bizim gözümüzde terbiyesizcedir. Çünkü fesada götüren bir şeyi avamdan gizlemek gerekirse, fesad çıkarıcı bir meseleyi mukaddes Şeriat'ın adına nispet etmek utanmak daha çok gerekecektir.
    Dinde genel olarak, İslam'da özellikle "sır" ve gizlenecek inanış olmaması, hakikatin en büyük ve birinci şartıdır. İlmi mesele leri var-yok hayallerle insanlardan gizlemek, bence, en faydasız tedbirdir. Bizim bilinmeyen boyutların dili Hoca Hafız-ı Şirazi Hazretleri der ki:
      Dini anlamada Türkçe de birdir Arapça da ey Hafız
      Hangi dili biliyorsan onunla ilimden söz et
    (Yani, dini anlamak hakkında Türk, Arab, bütün insanlar beraberdir. İlmi meseleleri nasıl söylersen söyle, hiçbir şeyin bilinmesi hiçbir insana zarar vermez.)

    Bir zaman geldi, İslam Alimleri, Hıristiyan papazlarını ya da eski dinlerin rahiplerini taklid edip, güya yalnız kendilerince bilinmesi caiz meseleleri "avam" diye aşağıladıkları insanlardan gizleme yoluna girer oldular.
    O saygıdeğer zatlar kendi davranışlarına bir isabet rengi vermek için Sufi büyüklerinden nakledilen:
      Dinin sırlarını öğrettikleri herkesin
      Ağzını dikip mühürlediler.
    Yüce beyitlerine güya uygun hareket ediyor göründüler.

    Büyük manası olan bu beyit bizim zararımıza delil olmuyor. Çünkü sufilerin büyüklerine , bize malum olmayan "keşf" yoluyla kendince bilinmeyen ilimler elde edilirmiş. Biz o "keşf"i de o ilimleri de inkar etmiyoruz. Sufiler de bize o ilimlerden haber vermiyorlar. Verecek olurlarsa da inanmak mecburiyetim yoktur. Öyle işleri açıklamak için Sufilerde dil yok. Kabulüne bizce bir mecburiyet yok. Bu yüzden o tür keşifler konusunda sufilerin dilleri bağlanmıştır.

    Fakat aklın bakışıyla, tabiat divanının yahut Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle bilinebilecek şeyleri "sır" gibi saklamak, ortaya çıkması durumunda fesad çıkması ihtimali hayaliyle gizlilik konusu yapmak, hiçbir zaman makul bir tedbir olamaz. Şayet avam diye hor görülen insanlardan böyle şeyleri saklamak, İslam'ı korumak zannıyla olursa, o zanlar İslam'ın şerefine karşı çok büyük cinayet olup, meşhur Rus misalindeki "aya hizmet" gibi bir hizmet olur.

    Böyle düşüncelerin gönlümdeki derinliğiyle, önceleri birkaç küçük meseleyi, şimdi ise önemi olan büyük bir meseleyi yayın dünyasına sundum. Bundan sonra da -inşaallah- pervasızca, daha hukuki meseleler, hüküm metodolojisi esaslarına da sıra gelir. Benim tarafımdan sunulmuş meseleleri ilmi şekilde çürütecek ya da destekleyecek insan bulunursa şükrederim. Fakat sadece "sus! Fitne koparma! insanlara kabullerine akıllarına göre sözler söyle!" diyecek insanların sözlerine bu defa önem vermediğim gibi bundan sonra da önem vermem.

    Ben elimde delilleri toplanmamış büyük ya da küçük hiçbir meseleyi ortaya atmam. Önce delillerimi, senetlerimi hazırlarım. Tamamen tatmin olduktan sonra meseleyi ortaya atarım. Öyleyse hücum edenlerin herbirine itibar etmekten kendimi yukarıda tutarsam, elbette mazur sayılırım.
      Aslan yavrusu kalbimi avlamak için saldırdı,
      Zayıf olsam da olmasam da ben yine aslan avıyım.
    Önemli bir ilmi meseleyi sırf Kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubuyla ispat edebilecek kadar hazırlığı elde etmişsem, elbette Kur'an-ı Kerim'in büyüklüğüne uygun bir edebi yiğitlik, gönlümde tabii şekilde hasıl oluşur. O zaman ben sadece "fitneyi bastırmak" için uzaktan söylenen sözlerin hiçbirine kulak asmazsam günahkar olmam. Fakat milletin büyüklerinden biri el çırparak uzaktan "Yavaş!" derse, elbette edepli olmanın gereği ayağı kalkıp özrümü sunmaya ihtiyaç duyarım.

    Böyle edeplendirmelerin biri 25 Aralık tarihli "Tercüman Gazetesi"nin 52.sayısında bize ulaştı. 25 yıl bize ve milletimize rehberlik eden, milletin büyük babası saygıdeğer Üstad Gaspıralı İsmail Beyefendi bize de "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" gibi bir meselede rehberlik edip, "Derslerinde Muhterem Hakim Ahmed Mithat Efendi Hazretlerinin Dinler Tarihi derslerini rehber yap. Faydalı ve etkili bir hizmette bulunmuş olursun. Ruslar bir ara akıllarda emniyet bulamayıp "akıldan bela" sözünü çıkarmışlardı. Akıl çokluğundan bizim bir şikayete hakkımız yoktur. Fakat filozoflar o kadar çoğaldı ki "felsefeden bela" sözüne hakkımız vardır şimdi" demiştir.
    Güzel nasihat! Elbette büyük babanın nasihati de büyük olur. Fakat nasihat ederken, değerli "Tercüman"ın 25 yıl önceki haline bir bakmış olsalardı, nasihat daha güzel çıkardı. 25 yıl önceki imlası, inşası olmayan Tercüman bugün gazetelerimizin en güzelidir. O zaman dili olmayan İsmail Gaspranski Bey dört beş yıl sonra "Frengistan Mektupları" gibi son derece tatlı ve edebi eserler yazmaya başladı. Ve bugün milletin en büyük rehberi İsmail Bey oldu.

    Bugün milletimizin en büyük babası olmak şerefine kavuşan İsmail Beyefendi'nin imlası, inşası olmayan günlerinde büyüklerimizin hiçbiri, hakları olmuşsa da, "Yazar belası" sözünü çıkarmadılar. İsmail Beyefendi zariflik yüzünden bugün "felsefe belası" sözünü çıkarırsa kendileri bilir. Fakat "akıldan bela" sözünün Ruslardan alıp söylerse, daha çok isabet etmiş olurlardı. Çünkü 904'ten beri ortaya çıkan hareketlerde milletimiz akıllardan aman bulamayıp, daha henüz "akıl belasından" şikayet ediyor. Bizim genel durumumuza bütünüyle bir duraklama gelmiş ise "felsefe belası"ndan değil, "akıl belası"ndan gelmiştir. Bu gerçeği İsmail Beyefendi gayet güzel anlar. Biz de hareketlerin herbirini gözlemledik, derneklerin gurupların herbirinde hazırdık. Ağzımızdan bir söz çıkmadı, kulağımızdan hiçbir adamın önemli sözü kurtulmadı. Böylece herbir sözü kavramıştık. Durumların ayrıntıları, bize de tamamen malumdur.

    Saygıdeğer İsmail Beyefendi Müteveffa profesör Solovief Efendi'nin eseriyle Dar ul Fünun derslerine yöneltmiştir. Güzel fakat son derece güçlü kalemiyle bizim hakkımızı yıkmamış olsalardı, bizim için daha güzel olurdu. 25 yıl bize rehberlik eden büyük edebiyatçı niçin bugün bizim fikirlerimize çok dar sınırlar tayin ediyor?

    Bundan sonra -inşaallah- yazılacak dinler tarihi derslerinde, Dar ul-Fünun derslerinden aktarmalarda mı bulunuruz ya da başka bir yolla mı hareket ederiz, yakında anlaşılır.
      Nüktecilerin meclisinde kendimi sergilemek şart değildir.
      Ya iyi bir söz söyle ey adam, ya da sus
    Biz saygıdeğer İsmail Gaspranski Beyefendiyi gelecekteki davranışlarımız için örnek ediniriz. Milletimizin bir büyüğü olarak 25 yıldan fazla süredir sebatı ve gayretiyle bize çok büyük dersler verdi. Böyle şeyleri anlarız. Bundan sonra tenezzül buyurarak bizi aydınlatırlarken, hukukumuzu da yıkmazlarsa faydalı olur.
    Ben, bu makalemde ortaya attığım meseleye önem rengi "mühim" namını verdim. Tekrar böyle sözler söylemeye cesaret etmek ihtimalini vermezdim. Fakat değerli "Vakit" in 558.sayısında "Medenilik İmtihan Ediliyor" makalesinde saygıdeğer edebiyatçı Burhan Şeref Efendi Hazretleri tarafından yazılan fikirler ve Üstad muhterem Rıza Efendi hazretlerinin kalemiyle yazılıp bugünlerde yayınlanan "İlahi Rahmet" risalesi bana hem can, hem de güç verdi. Teşekkür edip, iddiamı ispata devam etmeye azmettim.
      Ya ben istediğime ulaşırım
      Ya da canım gündemden çıkar
    Musa Bigiyef

    İNSANLARIN ULUHİYYET İNANCINA BİR BAKIŞ
    Musa Carullah Bigiyev
    Giriş
    İlahi Rahmet'in genelliği hakkında açıklanmış delillerime bir ek.
      "Tarikatta yol tutanın karşısına ne çıkarsa hayrınadır.
      Ey gönül, dosdoğru yolda kimse yolu kaybetmez.
      Hafız, eğer düşman yanlış söylemişse aldırmayalım.
      Eğer doğru söylediyse, doğruyla çatışmayalım.
      Ey oğul, kelimelerim ki ateş tutuşturur.
      Keskin ateşli söze soğuk su etki etmez.
      Gerçi menzil çok tehlikeli ve maksat görünmez ise de
      Sonu olmayan yol yoktur, üzülme."
    Şüphesiz, bugün Rusya müslümanlarının bulundukları çağdaş konumlarının düzeyi gereği en önemli kabul edilmesi gereken sorunları şunlardır:


    1- mektep ve medreselerin ıslahı; 

    1- mektep ve medreselerin ıslahı;
    2- eğitim yöntemleri,
    3- toplumsal ve siyasi durumlar,
    4- iktisadi gelişmeler,
    5- milli edebiyat, milli basın, milli dil, yazı kuralları gibi meselelerdir.
      Bu meseleler sadece Rusya müslümanları için değil, bütün İslam alemi için de çok önemli problemlerdir. Herkesin bildiği bu gerçeği ben de anlayabilecek durumdayım.
    Fakat mühim meselelerin önemi, zannederim, diğer meselelerin hiçbirinin önemlilik derecesini düşürmez. Önemlilik noktasında sınırlama olmaz. Bir mesele daha önemli olsa bile diğeri de en azından onun kadar önemli olabilir. Bir milletin ihtiyaçları, eksiklikleri ne kadar çoksa, o millet için önemli meseleler de o kadar çok olur. Bence, "şu önemli meseleler varken, bırak o meseleyi" demek, pek o kadar uygun bir yönlendirme olamaz. Önemli meselelerin biriyle Zeyd, diğeriyle Bekir, diğer biriyle daha başka bir adam uğraşırsa, herhalde bu daha güzel olur.

    Bir ferdin hayatında o ferdin psikolojik durumu en önemli en ciddi rolleri oynarsa, elbette bir milletin hayatında, genel olarak medeniyetle ilgili hallerinde, o milletin ruhi durumu çok daha önemli roller oynar. Zannederim: Milletin iman fikirleri insanlık tarihinde çok büyük eserler bırakmıştır: İnanıştaki hurafeler medeniyet hareketlerine çok büyük sekteler vurmamış mıdır? Din ile medeniyet arasında o kadar uzun zamanlar devam edegelen savaşlar hep iman fikirlerinin meyvesi değil midir? Milletlerin birini diğerine ateş ile su gibi düşman eden şey iman adıyla gönüllerde kök salmış bakış değil midir? İnsanı hayır işlere de, şer işlere de sevk, edeni hem de hayırdan da şerden de meneden inancı değil midir? İnançlara bu noktadan bakmamdan dolayı, başkaları siyasi, toplumsal, milli meselelerle uğraşırken, ben İslam inanışına fazla özen gösterip, ilm-i inanışa dair bir meselenin ayrıntılarıyla uğraşırsam, zannederim, çabam boşa olmaz. Milletimizin ilerlemesini durduracak derecede zarar da vermez. Belki bütün insanlık alemine güzel bir şekilde bakmayı genelleştirmek yönünden olabilir ki milletimize büyük faydalar sağlar.

    Doğrusu, "bütün insanların kurtuluşu" meselesi, "evsaf aynı mı zaid mi?" "İhtiyaç illeti, imkan mı, hudus mu?" gibi hayatta önemi olmayan; yahud, "Ali mi üstün Osman mı?" gibi insan hayatında zararı olan bir mesele olsaydı, o zaman ben, "vaveyla!" kopartanların feryatlarına; "Daha önemli meseleler vardır! Bırak o meseleni!" gibi sözlerle tedbir felsefesi satan mürşidlerin irşadlarına veya yazdığı bir, iki makaleye önem verip de, milleti temyiz hissinden tamamen uzaktır zannedenlerin ikazlarına; yahud, "İslam herşeyden yücedir; fakat müslümanlar her şeyden!...(aşağıdır)" gibi sözlere cesaret eden ediplerin seslerine kulak verirdim.
    Fakat biliyorum ki : bütün insanların kurtuluşu meselesi İslam alemi için hayati meselelerdendir. Bu meseleyi şimdi ortaya atmak, işe kuyruğundan başlamak değil, belki işe en başından, en esasından başlamak olur. İnsanın duygusal faaliyeti kalbi ve aklıyladır. İnsanlığa bakışı da inanış ve düşüncesiyledir. Öyleyse, bütün insanlık alemine bir mesele, hiçbir şekilde zarar veremez. Çare olarak "o meselenin henüz vakti gelmemiş" demek elbette dikkate alınması gereken bir çare olamaz.

    Şimdi insanların Tanrı inanışlarına bakış meselesine gelelim: İlahi Yasanın hükmüyle -insanın her hali- başlangıçta çekirdek (tohum) küçüklük devri, bir de olgunluk devridir. İkisinin arasında, yalnız bir Allah'ın bildiği ne kadar değişiklik meydana gelir, ne kadar aşırlar geçer.

    Her hal böyle olursa, insan aklının "hidayete erme" hali de yani ilmi fikirlerinde ve Tanrı inanışında hakikate ulaşma hali de elbette öyle olur. Allah bilir, insan Tanrı inanışlarında basitlik devresinden, hakikat devresine doğru hareket ederken, ne kadar ve nasıl inanışlardan geçip gider! Fakat insanın o hareketleri, o ilerlemeleri herhalde çok yakın olarak dosdoğru yol üzerinde doğru ve sahih bir hareket olur. Bir ferdin aklı nasıl çocukluk halinden hüküm verebilme doğrultusunda hareket ederse, bütün insanlığın aklı da çocukluk inanışından hakikat inanışına aynı doğrultu üzerinde hareket eder ve ilerler. Bu ilahi Yasayı Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetleri de destekler:

    1.Delil

    Hud Süresi'nde 56.ayet-i kerimede Kur'an-ı Kerim buyurur:

    "Şüphesiz ki ben, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Yürür hiçbir mahluk hariç olmamak üzere (hepsinin) alnından tutan O'dur. Benim Rabbim hakikaten doğru bir yol üzerindedir." (11:56)
    Şüphesiz bu ayet-i kerimenin hükmüne, herbir insan dahildir. Herbir insanın alnı Sırat-ı Müstakim'de (Doğru yolda) olur. Yani inanışta çocukluk devrinden hakikat devrine hareket ederken her bir insan doğru yoldan gider. O yol İlahi Hikmet gereğince insanlara tabii-tedrici şekilde hareket etmeleri için çizilmiştir. Bundan dolayı çocukluk devri ile hakikat devri arasında ki inanışların hiçbiriyle insanın hesaba çekilmemesi gerekir.

    2.Delil

    "Ama, gözleri görmeyen kimse savaşa gelmezse ona bir haraç (sorumluluk) yoktur; topala ve hastaya da sorumluluk yoktur."

    Bu ayet-i kerime Nur Suresi ile Fetih Suresi'nde inmiş olup, bunu anlam bakımından destekleyen ayetler Kur'an-ı Kerim'de bir kaç surede gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'in adetine uygun olarak insanların haline dikkatle bakalım:

    "Harac"ın manası nedir?

    Şer'i Şerif'in müsamahasından dolayı, körlük, topallık, hastalık gibi bedeni özürler gereği mescide gitmek, cihada gitmek gibi kolay işler, insanlardan "zorluk" olur düşüncesiyle düşerse, elbette hakikatleri bulma, erişme gibi insanlığın aklına oranla çok ağır olan işler, şüphesiz, Şeriat nazarında "zorluk" kabul edilir. Şer'i Şerif'in müsamahasıyla Tanrı inanışı hakkındaki bütün kusurlar af edilir. Usul-ü din ile ayrıntıları bir hükümdedir. Hukuki teferruatta Şer'i Şerif tarafından çok geniş tutulan "daha öncelikli olma yoluyla" gerçeği usul-ü din de sabit olur. Bu mana ile Tanrı inanışının herbir hakikatinin, hukuki teferruatın hakikati gibi olması gerekir. Çünkü kuldan, hafif bir özrün varlığıyla hafif bir teklif düşerse, büyük bir özrün varlığıyla daha büyük bir teklifin geçersiz olması elbette hikmet gereğidir. Küçük özürler ile küçük şeyleri geçersiz kılan Şeriat, büyük özürler ile büyük, hem de ağır şeyleri hüküm olmaktan çıkarmazsa, o takdirde Şer'i Şerif'in önemi kalmaz. Şeriat'ın vazedilmesinde çok büyük bir uygunsuzluk ortaya çıkar.

    Dünyada insan için şaşırıp kalmaktan daha büyük bir zorluk yoktur. Hakikatleri taleb yolunda insan aklı için her zaman gerçekleşen şaşırıp, kalmak gibi bir hal de bulunmaz. Hayrette kalma insan aklı için en ağır, hem de en çok gerçekleşen en büyük bir zorluktur.

    Bundan dolayı insanın aklına isabet eden afetler, belalar, vücuduna isabet eden afetlerden daha fazladır, daha devamlıdır. İnsanın vücudu aklından , çok daha hızlı olarak olgunluğa ulaşır. Fakat olgunluğa ulaşamamak belası insanın aklına daha çok isabet eder.

    Bundan dolayı, topallık gibi musibetler Şer'i tekliflerin kaldırılmasına sebep kılınmış ise, "olgunluğuna ulaşamamak", gibi tabii ve daimi bir akli musibet ile hakikate ulaşamamak", "şaşırıp kalmak" gibi en genel bir güçlüğün kalkmasına Şeriat nazarında elbette büyük bir sebep olur.

    Sonuç olarak: Hakikatlere yöneliş yolunda hareket ederken insanın aklı eksik veya gerçeğin zıddı inanışlarda bulunursa, bunun için insan Allah katında sorumlu olmaz. Bu meselede insanlık alemi bir insan gibidir. İnsanlık aleminde ortaya çıkmış milletler dinler, düşünürken insanın aklından gelip-geçen inanışlar gibidir. Şüphesiz ki, düşünme yoluyla bir insanın kusurları affedilmiştir. Buna göre, insanlık aleminde ortaya çıkmış dinlerin de Tanrı inanışındaki kusurları elbette affedilmiş olur.

    Ben insanlık aleminde gelip-geçmiş yahud şu güne kadar gelmiş milletlere kısaca bir göz atsam, aklıma her seferinde "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah inananları, arılığa düştükleri gerçeği kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir. (2:213) ayet-i kerimesi gelir. Giderim, tefsirleri karıştırırım, bir kanaat verebilecek ilmi bir açıklamayı hiçbirinde bulamam. Kalbimi de aklıma da şaşırıp kalma belası istila eder. Küçük şeylere kanaat ederek, böyle büyük bir ayet-i kerimenin açıklamasına cesaret eden kelamcıların haline hayretim artar. Ancak; insanlık tarihi, dinler tarihi ile açıklanabilecek bir ayet-i sadece lafzın okunuş tarzıyla açıklayan müfessirlerin sözlerini zaruri olarak çok küçük sayarım.

    Bu durumun etkisiyle, hem de tefsirleri karıştırmaktan ileri gelen yorgunluğu -usancı gidermek ümidiyle, bakışlarımı her müşküle cevap verilen o makama, gökyüzüne çevirip düşünmeye başlarım.
    "Bütün insanlar bir ümmet idi." Sözünün manası nedir?

    "Azgınlık-imansızlık konusunda bir ümmet idiler." manasında olamaz. Çünkü insanların ilk atası Adem, büyük bir peygamber olup çocuklarına ilk başta hak bir din öğretmiştir.

    "İman-hakikate yöneliş konusunda bir ümmet idiler." manasında da olamaz. Çünkü doğru yol üzere olan insanlara peygamberler göndermeye bir sebep yoktur. Aslında hakikate yönelmiş insanlara peygamber gönderip ihtilaf belası çıkarmak da elbette İlahi Hikmet'e o kadar uygun değildir.



  • "Hakk'da ihtilaf ettiler" sözünün manası nedir?


  • İhtilaf ederken hak meydanda var mıydı?
  • Varsa, o hak neden ibaretti?
  • Peygamberlerden önce o hakikati insanlara kim öğretti?
  • Öğreten bulunmuşsa, yahud o hakikati insanlar kendileri bulmuşlar ise, peygamberlere ihtiyaç kalır mı?
  • Beyyine sonucunda, insanlar "bağy" etmişler. Sözünün manası nedir?
  • Bağy etmek, neden çıktı, kimden çıktı?
  • Peygamberlerden önce, "bağy" olmayıp, nebilerin gelmesi sonucu insanlıkta "bağy" meydana gelmiş ise, o takdirde İlahi Hikmet'in gereğinin tamamen aksine, İlahi İrade'ye aykırı olarak, gerçekleşmiş olmuyor mu?
  • "İman edenleri Allah hakikate yöneltti." sözünün manası nedir?
  • İman sonucunda doğacak hakikat nasıl şeydir?
  •  
    Böyle sorular beni saatlerce meşgul eder. Cevaplarının tefsirlerde bulunmamasından dolayı beni başka yollara sevkeder. Gücüm kadar cevaplar bulup; memnun olurum; fevkalade memnuniyetim bana biraz cesaret verir. Bulduğum cevapları, özel fikirlerimi başkalarına sunarım. Rağbet eden muhterem zatlar tetkik eder, medrese talebeleri Kur'an-ı Kerim'in tetkikin adet edinir. Bizim en mühim isteğimiz de talebelerin ellerine Kur'an-ı Kerim'i verip, onları şerh ve haşiyelerin karanlıklarından kurtarmaktır.

    3.Delil

    Bütün 'Tanrı inanışları' hakkında benim üçüncü delilim muhterem Peygamber İbrahim -aleyhi's-selam- hazretlerinin el-En'am Suresi'nde 75'den 79'a kadar beş ayet-i kerimede anılmış kıssasıdır:

    "Biz İbrahim'e kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk. İşte o, üstüne gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, 'Ben böyle sönüp batanları sevmem'. Sonra ayı doğar halde görünce de: 'Bu mu benim Rabbim?' demiş, fakat o da batıp gidince: 'Andolsun', demişti, 'eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaymış muhakkak sapanlar güruhundan olacakmışım.' Sonra güneşi doğar vaziyette görünce de: 'Bu mu imiş benim Rabbim?! Bu hepsinden de büyük! demiş, batınca da (şöyle) söylemişti. 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a eş katageldiğiniz nesnelerden kat'iyyen uzağım. Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.'" (6:75-79)
    Bu beş ayetten ilk ayet-i kerimede alemlerin Rabbi Allah hazretleri buyuruyor ki: "Biz İbrahim'e, görüp de yakin elde etmesi için göklerin ayetlerini gösterdik."

    Allah -Celle Celaluhu- hazretleri ayetleri göstermiş, İbrahim -aleyhi's-selam- o ayetleri görmüş. Kur'an-ı Kerim'in izahına göre, İbrahim -aleyhi's-selam- göklerin ve yerin ayetlerini gördükten sonra, aşamalı olarak üç hali geçip, neticede, Tanrı inanışının olgunluğu olan dördüncü hale gelmiş.

    Birinci hal: Yıldızlardan birini, gece karanlığında görmüş de, "Benim Rabbim budur!" demiş.
    İkinci hal: Nuru fazla olan ayı görmüş de "Benim Rabbim budur!" demiş.

    Bu ikinci halin izahında düşünülecek iki şey vardır: a) Kur'an-ı Kerim bu hali açıklarken, "üstüne gece bürünüp örtünce..." gibi karanlık anına delalet eden bir cümleyi zikretmemiş. Niçin? Benim zannımca o ikinci halde aklın karanlıktan biraz kurtuluşuna işaret içindir. b) Kur'an-ı Kerim, "Andolsun", demişti, "eğer Rabbimin bana hidayeti olmasaymış muhakkak sapanlar güruhundan olacakmışım" güzel cümlesiyle ikinci halde İbrahim'in aklında isteğin, sevincin fazlalaşmış olduğunu göstermiştir. Yani cehaletin karanlığından kurtulan aklın, hakikati taleb yolunda, sevinci-rağbeti daha çok olur.

    Üçüncü hal : Daha büyük, daha çok nurlu olan güneşi görmüş de, "Yok! Benim Rabbim şudur; ilk ikisi değildir. Şu daha büyük değil mi?" demiş.

    Dördüncü hal: İbrahim'in aklı üçüncü dereceden de yukarı çıkıp, "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim .." diyerek Tanrı inanışının en olgununa ulaşmış.
    İbrahim -aleyhi's-selam- çocukluk halinden peygamberlik haline gelince o üç hali Tanrı inanışının olgunluğu olan dördüncü hale ulaşmışsa, insanlığın da vahşilik halinden en yüce semavi iman haline gelinceye kadar geçen inanışları pek tabii olarak İbrahim'in hali gibi olur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle en büyük bir Peygamber için mümkün haller herbir insan için de elbette mümkün ve uygun olur.

    Bizim bu izahımıza göre, İbrahim -aleyhi's-selam- kıssasında anılan o beş ayetin hiçbiri saptırmaların hücumuna hedef olmuyor. Fakat kelamcılar kelam kitaplarında, "Peygamberlerin masumiyetleri" meselesinde o ayetleri "sizin batıl zannınıza göre bu benim Rabb'imdir." gibi takdirler ile saptırmışlar.

    Kelamcıların mezheplerini korumak hususunda bunun gibi saptırmaları makul gibi olursa da, kur'an-ı Kerim'in harikulade üslubunu harab etmeleri yönüyle böyle yorumlar hiçbir şekilde uygun değildir. Kelami mezhepleri korumak hülyasıyla gerekli bulunan teviller benim getirdiğim delillere zerre kadar zarar veremez. Ben böyle tevilleri kabul edersem, elbette, günahkar olurum.

    Kur'an-ı Kerim buyuruyor:
    "Bir de eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni dosdoğru tutsalardı (tatbik ve icra etseler)di muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi. İçlerinde mutedil bir zümre de vardır. Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları ise ne kadar kötüdür. (5:66)

    Yani: "Tevrat'ı, İncil'i, Kur'an-ı -emirlerini yerine getirip, ilkelerini saptırmamakla- ayakta tutsalardı; yukarıdan manevi rızıkları, alttan maddi rızıkları bereketli bir şekilde alırlardı. Bunlar emirlerin sınırlarına, ilkelerin zahirine vakıf olup mutedil olanlarıdır. Fakat çoğunluğu haddi aşar, ilkeleri saptırır." anlam çevirisi budur.
    Bu ayetin yönlendirilişiyle ben, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden hiçbirini tevil etmemek taraftarıyım. Kur'an-ı Kerim'i ayakta tutmanın en mühim manası da onları tevil etmemektir.

    Kur'an-ı Kerim'in emirlerini terk etmek, Kur'an-ı Kerim'i ayakta tutmamak ise ilkelerini görünen manasından başka tarafa çevirmek de elbette ayakta tutmamak olur.

    Kur'an-ı Kerim'i tevil iki çeşit olur:
    Birincisi, kelamcıların yorumlayışıdır ki, ayet-i kerime kendinin görünen anlamından tamamen çıkar. Görünen anlamı ihtimal dahilinde kalmaz.

    İkincisi, tasavvuf ehlinin yorumlayışıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in görünen anlamına da kast edilir, işaretinden anlaşılıp çıkarılan anlam da kastedilir.

    Bu tevil, yorumların en güzelidir. Böyle tevil ile Kur'an-ı Kerim zahiri manasından başka tarafa çevrilmez. Belki Kur'an-ı Kerim zahiri manasıyla anlaşılır ve zahirinin yöneltişiyle insanın kendisi ikinci bir manaya erişir.
    Bu farkı açıklamak için burada örnek olarak mutasavvıfların bir tevilini nakledeyim. Mutasavvıfların büyüklerinden biri kendisine aid "Gülşen-i Raz" isimli kitabında der ki:
      Eğer yiğit isen, çık bak, önüne ne gelir ise, yetinme etme, daha öte git.
      Halil (İbrahim) gibi yürü, Hakk'ı iste. Geceyi gündüz, gündüzü gece et.
      Yıldız, ay, büyük güneş, his, hayal, akıldan ibaret.
      Ey talip bunların hepsinden yüzünü çevir: Hakikate ulaşana dek, durma git.
      "Zahiri şeylere kanaat etmem, hakikati ararım" sözünü her vakit söyle.
    El-En'am Suresi'nde İbrahim -aleyhi's-selam- kıssasında konulan ayetleri böyle tevil etmek, Kur'an-ı zahir manasından başka tarafa çevirmek değildir. Belki zahiri manası kastedilmek şartıyla ikinci manaya ulaşmaktır. Bu tevil istenen şey değilse de, yasak da değildir.

    Kur'an-ı Kerim'i zahiri manasından başka manaya kullanmak şartıyla tevil elbette doğrudur. Çünkü böyle teviller aklın daha fazla anlamasıyla, doğruya erişmesiyle olur. Kur'an-ı Kerim'in zahiri manası kastedilen değildir demeselerdi, biz kelamcıların tevillerini reddetmezdik. Dilin fesahati (ifade gücüyle), metnin belagatıyla (üslup güzelliğiyle) anlaşılan bir manaya, "kastedilen bu değildir." demek bizim işimiz değildir. Kur'an-ı Kerim'in belagatı, ayet-i kerimeleri olmadık belirlemelerle düzeltmemizden, elbette ayet-i kerimeleri beri kılmıştır. "Ayet tam değildi; takdir ettim de tam oldu" demek, benim zannımca, çok büyük edepsizliktir.

    4. Delil:

    "Tanrı İnanışlarının Hakikati" iddiasında benim dördüncü delilim el-Bakara Suresi, 62.ayet-i kerimesidir.
    "Müminler, Yahudiler, hıristiyanlar, meleklere veya yıldızlara ibadet eden Sabiiler -daha genel bir ibareyle tabir edersek -alemlerin Rabbi olan Allah hazretlerine hem de Ceza Günü'ne iman edip, hayatlarında güzel işleri eda eden bütün insanlar, sonuçta saadete kavuşurlar." (2:62)

    Bu ayet-i kerimede kurtuluşun sebebi tayin edilmiştir. Hayır olanı emretmek, şerri men etmek, Allah'ın varlığına iman, iyi kötü herbir amelin karşılığı olan bir güne iman. İşte böyle bir insan, Allah'a ve Ahıret Günü'ne imanın etkisiyle şerden-fesattan korunup, hayrı, salih ameli ifa etmeye çalışırsa, ahıretteki hayatında ebedi saadete kavuşur.

    Şekli iman olmaz. Şekli hale gelmiş imanın insan hayatında o kadar önemi de yoktur. Şeriat nazarında muteber iman, insanı fesattan, şerden, zulümden men edip, hayırlı işlere sevk eden imandır. İnsan hayatında önemi, izi olan iman; Şeriat nazarında muteberdir. Ama hayatta önemi olmayan imanın Şeriat nazarında da elbette bir değeri yoktur.

    Şer'i Şerif imanı hayatta ortaya çıkan eserleriyle (ameller) ölçer. İman, hayali olarak bulunan bir takım isimlerden oluşmuş kelimelerden ibaret değildir. Belki aklın, kalbin derinliğine yerleşmiş bir nurdur ki, insanı hayatında hayır yoluna yöneltir, helak yolundan kurtarır.

    Böyle iman dünyada sadece milletlerin birine has değildir. Günlerin birinde sözü inşaallah daha bir ayrıntılı ve faydalı olarak açarım.

    Sonuç
      "Bana, sus, soluğunu içine çek, deme.
      Çünkü, çemende kuşa sus denilmez.
      Göğsümde birçok hazinelerim var.
      Her ne kadar, iddiacı(lar) beni fakir görse de,
      Göğsümde bir çok hazine var.
    Muhterem "Şura" sahifelerinde benim yazdığım, önemi var veya yok, bir-iki mesele delilleriyle beraber yayınlanmıştı. Tabii ki o binlerce kadar satır arasında anlaşılmayan noktalar, sayısız o kadar söz esnasında anlaşılmayan nükteler elbette bulunabilir. Bundan dolayı olsa gerek, hemen her zaman bazı gazete sütunlarında çok garip itirazlar, kendilerince de malum olan yersiz şikayetler yazılmaktadır.

    "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı", "Tanrı inanışlarının Hakikati" gibi meselelerin bugün de çevremize, zamanımızı göre önemleri var mı, yok mu? yönü şimdi bizim burada ihtilaf edilen bir şeydir. Ama temel meselelerin ilmi-dini yönden önemleri, önemlerine göre de zorlukları elbette her insanın bileceği derecede açıktır.
    Şüphesiz, kaleminde çok büyük kusurları olan birinin, böyle zor meseleleri açıklarken, bu kusurları sebebiyle, iddiasında, delillerini izah ederken anlaşılmayan noktalar yalnız bir değil daha çok olabilir. Be o kusurlarımı herkesten fazla bilirim. Bu yüzden bana yöneltilmiş itirazlar bulunursa, itiraf ederim. Günahı yalnız bana aittir. İtiraz yoluyla beni ikaz etme zorluğuna tahammül eden gayret sahiplerine kalben teşekkür ederim. Gücüm dairesine giren açıklamaları da yaparak biraz daha fazla izah etmeye çalışırım. Bununla benim noksanlığım tamamlanacağına göre, en fazla faydalanan da elbette ben olurum. Bu yönden bana yöneltilecek itirazlar hakikatte İtiraz olmayıp, ben öyle itirazları aydınlatmak sıfatıyla tam bir memnuniyetle kabul ederim.
    Eğer itirazlar ve reddiyeler benim iddiamın batıllığına yahud delillerimin zayıflığına delalet eden itirazlardan olursa, böyle itirazları kabul etmek, hakikat huzurunda edepli olmanın gereği, hem Şer'i hem tabii bir gerekliliktir. Ben, imanımın gereği, secde ettim. Anladığım hiçbir hakikati inkar etmem. İki-üç kişi suçlasa da, ya o ya bu meseleyi meydana atmak konusunda bende nefsani bir garaz yoktur. Vicdanın temizliği adına bu sözümü kabul etmeyen insan belki Allah'ın azameti hürmetine bu sözü kabul eder. Bugüne kadar benim tarafımdan basın dünyasına arzedilmiş dört-beş meseleleri en azından, "elde olanı satmak, revaçta olan metaı pazara sürmek" tabii kaidesine bina eder de, o meselelerin hiçbirinde nefsani bir garazın bulunmadığını kabul eder.

    Bu iki çeşitten olan itirazlara benim bakışım böyledir. Fakat gazetelerin bazılarında yayınlanan itirazların çoğunluğu bu iki çeşitten olmayıp, belki meseleyi, hem de İslamiyet'i yahud genel olarak dini anlamamaktan gelen itirazlardır. Böyle itirazlar benim iddiamın batıllığına veya benim delillerimin zayıflığına delalet etmek yerine, İtiraz edenlerin cehaletine, dinin ruhundan gafletlerine delalet eder.

    Birinci İtiraz: "Bütün insanların kurtuluşunu iddia etmek, genel af (Amnesiye ) ilan etmektir. Şimdi bundan sonra herbir insan bütün suçları işlesin, zararı yok demektir."

    İkinci İtiraz: "Eğer bütün insanlar kurtulacak ise, o vakit İslam'ın özelliğinin önemi kalmaz".

    Böyle itirazlar sıradan bir adamdan çıkmış olsaydı, garipsemezdim. Fakat birincisi bir gazetecinin, ikincisi İslam minberinde hutbe okuyan bir hatibin kaleminden yayınlandı. Bu yüzden ben bu iki itirazı biraz garip karşıladım. Çünkü bu iki itirazın herbiri, genelde dinin ruhundan ve özel olarak da İslamiyet'ten tamamen gaflet esasına dayalıdır. "İnsan hayatında dinin önemi yok" fikrinden ileri gelmektedir. "Din iğreti olarak anılan bir şeydir ki zerre kadar önemi, dünyaya aid bir şeyi yok" inancından gelen batıl bir fikirdir.

    Teessüf etmemek mümkün değildir. Böyle batıl bir fikirde olan yalnız bizim bir gazetecimiz, yalnız bir hatibimiz değildir. Belki bizim talebelerin, imamların çoğunluğu bu fikirdedir. İslamiyet'in adı anılırken -bizim çoğunluk-cenneti, fakat diğer din adları anılırsa, cehennemi hatırlarına getirirler.

    İslamiyet'in hakikatine cennet, diğer dinlerin batıllığına cehennemle delil getirmek mağruriyetten doğmuş bir cahilliktir.
      "Bizim vaizimiz hak kokusunu duymadı, dinle bu sözü.
      Onun huzurunda söylüyorum, gıybet etmiyorum."
    Bütün insanların kurtuluşu meselesinde herbir suçun işlenmesini caiz gören insan, insan hayatında dinin imanın öneminden, hem de İslamiyet'in kendine has faziletlerinden tamamen gafil bir adamdır. O adam biraz düşünseydi görürdü: Her bir suçu işleme hürriyeti bütün insanların kurtuluşunda değil, kurtuluşun yalnız bir mezhep sahiplerine hasredilmesindedir. Kurtuluş yalnız bana has olacaksa, o zaman ben benim inancımda olmayan insanların herbirine, "siz şimdi inancınız-mezhebiniz sebebiyle ebedi olarak azaplanacaksınız; hayır işlerden size fayda yok, fena işlerin hiçbirinden size zarar yoktur. Bırakınız hayır işleri, suç işleyin!" diyecek olursam, kurtuluşun özel olduğunu iddia eden adam, benim bu sözümü hiçbir şekilde çürütmez.

    "Bütün milletler kurtulacaksa İslamiyet'in önemi kalmaz." diyen itirazcıya ben sorarım: Acaba insan hayatında İslamiyet'in geçerliliği var mıdır?

    Elbette, "yok! diyecek. Aksi olursa itirazı bana olmaz. itirazın esasına zıt olarak, "önemi var" dese, ben diyebilirim ki; "Buyurun, zatınıza malum olan önemini açıklayın, sonra ben sizin itirazınıza cevab veririm."
    Bu iki İtiraz dolayısıyla bir-iki söz arzedeyim:

    İnsanlık aleminin başlangıcından, İslamiyet'in ortaya çıkıncaya dek semavi bir sıfatla gelen dinlerin herbiri, insanın kalbinde yerleşen imana en asıl bir esas gibi itibar etmişlerdir. Özel olarak bizim İslamiyet, imanı insanın dünyası için de ahıreti için de en mühim bir esas kabul edip, imanı herşeyden fazla olarak övmüştür.
    Genel olarak Semavi dinler, özel olarak İslam Dini, insanın imanına bu kadar olağanüstü büyük bir önemi niçin vermiştir?

    İnsanın şimdiki hayatıyla ahıretteki hayatında en büyük öneme haiz olabilecek imanın hakikati nedir?
    Mektep ve medreselerimizde iman adıyla telkin edilen şeyler insan hayatına en asıl esas olabilecek derecede öneme haiz midir?

    Biz böyle şeyleri düşünseydik, yalnız şahsımızın gafletine delalet eden itirazları yayınlamaya cesaret etmezdik. Bütün insanların kurtuluşu herbir suçu işleme hürriyeti (vermek) manasına gelir demiş olmazdık. İslamiyet'in önemi nerededir anlardık. İnsanın şimdiki hayatıyla ahıretteki hayatında inançların önemi nedir? Ne yöndedir, gösterebilirsem, benim en büyük maksadım hasıl olur. Ben bunun için, "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" , "İnsanların Uluhiyyet Akidelerine Bakış" gibi meselelere aid risaleleri yayınladım. Başlattığım iddiayı doğrulayıncaya kadar, alemlerin Rabbi Allah hazretlerinin yardımıyla, ben hareket ederim inşaallah.
    "Bizim uğrumuzda mücahede edenler (e gelince), biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan sahipleriyle beraberdir" (29:69)

    Notlar:

    1 Kelamcılar arasında vuku bulan, "Allah'ın sıfatları zatının aynı mıdır, yoksa zatından artık bir varlık mıdır" meselesi ve bundan kaynaklanan anlaşmazlıklara işaret edilmektedir.

    2 Burada baskı hatası olmalı. Bu cümledeki "imkan" kelimesi, "kadim" şeklinde olmalı. Çünkü "imkan" kelimesi sonradan olmayla ilgili olup, hudus olan için sözkonusudur. Bu sebepten aynı cümle içinde karşıtmış gibi söylenmesi yanlış olur. Bununla, "alemin vücut bulma illetinin (ilk nedenin) bir sebebe ihtiyacı olması ve bunun kadim mi, sonradan olma mı olduğu" hakkındaki kelami meseleye işaret edilmiştir.

    3 Her insan, daha başlangıçta aklı buluğa ermemiş, temyiz gücünden yoksun halden, daha sonra, varlığın gayesine vakıf olabilecek, doğru ile yanlış arasında hüküm verebilen bir olgunluğa doğru kesintisiz dosdoğru bir yol izler. Bundan sonra da yolunu seçer.

    4 Harac kelimesinin geçtiği diğer ayetler şunlardır:
    "...Allah, sizin üzerinize bir günlük (harac) yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetini tamamlanmasını diler. Ta ki şükredersiniz." (5/6); "...Artık bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı (harac) olmasın" (7/2);
    " Allah ve Resulü'ne hayırhah olmak şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de harcayarak bir şey bulamayanlara bir günah (harac) yoktur. .." (9/91);
    "Allah yolunda hakkıyla cihad edin. Sizi o seçti. Din (işlerin) de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi..." (22/78);
    "...Ta ki evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevceleri (ini almakta) Müminler üzerine günah (harac) olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir." (33/37);
    " Peygamberlerin üzerine Allah'ın, farz ettiği herhangi bir şey(i ifa etmesin) de hiçbir vebal (harac) olmaz..." (33/38);
    " ....Sen sıkıntıya (harac) düşmeyesin diye, öbür (mümin)lerin zevceleri ve sağ ellerinin malik oldukları (cariyeleri) hakkında uhdelerine ne farz etmiş olduğumuzu bildirdik. Allah çok yargılayıcıdır, çok esirgeyicidir." (33/50);
    "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse onun göğsünü İslam'a açar (genişletir). Kimi de sapıklık da bırakmak dilerse onun da kalbini son derece daraltır (harac).." (6/125);
    "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı (harac) duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (4/65)

    5 Harace kelimesi; Darlık, sıkıntı, zorluk, güçlük. Dar yer. Günah sorumluluk, vebal manalarına gelir.

    6 Usul-ü Din: Dinin asılları, temelleri demektir. Istılah olarak bütün itikad, inanç esaslarını inceleyen, açıklayan, bir bakıma Kur'an'a dayalı akidelerin felsefesini, akli yorumunu yapan ilme denir. Buna kelam ve Tevhid ilmi de denir.

    7 Beyyine: Delil, hüccet, kanıt.
    Bağy: 'Geçişli' olarak kullanıldığında 'istemek, istemede ileri gitmek, çabayla arzulamak'. 'Geçişsiz' olarak kullanıldığında ise, 'sınırı aşmak, hakkıyla yetinmeyerek başkasının malına, canına, ırzına kasdetmek, saldırıya yeltenmek ve saldırmak, haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak, kendisine sulhun yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek' anlamına gelen 'beğa' fiilinin mastarıdır ve isim olarak kullanılır.

    8 tevil kelimesinin anlamı için bkz.; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 214-215, T.D.V. Yay.; Said Şimşek, Kur'an'da İki mesele, s.45-60, Selam Yay.; Ali Ünal, Kur'an'da temel kavramlar, s. 59-67, Beyan Yay.; Süleyman el-Kafiyeci (terc. İsmail Cerrahoğlu), et-Tefsir fi Kavaid-i İlm it-Tefsir, s.47,48,54, A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.

    9 "Gülşen-i Raz", Şeyh Mahmud-ı Şebüsteri'nin eseridir. Tebriz'e yakın bir yerde Şebuster'de doğduğu ve orada vefat ettiği hakkında ittifak edilmiştir. Ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. (H.718, 719, 720, 725 olduğu söylenmektedir). 37 yaşında vefat ettiği kabul edilmiştir. "Gülşen-i Raz"ı ölümünden üç sene kadar önce yazmıştır. Mahmud-ı Şebüsteri, "Gülşen-i Raz"a yetmiş beyitlik bir dibace yazmış, burada Vahdet-i Vücud akidesini hulasa ettikten sonra, Horasanlı mutasavvıf Seyyid Hüseyni'nin, kendisine gönderdiği bir mektupta sorduğu bazı sorulara cevab vermiştir. (Eserin müellifi hakkında daha geniş bilgi için bu çevirinin önsözüne bakılabilir.), Şeyh Mahmud-ı Şebüsteri (Terc. Abdulbaki Gölpınarlı), Gülşen-i Raz, M.E.G.S.B. Şark-İslam Klasikleri Serisi s. III-XXII. Şiirin bu kitaptaki tercümesi için de, s.17-18'de 185-190. beyitlere bakınız.

    10 Fesahat: Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşmak. Sözün; lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Başka bir deyişle: Lafızların söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir.

    Belagat: Hitabettiği kimselere göre uygun ve tam yerinde düzgün ve hakikatli güzel söz söyleme sanatı. Halin gereğine uygun söz söylemek.

    11 "Şura" Orenburg (Rusya'da bir şehir) da Zakir Ramaev (1859-1921) adlı milliyetçi bir Tatar tarafından çıkarılmış bir dergidir.



    3. Kitap
    İLAHİ RAHMET MESELESİ
    Rızaeddin b. Fahrettin
    Giriş

    "Ey Rabbimiz! Senin indirdiğin (o Kitab'a) inandık, O resule de tabi olduk. Artık bizi şahidlerle beraber yaz." (3:53)

    Hak Subhanehu ve Teala Hazretlerinin azabı ile rahmeti, özel olarak ahıret halleri, zihinlerin erişemeyeceği kadar yüksek ve gönüllere sığmaz derecede geniştir. Bunun için bu konuda bir satır olsun yazmak ve bir cümle olsun söylemek bile hayalimize gelmezdi. Fakat Ademoğulları dünyada oldukları müddetçe kendi arzuları ile yürüdüklerinden belki başarılı olmayacakları çok şeyleri ister istemez bir şekilde yaparlar. "Kulların iradeleri alınmıştır" diye iddia etmiyorsak, bunu kendi ihtiyacımızdan söylediğimizden değil, belki buna bizi mecbur edecek bir şey olduğundandır. Eğer mecburiyetleri olmasaydı, ne diyeceğimizi kendimiz bilirdik.
    Faziletli saygıdeğer Musa Efendi tarafından "İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığı" hakkında "Şura" da bir makale yayınlandığında bazı okuyucular bunu garip karşıladılar. Özel olarak bizlere müracaat ettiler ve iyi niyetle sorup anlamaya çalıştılar. İşte bizler bu yüzden bu makaleyi yazmaya mecbur olduk.

    Musa Efendi'nin makalesini fırsat bilerek her zaman halkın cehaletinden istifade eden bazı din tacirleri ve bunlara tamamen uymakta olan zavallılar da harekete geçip avamı yoldan çıkardılar. Ve....tilkilik edip, suyu kurutarak balık avlamaya giriştiler. Bu kişilerle bizim işimiz ve ilgimiz yoktur. Bunlar kendi görevlerini yapıp-dursunlar. Biz bu satırları, "Şura" okuyucuları ve özel olarak müracaat edecekler için cevap olarak yazdık.
    Yüce Varlık, sıfatları ve en güzel isimleri (esma-i hüsna), ahıret halleri ve öbür dünya hakkındaki mezhebimiz; Kur'an-ı Şerif'in ispat ettiğini ispat etmek, reddettiğini reddetmektir. Bunun dışında "Allah Teala neyi murad etmişse o haktır, buna iman ettim." deyip susarak Hakk Teala Hazretlerine teslimde daim olmaktan ibarettir. Bunun için ahırette ortaya çıkacak rahmet meselesinde, kelamcılara tabi 'olmadığımız gibi Musa Efendi ile de noktası noktasına aynı şekildeyiz, diyecek derecede muvafakatımız da yoktur. Bununla beraber İslam Alimlerinin birçoğu tarafından tercih edilmiş görüş açısı olduğu için, Musa Efendi'nin sözünü inkar da etmiyoruz. Çünkü Allah Teala'nın gazabına geçen ve gazabına baskın olan rahmeti karşısında dünya ve ahıret, hem de bütün evren bir hiç olarak hesab edilse gerek. Kendilerini 'ahırete hazırlar' sınıfından sayanlar için mesele hafiflik olursa da 'azgınlar' sınıfından olacaklarından korkan kimselerin herbirinin Musa Efendi'nin sözüne kulak vereceği malum. Milyonlarca, milyarlarca yıl sonunda kurtulmak bahtiyarlıktır. Mezhebini temel, delilini ikinci derecede kabul etmeyenler için Kur'an-ı Kerim'de bunun dayanakları olduğu aşağıda zikredilecektir.

    Musa Efendi'nin iddiasında bir tuhaflığın bulunmadığı, öncekilerle (selef) sonrakilerin (halef) eserlerini ve İslam Dünyası'nda yazılmış kitapları etüd edenlere malumdur. Tuhaflık belki işin aslından haberi olup-olmadan bu konuda kavga çıkaranlardadır. Çünkü bu, pek eski bahislerden biri olup, İslam Alimleri arasında tartışılmış ve tartışılmaktadır. İşte bunun için bu konuda fikri tartışmaya girecek kişiler, ihtiyatlı davransınlar ve insafı elden bırakmasınlar. Ayaklarının uçlarını, sahabelere değdirmesinler. Bunu yer bulmak zannedip artık kızmasınlar. Ve İlahi Rahmeti, medreselere konulmuş sadaka kutularıyla kıyaslayıp edepsizlik etmesinler. Tabii bu sözüm dinleyenleredir.

    Musa Efendi tarafından ortaya atılan meselenin yeni olmadığını ispat için büyük alimlerden ve İslam'ı en iyi bilenlerden biri olan İbn ül-Kayyim el-Cevziyye'nin "Had il-Ervah ila Bilad il-Efrah" isimli eserinden bir bölümü burada çevirdim. Bunu okuyan herkes bilir ki İlahi Rahmet meselesi, ta Ashab çağından miras kalmıştır. İbn ül-Kayyim Hazretleri bütün ömrünü Kur'an ve hadis ilimlerine adamış bir zat olup, Ahmed b. Hanbel mezhebindeydi. Çoğu kimse onun hakkında "mutlak müçtehid" diye tanıklık eder. Vefatı 751/1350 tarihinde Receb ayındadır. Kabri de "Dimeşk" şehrindedir.

    İbn ül-Kayyim, cehennemin ebediliği konusundaki görüşleri naklettikten sonra, ayrı bir bölüm açarak, cehennem ile cennet arasındaki farkı söyler. İşte burada -Musa Efendi'nin dediği gibi -İlahi Rahmet'in Kapsayıcılığına; gereken azabı çektikleri ve Kur'an'da haber verilen cezaları gördükten bir süre sonra insanların kurtulacağına ümit bağladığını açık şekilde anlatır. İşte İbn ül-Kayyim Hazretlerinin sözleri:

    I - Cehennem'in Ebediliği

    Cehennem ebedi mi değil mi? Bu konuda öncekiler(selef) ve sonrakiler(halef) arasındaki görüşler şunlardan ibarettir. (Bunlar arasındaki bir görüş, Yahudi'lere mensup olduğu için alınmadı):

    1-) Cehennem ebedidir. Ona giren kimseler (ister müslüman olsun isterse başkası olsun) sonsuza dek kalacaklardır. Buraya girdikten sonra çıkış ve kurtuluş yoktur. Bu görüş Hariciler ve Mutezile ekolünündür.
    2-) Cehenneme girenler bir süre azab çektikten sonra bu azab onlar için tabii bir hale gelir. İşte bu yüzden cehennemlikler azabtan lezzet alır. Bu sözü İbn Arabi söylemiştir.

    Bu birinci ve ikinci mezhebler birbirine uzak iki taraftadır. Birinci gurup cehennemlik olanların hiçbirini kurtaramadıkları halde sonuncusu (cehennem devam ettiği halde) ehlini tamamen kurtarmak taraftarıdır.
    3-) Cehennemden çıkacak olanlar bitince cehennem daimi olarak asıl halinde kalır.

    4-) Cehennem ile cennet sonradan olma şeyler olduğu ve yaratılan (hadis) her şeyin sürekliliği mümkün olmadığından dolayı hem cehennem hem de cennet geçici (yok) olacaktır. Bu görüş Cehm b. Safvan ve bağlılarınındır. Bunlar, cehennemle cenneti bir tutup, birini diğerinden ayırmazlar.

    5-) Cehennemliklerin hayatla ilişkisi kalmamış olup toplu halde hareketsiz olarak kalırlar. Elem verici azabı duymazlar. Bu söz, Mutezile'nin imamı olan Ebu Huzeyl Allaf'a atfedilmiştir. Allaf, cehennemlikler hakkında söylediği bu sözü cennetlikler için de söyler.

    İşte bu görüşlerin hiçbiri kabul edilebilir değildir.

    6-) Cehennem, Allah-u Teala'nın katında malum olan bir süre devam ettirildikten sonra, yok edilecektir. Bu söz (Ashab-ı Kiram'dan) İbn Mes'ud, Ebu Hüreyre, Ebu Said el-Hudri ve başkalarından menkuldür. Hadis imamlarının büyüklerinden olan Abd b. Humeyd bahsi geçen sözü Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet eder. Kur'an-ı Şerif'te olan

    " Hakikat, kitaplılardan olsun, müşriklerden olsun (bütün) o küfredenler cehennem ateşindedirler, onun içinde ebedi kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüsü de onların kendileridir." (98:6)

    "Ve tabi olanlar şöyle demiştir: "Bizim için bir dönüş olsaydı da (bugün) bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık."Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler halinde kendilerine gösterecektir. Ve onlar cehennemden çıkıcılar da değildirler." (2:167; 6:122) gibi ayetlerin, cehennem ateşinin devamı şartına bağlı olması ihtimali taşıdıklarından dolayı bu görüşe bir aykırılıkları yoktur.

    "... Buyuracak ki: "Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, içinde ebedi kalıcı olduğunuz ateş karargahınızdır sizin..." (6:128) ayet-i şerifesinde ki gelecekten haber, Kıble'ye has olmadığından, istisnası da onlara has değildir.

    7-) Cehennem ebedidir. Ve orada sonsuza dek kalacak zannedilen kimseler de sonsuza dek kalacaklardır. Kelamcılar ile başka birçokları bu görüştedir. Bunların delilleri gelecek başlık altında zikredilecektir.


    II - Cehennem ve Cehennemliklerin Ebediliği 

    Cehennem ve ona girecekler ebedi olup, ondan çıkmayacaktır ve azabları da kesilmeyecektir. İşte bunun delilleri:

    1-) Cehennemin ve ona gireceklerin ebediliği hakkında ashab ve izleyicileri ittifak etmiştir. Buna aykırı olan sözler, sonradan ortaya çıkmalarından dolayı bidat olup, kabul edilebilir değildir.

    2-) Kur'an-ı Şerif tarafından, cehennem ve ona girecekler hakkında verilen haberlerden kesin olarak anlaşılıyor ki bunlar har zaman duracak ve asla son bulmayacaktır. Ayetlerse şunlardır:

    "Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çıkıcılar değildir. Onlar için kendilerini tutup durduracak (salıvermeyecek) bir azab vardır." (5:37)

    "Şüphe yok ki mücrimler cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar. Onlardan (azab) hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz susacaklardır." (43:74-75)

    "İşte tadın (cezanızı)! Artık size azab(ınız)ı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız." (78:30)

    "Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedi kalıcı olarak. Onlar ne bir yar, ne de bir yardımcı bulmayacaktır." (33:64-65)

    "...Zira kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerden hiçbir yardımcıları da yoktur." (5:72)

    "Bizim ayetlerimizi yalan sayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler (yok mu?) Onlar için gök kapıları açılmayacak, onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete girmeyeceklerdir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız." (7:40)

    "O küfredenler(e gelince): Cehennem ateşi de onlarındır. Öldürülmezler ki ölsünler. (Cehennemin) azabından (velev) bir kısmı onlardan kaldırılıp hafifletilmez de. İşte biz küfürde ileri giden herkesi böyle cezalandırırız." (35:36)

    "Gerçek onun azabı daimi bir helaktır." (25:65)

    Ve diğer ayetler

    3-) Zerre kadar imanları olanların cehennem'den kurtulacaklarını, kafirlerin ise bu faziletten mahrum olacaklarını meşhur hadisler haber verir. Müminlerden başkası da azabtan kurtulacaksa o zaman müminlere has kılınmış olan şefaatin bir değeri kalmaz.

    4-) Keremli Resul tarafından cennet ve ona gireceklerin, cehennem ve ona gireceklerin yok olmayacakları hakkında verilmiş haberler bilinmektedir.

    5-) Selef ve Ehl-i Sünnet'in inanışına göre cennet ile cehennem bugün de var olan yaratıklar olup, daimidirler ve asla yok olmayacaklardır. Bunun dışındaki sözler, sonra ortaya çıkanlardan menkul olup reddedilmiştir.

    6-) İman etmeyen kişilerden azabın giderilmeyeceği, hatta belki sürekli olarak cezalandırılacaklarını akıl da gerekli görür.

    İşte bu "son" grup ve meşhur ekol sayılan görüşün en güçlü delilleri bunlardır. Fakat bu delillerle cehennemin yok olacağı görüşünde olanlar tatmin olmazlar. Belki, gelecek başlıkta konulacak maddeleriyle bunların delilleri birer birer çürütülmüştür.

    III- Savunmalar

    1-) Cehennemin ve ona gireceklerin ebediliği hakkında ashab onlara bağlı izleyicilerin (tenkitler) görüş birliği (icma) olduğunu iddia edenlerin, iddialarını ispat etmeleri gerekir. Çünkü delilsiz iddia dinlenilmez. Fakat biz bu kişilerden görüş birliğini ispat etmek için "cehennem ve ona girenler ebedidir." diyen bir tane sahabi göstermelerini istesek bunu gösterecek güçleri yoktur. Belki Ashab-ı Kiram arasında birçok kişi, cehennemin Allah-u Teala tarafından yok edileceğini söyler. Ve bağlılar (tabiler) da onlardan bu sözü rivayet eder. Cehennem'in sonsuzluğu hakkında ashab ve bağlananların (tabiun) görüş birliğini (icma) iddia etmeye yol vardır. Çünkü Ashab'ın bazısı bunu açıkça söylemişler ve başkaları da bunu inkar etmeksizin suskun kalmışlardır. Böyle bir halin bir çeşit görüş birliği (icma) olduğu herkesçe bilinmektedir.

    2-) Yukarıda anılan ayetlerden anlaşılan şey, cehennemliklerin de Cehennem'de sonsuza dek kalacakları ve ondan çıkarılmayacaklarıdır. Hem de azablarının sürekli ve kalıcı olacağıdır. Bunda ise İslam Dünyası'nın meşhur kişileri arasında ihtilaf yoktur. Cehennem sürekli olarak durduğu müddetçe bu böyle olacaktır. İhtilaf ikinci konudadır. Bu da cehennem'in kendisinin ebedi ve sürekli olup olmadığıdır. Bunların birincisi (cehennemliklerin ateşte ebedi oluşu) ikinci (cehennem'in de ebedi olduğu, sonucu) gerektirmez. Şayet hapishane olarak duran bir yerden bir kimse çıkarılırsa, "hapishaneden çıkarıldı" denilir. Ama hapishanenin harab olması veya hapishanelik sıfatının ortadan kalkması sebebiyle kurtulanlara, hapishaneden çıkarıldılar denilmez.

    3-) Gönüllerinde zerre kadar imanı olanların Cehennem'den çıkarılacağı, böyle olmayanların sonsuza dek kalacaklarını meşhur hadislerin izah ettiğinde ihtilaf yoktur. Cehennem sürekli olduğu müddetçe Allah'a ortak koşan (müşrikler) de orada sürekli olarak kalırlar. Fakat bu cehennem'in kendisinin devamı (sonucunu) gerektirmez. Azabtan, birgün ve bir saat önce kurtulmanın büyük faydası olsa, aracılığın (şefaatin) değeri pek yüce olur.

    4-) İslam Dini'nde bilinen cehennem'in son bulmadıkça azabının ve oradakilerin de baki olduğudur. Fakat bu, cehennem'in kendisinin de sonuçsuz ve ebedi olmasını gerektirmez. Cehennemin ebediliği hakkında bir tane olsun delil var mıdır? Varsa izah edilsin!

    5-) Cennet ile cehennemin (ikisini bir tutarak) yok olacaklarını söylemenin sonradan türedilerin sözlerinden olduğunda şüphe yoktur. Çünkü böyle sözler, ashab ve bağlılarından sadır olmamıştır. Anlaşılmazlık ise cennet ve cehennem'in yok olması konusundaki sözler, sonradan türedilerin sözleri değil, hatta sahabelerin sözleridir. Sonradan çıkmalar, kendi yanlarındaki deliller ortak olduğundan cennet ile cehennemi bir hükümde tuttukları halde, Ashab-ı Kiram bu ikisini ayırmıştır. Cehennem'in yok olması görüşünü sonradan çıkanlara nispet eden kimse, Ashabın Tabiunun ve öncülerin görüşlerinden bilgisiz ve habersiz kişidir. Türedi söz diye, Kur'an ve Sünnete, ashab ve bağlıların (tabiun) sözlerine aykırı olan sözlere denir. Böyle olmayan sözleri türedilere nispet etmek doğru değildir. Bununla beraber; hak söz, kim tarafından söylenirse kabul edilmelidir. Selefin şerefli Kur'an ve Sünnet'e uygun olan inanışları "Cennet ve cehennem iki mahluk, şüphesiz cehennem ehli oradan çıkmaz, azap onlardan hafifletilmez, ara verilmez ve onlar orada ebedidirler." kadar olup, cehennem'in yok olmayacağını bunun arasına sokuşturan, izleyenlerin (tabiun) rivayetlerinden habersiz kişidir.
    6-) Cehennemin ebedi olacağı konusunda aklın pek etkisi yoktur. Çünkü bu, aklı ilgilendiren şeylerden değil, belki nakle, (Allah ve Resulünden gelen bir haberle bilinebilecek) giren konulardandır. Öyleyse Cehennemin ebediliğine aklen hükmedilebilmesi de şüphelidir.

    IV- İbn ül-Kayyim Hazretlerinin Şahsi Fikirleri:

    1-) Sürekli ve ebedi olmak konusunda cennet ile cehennem arasında belirgin bir fark var. Allah Teala Kur'an-ı Şerif'te Cennet'in devam ve sonsuzluğunu haber vermiştir. Onun hiç yok olmayacağı ve bitmeyeceği;
    a- "la nefude leh" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

    "Adn cennetleri. Onlar için kapılar ardına dek açılmıştır." İçlerinde yaslanıp kurulacaklardır onlar. Orada birçok yemiş (ler), içecek(ler) isteyecekler. Yanlarında da gözlerini yalnız (eşlerine) dikmiş, yaşıtlar vardır. İşte hesab günü için size vadolunan gelen şey(ler) bunlardır. Şüphe yok ki bu, bizim bitip tükenmez rızkımızdır." (38:50-54)

    b- "la inkataa leh" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

    "Ashab-ı yemin: onlar ne mutlu ashab-ı yemindir. Dikensiz kiraz meyveleri tıklım tıklım muz ağaç(lar)ı. Yayılmış gölge(ler) daima akan su(lar), (hiçbir zaman) kesilmeyen, yasak da edilmeyen birçok meyve(ler) arasında" (56:27-33)

    c- "gayr-i meczuz" kelimesi: Bu kelime şu ayette geçmektedir:

    "Mes'ud olanlara gelince: Onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müstesna olmak üzere gökler ve yer durdukça onlar orada ebedi kalıcıdırlar. (Bu), bir lutf-u ihsandır ki (tükenip) kesilmesi yoktur." (11:108)
    gibi (kesintisizlik bildiren) sıfatlar ile kesin olarak anlatmıştır. Fakat cehennem hakkında verilen haberler, oradakilerin "hulud"u çıkışlarının olmaması, azablarının sürekliliği gibi şeylerden ibarettir. Bu iki çeşit haberin farkını çoğu kimse bilse gerek.

    2-) Cehennem'in sonu sonsuz ebedi olmadığına işte şu ayetler delil olur:

    a. "Allah buyurur ki: Allah'ın diledikleri müstesna, içinde ebedi kalacağınız ateş karargahınızdır." (6:128)
    Arab dili iktizasınca bu ayetin manası: Kafirler cehennemde ebedi kalacaklar, meğer ki Allah'ın meşiyyet ettiği (dilediği) zaman bundan müstesna, demektir.

    b- "Şaki olanlara gelince: Onlar ateştedirler ki orada bir nefes alıp vermeleri vardır onların." " Gökler ve yer durdukça orada ebedi kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği (müddet) başka. Çünki Rabbin ne dilerse hakkıyla onu yapandır." Mes'ud olanlara gelince: Onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği (müddet) müstesna olmak üzere gökler ve yer durdukça onlar orada ebedi kalıcıdırlar. (Bu), bir lutf-u ihsandır ki kesilmesi yoktur." (11/106-108)

    Bu ayetlerde cennet ve cehennem hakkında kalıcılık Allah'ın dileğine bağlı olarak istisna edilmişse de cennet hakkındaki irade şartının süreklilik ve sonsuzluktan ibaret olacağı "kesilmesi olmayan bir güzel lütuf" cümlesi ile kesinlikle açığa kavuşturulmuştur. Ama cehennem hakkındaki dilek-irade şartına bağlı oluşun süreklilik ve sonsuzluktan ibaret olduğunu bildiren bir şey olmadığı gibi, üstelik "ne dilese onu yapandır" diyerek, burada anılmayan şeylerin yapılacağına işaret edilmiştir. Her halde cehennem'in kalıcılığı ve sürekliliğini işaret etmekten uzak olan, Allah'ın iradesine bağlı oluşla istisna edilmiştir. Bunun sonsuzluğa ters olduğu bilinmektedir.

    "Şüphesiz ki cehennem bir pusudur. Azgınların dönüp dolaşıp girecekleri bir yerdir. Çok uzun devirler boyunca içinde kalacaklar." (78:21-23)
     
    Bu ayette, cehennemin yaşı; ahkab (nice devirler) ile takdir edilmiştir. Takdir edilen şey ebedi olmaz.
    c-) Cennet, Allah-u Teala'nın rahmet ve rızasının gereğidir. Cehennem ise gazab ve hoşnutsuzluğun gereğidir. Rahmetin gazaba baskın ve onu geçmiş olduğu biliniyor. Şayet bunların gereklerinin hükümleri denk olursa, rahmet gazabı geçmiş ve ona baskın değil, belki eşit olmaları gerekir.

    d-) Şayet yaratılmışlar cehennem'de hiç sonu olmayan ve sınırsız olarak azab edilip kalacak olsalar, hakimlerin hakimi olan Allah Teala Hazretleri'nin böylesine azab içinde kalacak kullarını yaratmaktaki hikmeti ne olabilir? (Cennette bulunan insanlar, sonsuza kadar cehennemde yanıp durmakta olan kardeşleri, baba ve anaları, çocuk ve yakınları için yazıklansalar, üzülmeyecekler midir?)

    e-) Buhari ve Müslim, Allah-u Teala'nın zerre kadar olsun hayırda bulunmamış kimseleri de bir zaman sonra cehennemden çıkaracağını, Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ederler. Hz. Enes de, hayatının bir devresinde bir defa olsun Allah Teala'yı anan kişilerin cehennemden kurtulacakları hakkında hadis-i şerif rivayet eder. Hayatının bir basamağında dahi olsun Allah Teala'yı anmamış bir insanın olabilmesine hiç ihtimal var mıdır?
    f-) "Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etmiştir, ona lanet etmiştir ve ona büyük azab hazırlamıştır." (4:93)

    gibi bir ayet bulunurken mümini öldüren kişi cehennem'de sonsuza dek kalmaz derler. Ve kalıcılık haberini bir zaman sonra kurtulmaya zıt görmedikleri halde, başkalarının kurtuluşlarına kalıcılık kelimesini zıt görürler?
    g-) "...Kim Allah'a ve resulüne isyan ederse şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır, kendileri orada ebedi, daim kalıcılar olmak üzere." (72:23)

    ayetinde bildirilen kalıcılık ve "Ebed"in, kullar tarafından olan tevbe ile son bulacağını caiz görürler. Öyleyse kalıcılık ve sonsuzluğun Allah Teala tarafından sebebin "af" nedeni ile son bulması niçin uygun olmasın? İmam Buhari: "Şayet kafirler Allah Teala'nın rahmetinden haberdar olsalardı, hiç de ümidi kesmezlerdi" manasındaki hadis-i şerif rivayet etmiştir.

    h-) Farz edelim Hakk Subhanehu ve Teala, Kur'an-ı Şerif'te "azab sonsuzdur, asla kesilmez, cehennemin yok olması ve son bulması gerçekleşmez" diye haber vermiş olsaydı, bu haber "vaid (tehdit)" cümlesinden olurdu. Halbuki "vaid"ten (tehdit) caymak lütuf sayılır. Tehditlerden vazgeçenler övülürler. Şimdi kullarda olgunluk olan bu hal lütuf sahiplerinin en lütufkarı ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah Teala hakkında da övülmüş bir sıfat olamaz mı? Ebu Ya'la el-Mavsili "Allah Teala va'dinde durup-durmamakta serbesttir." anlamında hadis nakleder. Va'd, Allah tarafından kullara verilmiş bir haktır. Vaid ise sadece Allah Teala'nın kendi hakkıdır.

    Allah'ın kulların hakkına vefasızlık göstermesi diye bir şey söz, konusu değildir. Ama kendi hakkından vazgeçse, buna ne engel olabilir? Halbuki Allah Teala'nın Kur'an'daki vaidlerinin bütününün (Muhakkak ki Rabbin ne dilerse onu yapandır) ile bağlandığı, ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir. Ali b. Ebu Talha tefsirinde, İbn Abbas Hazretleri'nden: "Allah Teala'nın kulları hakkında cennet ve cehennem ile hükm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur" diye nakleder. Hz. Ali (r.a.) cennet ile cehennemliklerin hallerini tarif ettikten sonra" (bundan sonra Allah dilediğini yapar)" demiştir. Şayet benden "bu mesele hakkında kendi fikrin nedir?" diye sorsalar, Hz. Ali'nin sözüne uyarak, "Muhakkak ki Rabbin dilediğini yapandır." diye cevap veririm.
    "Hadi'l-Ervah"dan alıntıladığımız şeyler burada tamam oldu. Arap dilini bilenler için kitabın, aslına müracaat etmek gerekir. İstifade edeceklerinden şüphem yoktur. Bizim burada naklettiğimiz cümleleri bazı Akaid kitapları da kısaltarak geçmişlerdir.

    Sonuç

    Burada İbn ül-Kayyim'den seçilmiş sözler, inkarı kabil olmayacak derecede bir hakikat midir? Bunlar hiç reddiye yazılmaksızın kalmış mıdır?

    Peygamberlerden başka insanların korunmuşluğuna (masumiyetle) inanmadığımız için bahsi geçen sorunun önceki şıkkına gerekli cevabı vermeye gücümüz yetmez. Her alimin yanlışı ve her müçtehidin hatası olması mümkündür. "Medreselerimizde itikad okutula gelmiş kitaplar hakikatin ta kendisidir" diye tanıklık etmek mümkün değilse, İbn ül-Kayyim'in kitabı hakkında da bu tür bir tanıklık mümkün olmaz.

    Reddiye konusuna gelince: Reddedilmemiş görüş ve kötülenmemiş alim, dünyada bulunmadığına göre, İbn ül-Kayyim'in sözlerine de reddiyelerin olması tabiidir. Ebu Hanife Hazretlerini kötüleyip mezhebini de reddederek yazılmış kitapların ciltleri yüzleri geçmiştir. İbn ül-Kayyim'e de reddiye yazılmış. Fakat çağdaşı ve ilim konusunda dengi olmayan, belki pek çok basamak aşağı mertebede olan İbn Hacer ul-Mekki tarafından yazılmıştır. İbn ül-Kayyim'in sözlerini burada yazmaktan maksadımız, muhalefet edilmesi mümkün olmayan bir hakikati ilan etmek değil, belki faziletli, saygıdeğer Musa Efendi tarafından söylenen fikrin sonradan ortaya çıkmış yeni bir şey olmadığını göstermektir. İşte bu meselenin nice yüzyıllardan beridir öğrencilere okutulmakta olan "Ef'al-i ibad ve sıfat" (kul davranışları ve statü), "teklif ma la yutak" (kula gücünün yetmeyeceğini teklif) meselelerinden farkı var mıdır? Varsa hangi noktadır? Bazı yazarlar, İmam Tahavi'den: "Cehennem hakkında müslümanlar arasında iki görüş vardır: Biri, "Allah, cehennemlikleri tamamen kurtarıp bitirdikten sonra cehennemi yok eder" der. İkincisi de, "hiç son bulmaksızın azab edilip dururlar" diye iddia eder. İşte bu iki görüşten farklı olan sözler makul değildir." diye nakleder.

    Musa Efendi'nin makalesi sırf dini ve inanışla ilgili olsaydı, biz buna kesinlikle "Şura" da yer vermezdik. Ve İslami eserler ile yakınlığı olmayan biçarelerin şaşırmalarına neden olmazdık. Fakat bugünkü gibi sadece inanışla ilgili kabul edilen meselenin bugün veya yarın toplumsal meseleler grubuna girmesi ve bütün İslam Dünyasını meşgul etmesi muhtemeldir. Bunu her toplumdan önce Rusya müslümanları bilir. Ve bataklığa girip batmadan yollarını hazırlamaları gereklidir. Bundan 15 yıl önce: "Rusça okumak şeriata aykırıdır" diye iddia edip de sonra kendi çocukları "Kolej" ve "Ortaokullar"a veren Hazretler kabilinden, bugün İlahi Rahmet hakkında konuşanların aleyhinde olanlar için 10-20 yıl sonra başa geçip bunun davasını gütmek gerekmesin! İşte bunun için, bunu ortaya atan kişi tarafından hata var mıdır, yok mudur? Bu ise henüz ortaya çıkmamıştır. Hatalı olduğunu gerekli derecede anlamadıkları halde hakk'ı ürkütmeye çalışanların kim olduğunu herkes anlasa gerek. Halkı korkutup sonra da onlara sığınmaktan dolayı hiçbir zaman hayırlı sonuç çıkmaz. Bu güne kadar gelip geçmiş alimlerin, halk tarafından gördükleri eziyetler yalnız bir tek noktada olup, bu da onların işitmedikleri sözleri söylemeleridir. Tarih kitaplarıyla yakınlığı olanlar, konuyu açık şekilde bilirler. Hatta onlar Peygamberlere de"..Biz bunu önceki atalarımızdan duymadık." (Mu'minun,24) diye karşı durmuşlardır. İşte, bugünlerde kendilerini "alim" diye hesap etmekte olanlara hitaben: "Ebu Hanife'nin yanlış sözleri varmış!" denilecek olsa, muhataplar da bir ağızdan "Haşa olamaz!" diye bağıracaklardır. Halbuki Ebu Hanife, kendi çağında halk arasında karışıklık çıkarmakla itham edilmiştir. Hatta en yakın dostu İmam Malik, halkın hücumundan korkarak olsa gerek, "Ebu Hanife, bu gibi sözleri söyledikçe müslümanlar üstüne kılıç çekip çıksa daha güzel olurdu." demiştir. Fakat Ademoğlu yüz canını feda eder, dünyanın bin türlü güçlüğüne tahammül eder, ama kendisinin bir fikrini olsun halkın hatırı için feda etmez. Peygamberler, alimler, sufi ve zahidlerin tutukları yol budur.

    "Hadi'l-Ervah"ın sözleri hakkında sorumluluğun İbn ül-Kayyim'in üzerine olduğunu söylemeye hacet yok.
    İşte söyleneceklere verilecek cevabım ve arz edilecek sözlerim şimdilik bu kadardır. Kabul edip etmemek de kendi tercihinizdir.

    "Size selam (olsun). Biz cahilleri aramayız." (28:55)
    Rızaeddin b. Fahreddin

    Notlar:
    1 İbn ül-Alusi: "Bu mezhebe yalnız İbn-i Arabi mensup değildir. Zahiriyye'den bir cemaat ta bu görüştedir."der.(Celal ul-Ayneyn, beyt, 265)
    2 Cehm b. Safvan Cebriyye'den bir kimse olup kendi mezhebini "Tirmiz"de yaydı. Emevilerin son zamanlarında Salim Ahvaz il-Marani tarafından "Merv" şehrinde katledildi. Bundan fazla tercemesini bilmiyoruz.
    3 İbn-i Kayyim'in ibaresinin zıddına olarak bu mezhebi İbn-i Hazm da nakleder. (el-Fasl,c.4., beyt, 83)
    4 Ebu'l-Huzeyl Muhammed b. Huzeyl el-Abdi, 226 tarihinde "Sermanray" şehrinde vefat etti. Münazarada kuvvetli olmakla meşhurdu.
    5 Müsned ve tefsir telif eden muhaddislerden olup 249 tarihinde vefat etti.
    6 Cennet hakkında böyle ayetler varsa da cehennem hakkında bu yollu ayete Kur'an-ı Şerif'te rastlayamadım.
    7 Bu ihtimale varmak birbirine muhalif olan delilleri bir araya toplamak içindir.
    8 Şöhretinden dolayı olsa gerek, İbn ül-Kayyim hazretleri bu mezhebi müstakil olarak zikretmemiştir.
    9 Bu delili kullananlardan biri İbn Hazm olsa gerek. Der ki: "Ümmetin bütün fırkaları-Cehm b. Safvan ve Ebu Huzeyl el-Allaf ve Rafızilerden bir topluluk müstesna-cennetin ve nimetlerinin; cehennemin ve azamının fena bulmayacağı üzerinde ittifak etti." (el-Fasl, c.4, beyt, 83)
    10 "Cennet ve nar iki mahluk olup, şüphesiz cehennem ehli oradan, azab olanlardan azaltılmaz, onlardan aralanmaz ve elbette onlar ebedidirler."
    11 Hulud kelimesi beka, sermedilik manalarına gelir (ebedi, nihayetsiz)
    12 "İbn Zeyd der ki Allah-u Teala, bize cennetlikler için dilediğini "Bitmez tükenmez bir bağış" diyerek haber verirken, ateştekiler için dilediğine dair asla bir haber vermedi."
    13 Ahmed b. Ali el-Müsenna Ebu Ya'la el-Mevsuli, el-Müsned ül-Kebir yazarı olup 307 tarihinde vefat etmiştir. Devvani'nin Akaid-i Adudiyye'ye yaptığı açıklamasının basılı nüshalarında bu kimse yanlışlıkla "Ebu Ali" şeklinde basılmıştır. "Allah'ın üzerine ibadet için ödül, günah için cezada bulunmak vacip değildir." açıklamasına müracaat edilebilir. Burada vaidden dönme meselesine de değinilmiştir.
    14 Bu kimse Ali b. Ebi Talha Salim ul-Haşimi isimli alim olsa gerek. 143'de vefat etmiştir.
    15 İbn-u Hacer ul-Mekki'nin reddiyeleri de reddedilmiştir.

    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder