Padişahım,bir
dirahta döndü kim güya vatan
Daima bir baltadan bir şahı hali kalmıyor
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi
Gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor!
Daima bir baltadan bir şahı hali kalmıyor
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi
Gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor!
Şair Eşref
Sağ siyasi düşüncede millet ve
devlet meselesi, sol siyasi yaklaşımlardaki gibi uzun yıllardır
düşünen zihinleri yoran bir arayışın konusudur. Sol siyasi
literatürde devleti, istisnai haller dışında, toplumu tahakkümü
altına alan bir azınlık zümrenin baskı mekanizması gibi görme,
ve dolayısıyla karşı çıkma eğilimlerine sağ siyasi
literatürde rastlanmaz. İkincinin bakış açısından devlet,
milletin organize hali olup, millet içinden ve millet adına
çıkmıştır. Bu görüş sahipleri bir devlet – millet
ayrılığına, (sol siyasi literatürdeki toplum – iktidar
çelişkisi gibi) inanmadıklarından, hatta bu ikisini birbirinden
ayrı varlıklar olarak görmediklerinden, hoşlanılmayan bir
iktidarın siyasetine dahi tepkiler çok daha yumuşak ve
itaatkardır. Bu tavrın toplumda dengeleri korumak, geleneği
gözetmek, çatışmaları yumuşatmak gibi faydaları olsa da,
yeteneksiz ya da kendi menfaatini gözeten bir zümreyi kayıran bir
iktidarın toplumda yolaçacağı kargaşayı engellemede yetersiz
kaldığı, bu nevi baskı ve zulme iyi- kötü, doğru- yanlış sol
siyasi kesimlerin tepki gösterdiği görülmektedir. Oysa toplumu
bozan ve menfaatini korumayan baskıcı bir yönetimi millet adına
uyarmak, gerekirse haddini bildirmek herkesin görevidir. Ünlü
tarihi vakıadır: “ey Müslümanlar ben haktan saparsam ne
yaparsınız?” Diye cuma hutbesinde soran halife Ömer'e ayağa
kalkan bir Müslüman kılıcını göstererek “seni bununla yola
getiririz” demiş, halife bundan çok memnun olarak Allah'a
şükretmiştir.
Sağ siyasi zihniyet içinde yaptığımız
yolculuk bizi kaçınılmaz olarak Türk milletinin siyasi tarihine
götürür: Türk milletinin yüzyıllardır süregelen varlığı ve
tarih içinde kurulmuş 16 Türk devleti bu düşünüş biçimi
açısından haklı bir iftihar kaynağıdır. Ancak belki burada
gözden kaçırılan nokta neyin kalıcı ve esas, neyin ise geçici
ve tali olduğudur. Türk milleti uzun tarihi boyunca birçok kez
vatanını ve devletini değiştirmiş, ama edindiği yeni toprakları
vatan kılmayı bildiği gibi, geçip giden devletlerin ardından bir
yenisini kurabilmiştir. Belki yeryüzünde bu açıdan istisnai bir
millete dahiliz. Tüm bunlardan kendimizce aşağıdaki sonuçları
çıkarıyoruz:
- Türk milletinin varlığı, başka birçok millette olduğu gibi sabit ve tarihin alacakaranlığından beri iskan edilen bir vatana bağlı değildir.
- Türk milletinin varlığı, bir devlete bağlı değildir; başka milletlerin tarihinde devletler uzun süreler sürmekte ve nadiren yenisi kurulmakta iken, Türk tarihi birçok devletlerin tarihidir. Peki böyle kolaylıkla devlet kurabilmek nereden geliyor?
Burada Hegelci düşünme biçimini
yardıma çağırıyoruz: devlet Türk milli düşünme biçiminde
fiziksel bir varlık olmaktan çok bir metafizik kategoridir.
“devlet” ya da ünlü tabiriyle
“devlet-i ebed müddet” deyince bundan kastedilen, bugünün ya
da geçmişlerin muvakkat fiziki siyasal organizasyon birimlerinden
daha çok, milletin ma'şeri vicdanında, kalbinde varolan ve
varlığını sürdüren o kadim düşünce ya da manevi yapıdır.
Bu “devlet” göze görünmez, elle tutulmaz, ama varlığı
hissedilir ; milletin toplu davranış biçimlerinde, özellikle
felaket ve sıkıntı zamanlarında ayan – beyan olur, görünüşte
bir fiziki otoriteye boyun eğmeyen kitlelerin bilinmeyen bir
organizasyona tabi olarak düzen içinde davrandığı görülür;
işte bu nedenledir ki fiziki devletin kaybı, millet varlığını
sürdürdükçe yıkıcı bir kayıp olmaz, millet derhal gidenin
yerine bir yenisini kurar ve toplum hayatı kaldığı yerden devam
eder.
Bu satırların yazarı 1999 büyük
Marmara depremini yaşamış ve yıkıntıların arasında
yakınlarının cenazesini aramış, bu vesileyle kimi şeyleri ilk
elden görmüş bir kişidir.
Gölcüğe akrabalarımızın
cenazesini aramaya geldiğimizde ortada düzeni sağlayan bir polis
ya da jandarma gücü kalmamıştı, fizik devlet felç halindeydi;
ancak şehrin gençleri derhal organize olmuşlardı, ellerinde
sopalarla geziyor ve gönüllü polislik ediyorlardı. Tıkalı bir
trafikte derhal geliş şeridini de kapatarak herkesten önce gittiği
yere varmayı alışkanlık edinmiş kimi “uyanıklar” önce
uyarıldılar, dinlemeyince araçlarının bütün camları kırılmak
şeklinde bir “trafik cezasına” çarptırıldılar, çünkü
yolların açık kalması ve trafiğin düzen içinde akışı yardım
konvoylarının şehre gelişi açısından çok önemliydi. (not: bu
“ceza” çok az sayıda, 2-3 kişiye verildi; kalan yüzlerce
şoför modern ve tüm kurumları çalışır bir kentte olduğu
kadar, belki daha da fazla trafik kurallarına uyarak deprem
bölgesindeki seyirlerine devam ettiler!).
Fizik devlet 15 gün deprem bölgesine
müdahale edemedi; bu süre sonunda geldiğinde ise tüm yardım
faaliyetini kendi eli altında toplamak için durdurmak ve engellemek
gibi anlaşılmaz bir yola saptı. Depremzedelere yardım gitmesi
anlaşılan ikinci derecede önemdeydi onun için, kendisine nedense
“rakip” gördüğü sivil yardım kuruluşlarını engellemeye
uğraşıyordu.. öte yandan depremin ilk gününden itibaren sivil
örgütler şehre yardım yağdırdılar; ben de gece açık havada
deprem yaralılarına ameliyat yapmak zorunda kalan bölge
hastanesinin cerrahlarına (hastane yıkılma tehlikesi altında ve
elektrikler kesik olduğundan içeride hizmet verilemiyordu) yanımda
getirdiğim flaşörümü bağışlayarak kendimce küçük bir
yardım yaptım.
Neticede hiçbir kimse “fizik
devletin” (yardımları afetzedelere vermeyin, devlet depolarına
getirin, biz dağıtacağız - şeklindeki) anlamsız emirlerini
ciddiye almayarak depremzedelere yardım getirmeye devam etti. Kimse
onlara böyle yapmalarını emretmedi görünürde; ama asıl
“devlet” heryerde hazır ve nazırdı; kurtarma ve yardım
çalışmalarını eksiksiz yürütüyordu! Bunu görüyor ve
hissediyordunuz.. bunlar aslında kelimelerle anlatılamaz, orada
olup o havayı solumak lazım..
O olaylardan sonra, başta hiç
kavrayamadığım, hatta (affınıza sığınarak) şizofren bir
zihnin ürünü saydığım, 12 eylül öncesi kimi sağ kesimlerde
çok revaçta olan şu sloganın ne manaya geldiğini kavradım:
“yıkılsın düzen, yaşasın devlet!”
Hasıl-ı kelam: sağ fikriyatta çok
işlenegelen devlete sadakat, aslında millete sadakat olmalıdır,
çünkü zaman gelir, fizik devletle milletin arası açılabilir.
Yukarıdaki böyle bir örnek idi.
Tüm bu yazılanlar sağ siyaset
düşüncesindeki, haksızlık yapsa da fizik devlete boyun eğme
refleksini eleştirmek için yazıldı. Yüzlerce yıllık bilgelik
şunu söyler: bir devlet ile haydut çetesini birbirinden ayıran
şey hükmettikleri alanın genişliği değildir; hukuka ve adalete
sadakat ve saygıdır. Hukukun ve adaletin gidip kaba kuvvetin kaldığı
biryerde eleştirmemek ya da karşı çıkmamak, rıza göstermek,
devlete sadakat olmaz, çünkü bu, milletin gönlünde yatan
metafizik “devlet-i ebed müddet”e sadakatsizliktir. Yeri gelir,
devlet de “devlet” hatırı için eleştirilir, itiraz edilir,
karşı çıkılır, çünkü aslolan metafizik devletin bu dünyadaki
fizik temeli olan milletin menfaatlerini korumaktır. Millet
menfaatini koruyalım derken anarşi ve teröre sapmak yanlış yol,
hukuk dairesinde kalmak ve kararlıkla karşı çıkmak doğru
yoldur.
Bu makale, aslında çok geniş bir
konu olan metafizik devlet ve onun yeryüzündeki yansıması olan
fizik devlet ilişkisine dikkat çekmek ve bu çok önemli
felsefi-siyasi konuyu tartışmaya açmak için yazıldı; umarız
devamı gelir. Rabbim bizi milletine faydalı kişiler eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder