Kalkınmak isteyen bir toplumun, Batı uygarlığını ve Batı uygarlığının ruhunu anlamadan bunu başaramayacağını güvenle söyleyebiliriz. Bu ruhtan habersiz toplumlar, hayatlarında pozitif bir değişikliği asla sağlayamayacaklardır. Bizimki gibi, birçok İslami toplum maalesef bu bilgiden hâlâ mahrumdurlar. Hâlâ Batı uygarlığının çeşitli veçhelerinin farkında değiliz ve Batı'yla karşılaşmamız daha ziyade yüzeysel cereyan ediyor; şöyle ki, Batı'ya ya hayranlıkla ya da nefretle yaklaştık.
- Batı’nın Erdemleri
- Muhammed Hatemi, İran Cumhurbaşkanı
GİRİŞ
Müslümanlar olarak, 20.y.y.da dini geleneğimiz ve kültürümüzü oluşturan birçok ögenin Peygamber döneminden kalma olduğunu gururla düşünür ve 1400 yıldır değişmemiş doğrulara inandığımızı kabul ederiz. Bu sadece İslam’ın mensuplarının değil, bütün diğer dinlerin mensuplarının da ortak iddiasıdır; çünkü inanç ancak değişmez, evrensel ve kalıcı doğrulara olur. Ancak yine bütün dinler için ortak olan bir başka nokta, değişimin onlar için kaçınılmaz olduğu ve aksi takdirde ayakta kalamayacakları genel tesbitidir.
Değişim, gelişmek ve değişen şartlara ayak uydurabilmek için bu alemde her varlığın uyması gereken genel kuraldır. Dinler de yaşayan sosyal organizmalardır ve aynı kuraldan nasiplerini alırlar.
Derhal yapılması gereken bir hatırlatma, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinlerle karşılaştırıldığında oluşan değişimin temel kaynakların tahrifi şüphesini içermemesidir. Bu anlamda değişim, gelişme sağladığından olumlu olmuş; İslam uygarlığının uzun yüzyıllar boyunca insanlık olaylarının akışı ve insanlığın ortak tarihi ilerleyişi üzerinde gurur verici bir etki yapmasını sağlamıştır.
Ortak kültürümüzün önemli bir bölümünü oluşturan siyaset de aynı temeller ışığında ele alınarak bakıldığında görülen odur ki, 13 asır önce geliştirilen hilafet ve onunla bağlantılı siyasal kurumlar uzun yüzyıllar önemli roller oynamışlar, ancak yeni değişimlerin ihtiyacının kendini dayattığı 20.y.y.da yerlerini yeni anlayış biçimlerine terketmişlerdir.
BÜYÜK DEĞİŞİM
İslam dünyasında hicri 1.y.y.da başlayan hızlı yükselişle birlikte gelen bir seri değişim medeniyetimizin tarihi içinde kalıcı etkiler bıraktı. Kısaca sözetmek gerekirse birkaç on yıl içinde “Medine Site Devleti” olarak kurulan bir toplum devasa bir “tarım imparatorluğuna” dönüştü.
İslam Peygamberi’nin Medine’de kurduğu örnek topluma “devlet” denip denemeyeceği bugün hala tartışmalı bir konudur. İnsanların arasındaki anlaşmazlıklarda hükmetmesi, şer’i cezalar vermesi ve ordular kurarak savaşması bir devlet nizamının varlığı yönünde delilse de bu devletin gelenekleri, en azından o zamanki halleriyle, uzun süre yaşayamamıştır. Aksine son 1300 yıldır medeniyetimizi siyaset açısından etkileyen kalıcı gelenekleri ondan sonra gelenler oluşturdu.
Medine toplumu ekonomisi daha çok ticaret ve biraz da tarıma dayalı bir site toplumu idi. Ticaretin ilk müslümanların iktisadi hayatında baskın rol oynadığını gerek tarihlerden gerekse de Kur’an’ın ilk müslümanlarca kolayca anlaşılan dilinden tesbit ediyoruz. Bu konuyu açarsak, Kitap insanların kolaylıkla anlayabileceği bir dilde olmalı idi çünkü o “herşeyi açıklayan” (tibyan li külli şey’in) idi. Dolayısıyla Medine toplumunun kültür ve gündelik hayatında çok önemli rol oynayan ticaretin o kültüre kazandırdığı kavram ve terimlerle misallerini vermek ve mesajını anlatmak durumundaydı. Bu nedenle, Kitabullah’ın anlatımına ticari bir dil hakimdir. İnsanlara “ecr” (ücret, karşılık) vermekten, Allah’ın müminlerin canları ve mallarını “Cennet karşılığında satın aldığından” sözedilmektedir. Bu misaller kolaylıkla çoğaltılabilir.
Beğenelim veya beğenmeyelim bu geniş çapta reformları başlatan yönetici Hz. Ömer, hemen hemen son şeklini veren de ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Peygamberimizin vefatından sonra birkaç onyıl içinde İslam uzak diyarlara yayılmış büyük bir imparatorluğa dönüştüğünde bu ilk dönemin siyasi-idari geleneklerinin tek başına ihtiyaçları karşılayamayacağı açıktı. Bu nedenle bu gelenekler köklü tadilatlara uğratıldı. Beğenelim veya beğenmeyelim bu geniş çapta reformları başlatan yönetici Hz. Ömer, hemen hemen son şeklini veren de ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da “halife” kelimesi birkaç ayette tüm insanların Allah’ın halifesi kılınması olarak geçer: “Hani rabbin, meleklere ‘muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. onlar da ‘biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah:) şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim dedi.” 2/30. Dileyen 6/165, 7/69, 7/74, 7/129, 10/14, 10/73, 27/62, 35/39, 38/26 ve 57/7 numaralı ayetlere bakabilir.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur.
Bunun dışında insanlardan “Ulu’l-Emr”e itaat istenmiştir: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan Ulu’l-Emr’e de. eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. şayet Allah’a ve ahıret gününe iman ediyorsanız. bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4/59) Birçok tefsirde ve mealde Ulu’l-Emr kelimesi “emir sahipleri” olarak çevrilmiş ve bundan devlet görevlilerinin anlaşıldığı söylenmişse de yine burada anladığımız anlamda hilafet ile ilgili reddedilemez bir delalet (yol gösterme) yoktur. Kaldı ki, Ulu’l-Emr birçok alim tarafından “Emrin dostları” olarak da çevrilmektedir. Belki bu anlam ayette ifade edilen gerçeği bildirmeye daha yakın olur. Çünkü Emr’in sahibi Allah’tır. Onun dostları da ancak alim kişiler olur. Onlar Allah’ın emirlerini halka açıklar ve bu anlamda Emr’in koruyucusu ve dostları olurlar. Bu ise siyaset ve devletin tamamen dışında bir toplumu aydınlatma faaliyetidir. Ancak biz “tarihteki hilafete” geri dönelim.
Geleneği bir tarım imparatorluğunun gereklerine göre yorumlayan Hz. Ömer yeri geldiğinde görünüşte açık nassa da aykırı hükümler koyabilmiş; örneğin müellefe-i kulübe Beyt ül-Mal’dan yapılan yardımları durdurmuş, ya da konumuz açısından daha önemli olan bir örnek olarak, Irak arazisinin beşte birinin Beyt ül-Mal’a bırakılarak, kalanının fatihlerince mülk edinilmesini engellemiş; bütün Irak’ı devlet mülkü yapmıştır. Bu uygulamaları müslümanların hatırı sayılır kişileri arasında şiddetli tartışmalara neden olmuştur. Ancak sonuçta gerek şahsi itibarı gerekse de pratik dehasını kullanarak tartışmalardan haklı çıkmayı başarmış ve daha sonra gelenler kendisine hak vermişlerdir.
Hz. Ömer’le başlayan büyük çapta değişim Muaviye’nin saltanat düzenini standart uygulama haline getirmesi ile hemen hemen son şeklini almıştır. Bu reformlar öylesine başarılı ve kalıcı oldular ki, Endüstri Devrimi’nin başladığı 19.y.y.a kadar geçen 1200 yıla damgalarını vurdular. Yine aynı dönemde bu reformlara karşı eski dönemin sadeliğini savunan Şia ve diğer akımların ortaya çıkışı ve bütün müslümanlarca muteber görülen büyük mezhep imamlarının da bu dönemde yetişmeleri tesadüf değildir; çünkü bu dönem büyük çapta bir yeniden yapılanma dönemi idi.
HİLAFET
Hz. Ebubekir zamanından başlayarak müslümanların başına geçen reisin “Halife-ti Resulullah” ya da kısaca “Halife” olarak adlandırılması İslam medeniyetinde gelenek olmuştur. Hulefa-i Raşidun devrinde yeni halife tayininin değişik yöntemlerle yapılabilmekle birlikte adına “Ehl ül-Hal v’el-Akd” denen müslümanların önde gelenlerinden bir kurulun rızasını almak kaide haline getirilmeye çalışılmıştır.
Ancak Hulefa-i Raşidun devrinden sonra bu kurallar değiştirilmiş ve hilafet babadan oğula geçen bir saltanat makamı haline dönüşmüştür. Öte yandan saltanat kurallarına da herzaman riayet edilmemiş ve tahta çıkış kimi zaman kılıç zoruyla da olmuş; taht kavgaları geçmişimizi karartan vakalar olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Artık realizm idealizme galip gelmiştir ve “olması gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır.
Hilafet makamı Abbasiler döneminde parçalandı ve müslümanların tek yüksek makamı olma iddiası zaafa uğradı. Kurtuba ve Kahire’de rakip hilafetlerin ortaya çıkışı ve bağımsız İranlı ve Türk hanedanların gelişi ile Bağdat’taki hilafet iktidardan mahrum kaldı. Artık Bağdat hilafeti, kendinden daha az payeye sahip şahsiyetler arasındaki iktidar değişim törenlerini icra eden kof bir manevi onurla sınırlı idi. Hilafet teorisinin “İkinci Formülasyonu” bu döneme tesadüf eder. Artık realizm idealizme galip gelmiştir ve “olması gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır. Bu realizm döneminde üç isim dikkati çeker: Ebu Hasan el-Maverdi, (ö. h. 450/m. 1058), Ebu Hamid Muhammed Gazali (ö. h. 505/m. 1111) ve Bedrettin İbn Cema’ (ö. h. 732/m. 1332). (). Bu dönemde hilafetin bir kişinin uhdesinde olmasından teorik olarak vazgeçildi. Hilafet için aranan şartlar bir kişide yoksa bu şartları toplayan bir heyet de halife kabul edilebilirdi (Maverdi). Ancak bu heyetin seçim ve devletin başına geçişi mekanizması yeterince tarif edilemedi. Nihayet herhangi bir kılıç sahibinin “temel devlet işlevlerini” yerine getirmek şartı ile hilafet makamına el koymasında bir sakınca görülmedi (İbn Cema’). İşte bütün bu ictihadların tecviz ettiği gelenek bugünlere de ulaşmış ve toplumsal-siyasi kültürümüzün beğenilen ve beğenilmeyen bütün vechelerini oluşturmuştur. Belki bu ictihadların beklenenin ötesinde bir rağbet gördüğünden bahsedilebilir.
İslam Ortaçağındaki siyasal kargaşaya Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in Mısır Memluk Devletini yıkarak hilafeti İstanbul’a getirmesi ile son verdiği genel bir kanıdır. Bu kısmen doğrudur. Ancak unutulmamalı ki, Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul’un fethi ile bir dünya devleti olarak yükseldikten sonra, kendilerine Yavuz Selim’den önce de halife denmesinde bir sakınca görmediler. Yine Yavuz Selim’in hilafeti İstanbul’a getirmesinden sonra Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife” denmeye devam edildi.
Yine Yavuz Selim’in hilafeti İstanbul’a getirmesinden sonra Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife” denmeye devam edildi
Hicri 5. ya da miladi 11.y.y.dan itibaren İslam Dünyası’nda hakim olan genel siyasi anlayışa göre büyük bir devlet kurarak müslümanların üzerinde hakim olan ve fetihler yaparak ülkesinin sınırlarını genişletebilen başarılı bir müslüman hükümdar, kendisine itaate layık olması nedeniyle “Halife” olarak adlandırılıyor ve bu ünvanın verilişinde bir silsile aranması ya da başka bir hükümdarın “Halife” sıfatını taşıyıp taşımaması artık önemli görülmüyordu.
Doğu’da Babür Devleti’nin çöküşü, Batı’da Osmanlı Devleti’nin üstün bir konuma yükselişi ve Orta’da Safevi Devleti’nin Sünni İslam siyaseti dışında bir yol tutması ile İslam Dünyası’nda tekrar makamı başında bir halife kaldı. Ancak Osmanlı sultanları “Halife” sıfatını uzun müddet ön plana çıkarmadılar. Osmanlı’nın hakimiyet dönemlerinde Osmanlı hükümdarları Farsça’dan gelen bir terim olan “Padişah”, üstün güç sahibi anlamında “Sultan” ve Türkçe hükümdar anlamında olan “Han” ünvanlarını kullandılar. “Halife” ünvanının tekrar ön plana çıkışı ancak 18.y.y.da olmuştur.
1774’te Osmanlı-Rus Harbi’nin bitişiyle imzalanan Küçük Kaynarca anlaşmasında Sultan, o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasını oluşturan Kırım ve Kuçhan Tatarlarının tam bağımsızlığını taahhüd ediyordu. Rus imparatoriçesinin Osmanlı mülkündeki Ortodoks kilisesine mensup Hıristiyanların hamiliğini üstlenmesi nedeniyle, Osmanlı yetkilileri de Sultan’ı Müslümanlar üzerinde mukabil bir manevi otoriteyle teçhiz etmek için (diğer ünvanlar yanında) “Halife-yi Ru-yi Zemin” (Farsça: Yeryüzünün Halifesi) olarak adlandırdılar. (). Zamanla Osmanlı uleması bu doktrini Batı yayılmacılığı karşısında İslam’ın birliğini koruyacak şekilde geliştirdiler.
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid Han’dır
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid Han’dır. Zamanında Mağrip’ten Çin’e dek birçok yerde adına hutbe okunmuş ve özellikle Hint müslümanları coşkulu bir biçimde onun üstün makamını onaylamışlardır. Şüphesiz bunda İngiliz egemenliği altında olmaları ve bir zamanların “Büyük Moğolları”nı (Babür Devleti) unutmamış olmaları da rol oynamış; Osmanlı’yı birgün elbet kendilerine yardıma gelecek büyük ve bağımsız bir İslam devleti olarak selamlamışlardır.
Büyük umutlar doğuran Hilafet siyaseti 1. Dünya Savaşı öncesinde Batı’ya karşı İslam birliğini sağlayarak direniş ve ihya hareketi için bir zemin oluşturmuş görünüyordu; ancak bu umutlar Büyük Harb ile birlikte hayal kırıklığına dönüştü. Sultan 2. Abdülhamid’den sonra Osmanlı siyasetine egemen olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikalarının bu hayal kırıklığına az ya da çok bir rolü olduğu bir gerçektir.
Hilafet Müslümanlar üzerinde manevi bir otorite olduğu sürece herhangi bir itiraz görmemiş; ancak birçok Müslüman millet Hilafet’e bağlılığı Osmanlı Devleti’ne bağlılıktan dikkatle ayırmıştır. Belki onların Sultan 2. Abdülhamid ile tek uzlaştıkları nokta bu ayrım olmuştur. İlk büyük örnek, Osmanlı Devleti’nden kopan Arnavut müslümanların 1. Dünya Savaşı öncesinde devlete isyan ile Hilafet’e bağlılık arasında uzlaşmaz bir çelişki görmemeleridir. 1. Dünya Savaşı sırasında Halife-yi Ru-yi Zemin’in bütün dünya müslümanları için İtilaf devletlerine karşı ilan ettiği “Cihad-ı Ekber” fetvasına, Mısır’ın gösterdiği ilgisizlik ikinci büyük darbe olmuş; Mısırlılar “üzerlerindeki İngiliz egemenliğine karşı ayaklanamayacak kadar zayıf olduklarını, ama Halife’nin orduları gelip bu esir kardeşlerini kurtarırlarsa bundan mutluluk duyacaklarını” bildirmişlerdir; ancak en büyük darbe Devlet-i Aliye’nin kendi sınırları içinden geldi.
Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla “El-Aurans”ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler.
Dünyanın büyük devletlerinin ordularına karşı birçok cephenin yanısıra Ortadoğu’da da dev bir boğazlaşmaya girmiş Osmanlı orduları bir anda öz vatanını savunan bir yerli güçten işgalci güç konumuna indirildiler. Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla “El-Aurans”ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler. Osmanlı milleti, hem de birlik ve bütünlüğün en gerekli olduğu Büyük Harb günlerinde ikiye ayrılmış, neredeyse yarısı Arap bayrağı altında ayrı bir yol tutmuştu. Osmanlı ordusunun komuta kademelerini oluşturan genç subaylar Arap direnişçilerin verdiği bu acı dersi hiç unutmadı; çünkü bunun sonuçlarını ilk elden yaşayarak gördüler. Bu acı hatıra ordu içinde Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da yaşayacaktı.
Hilafet siyasetinin uğradığı başarısızlıkla ilgili çeşitli nedenler öne sürülmüştür. Bugün kamuoyunda en çok huzursuzluk uyandıran tartışma Osmanlı içinde Türkçü milliyetçilik akımını başlatan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sonuçta bölünmeye yol açtığı iddiası üzerinedir. Taraflar bu tartışmayı kolay bitireceğe benzemiyorlar, ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sultan 2. Abdülhamid’e karşı muhalefette iken onun Hilafet siyasetine karşı milliyetçi bir politikayı savunsa bile; iktidara geldiğinde bunu devam ettirmekte zorlandığını söyleyebiliriz. Çünkü iktidar mantığı başkadır; bunu muhalefetten iktidara gelen herkes iyi bilir. İttihat ve Terakki de bir kez Osmanlı Devleti’nin Pay-i Taht’ında iktidar olduktan sonra devletin gerçekleriyle yüzleşmek ve belki istemeyerek de olsa milliyetçi planlarını ertelemek durumunda idi. Bu gerçekler Hilafet sancağı altında bir Osmanlı birliğini gerektiriyordu. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri de bu siyasi gerekleri kavrayacak kadar zeki kişiler idiler. Nitekim bu gerçekleri kavradıkları ve devletin gereklerine uygun davrandıklarına dair tarihi bilgilerimiz vardır.
Dikkat edilirse hilafet ve devletle ilgili temel tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak ondan beslenen kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır
Belki de asıl tartışılması gereken başarısızlık nedeni çok daha derinlerdedir. Araştırmamızın başında İslam uygarlığının hicri 1.y.y.da büyük bir reformdan geçtiğini, tacirlerden oluşan bir site devletinden büyük bir tarım imparatorluğuna dönüştüğünü ve hilafetin bu dönemde kalıcı olarak formüle edildiğini söylemiş idik. Dikkat edilirse hilafet ve devletle ilgili temel tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak ondan beslenen kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır. İnsanlığın binyıllar sürmüş bir dönemi artık kapanıyordu. İslam alemi h. 1.y.y.da olduğu gibi enerjik bir dönüşüm yapamadı; bunun yerine varolan statüyü koruyucu ve muhafazakar eğilimler hakim oldu. Dünyanın kabaran deniz misali gerçekleri muhafazakarlığın bu zayıf duvarını ödüllendiremezlerdi; onu aştılar ve geçtiler. İşte bugün halen bu uyumsuzluk ve geçkalmışlık-gerikalmışlık sorunlarını yaşıyoruz.
İSLAM DEVLETİ
1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti kaldırışı ile bu konudaki tartışmalar bir dönüm noktasına ulaştı. Yeri gelmişken not etmek gerekir ki, gerek Büyük Harp’te Osmanlıya yardıma gelmeyen ve gerekse de Osmanlıya karşı silahla direnen müslüman milletler hilafet kaldırılıncaya dek yeni bir halife seçimi ya da İstanbul’daki halifenin tanınmaması yönünde bir harekette bulunmadılar; kimse böyle bir teklif de ortaya atmadı. Hilafetin manevi otoritesi ilk amaçlanandan bambaşka bir şekliyle de olsa benimsenmişti. Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı: “Maddi ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni anlaşılan şekli ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi ayrılığı” idi; gerekirse boğaz boğaza gelebilinen bir ayrılık.
Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı: “Maddi ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni anlaşılan şekli ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi ayrılığı” idi
Gerek 1924’te gerek daha sonra hilafetin bu biçimi ile dahi olsa korunması gerektiğini savunanlar çıkmıştır. Onlara göre hilafet Vatikan gibi bir kuruma dönüşse, yani inananlar ayrı devletlere parçalansalar, hatta bu devletler birbiriyle savaşsalar dahi bizzat varlığı bir manevi birlik sağlamaktadır; tek tek müslüman fertler ona itibar etmekte ve bu kurumun başlarında kalmasını çok önemli görmektedirler. Ama bu iddialar da 1924’ten sonra ciddi bir yara aldı; Türkiye son halifeyi azletti ve İslam dünyası yerine yenisinin seçilmesi için pek dikkate değer bir faaliyet göstermedi. Hilafet meselesine dünyada en çok ilgiyi Hintli müslümanlar göstermişlerdi. Bu ilgi o derecede idi ki, 1923 Kasımı’nda iki Hintli müslüman, Şii Emir Ali ve İsmaili lider Ağa Han bile tartışmaya katıldılar ve Sünni bir kurum olan hilafetin korunması yönündeki dileklerini İstanbul’da duyurdular.
Ancak hilafetin son bulmasından sonra bu ilgi kısa sürede söndü. Başlangıçta yeni bir halife seçimi için İslam Dünyası’nın bir hilafet kongresi toplaması düşünüldü ise de adayların hiçbiri bu işe yeterli bulunmadı; bitmez tükenmez tartışmalara katılmaya devam edenlerin sayısı giderek azaldı ve Hintli müslümanların coşkulu Hilafet Hareketi bile “dikkatini Hindistan müslümanlarının sosyal refahına çevirdiğini” ilan ederek 1926’da Kahire’de yapılacak Dünya Hilafet konferansı için yapılan daveti geri çevirdi. ().
Hilafetin hala ölüm-kalım mücadelesi verdiği birkaç yıl öncesinde Arap milliyetçileri bir yandan hilafetin zayıflamasından dolayı memnunluk duyuyor; öte yandan hilafetin Araplara iadesini sağlamaya çalışıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tek Arap halife adayı Mekke şerifi Emir Hüseyin’di. Ama onun İngilizlerle olan yakınlığı itibarını düşürmekteydi. Mart 1924’te Türkiye’de hilafetin ilgasından sonra kendini müslümanların halifesi ilan ettiyse de ona sadece Irak, Hicaz ve Doğu Ürdün’den temsilciler bağlılık sözü verdiler. Hintli ve Mısırlı müslümanlar İngiliz ajanı olduğu gerekçesiyle onu reddettiler. Bundan sonra İslam Dünyası’nın geri kalanının üzerinde uzlaşabileceği bir halife adayı çıkmadı. ().
Artık hilafet meselesi İslam dünyasının dikkat alanından çıkmıştı. Başta Ezher’in ulemasından saygın kişiler gelmek üzere Arap ve İslam aleminin birçok değerli alimi artık hilafet fikrinin diriltilemez olduğunu söylemeye başladılar. Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa sürede başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa sürede başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
İslam devleti fikri 1920’lerin ortalarından başlayarak dini düşüncenin siyasi tezahürü haline geldi. Başlangıçta Suudi Vahhabilerinin, ilhamını Muhammed Abduh’tan alan İslami hümanizmin ve, modern insanın akılcılığıyla tam bir uyum içinde bir din olarak algılanan, ilk ve temiz İslam’a dönme gayreti içindeki Selefiye’nin ortak fikri buluşma zeminiydi. Daha sonra bu iki kanat Selefiye’nin giderek devrimci akımlara meyletmesi ve Vahhabiye’nin koyu bir muhafazakarlık içine kapanmasıyla birbirinden uzaklaştı. 1935’te Muhammed Reşid Rıza modern anlamda İslam devleti fikrinin temellerini attı. Bu görüş, tekrar tekrar işlenerek çeşitli varyantlarıyla bütün 20. y.y. boyunca çok etkili olmuştur. ().
Reşid Rıza’nın hilafet konusundaki eseri “El-Hilafe ev el-İmame-t’il-Uzma” (Hilafet ya da Büyük İmamet) hilafetin ilgasının hemen öncesinde 1922-23 yılında basılmıştı. Rıza hilafetin sorunlarına değindikten sonra İslami devlet konusunu gündeme getirmektedir. Bunu üç aşamada gerçekleştirir:
1) Önce hilafetin İslam siyaset teorisindeki temellerini ortaya koyar.
2) Sonra bu teoriyle müslümanların siyasi uygulamaları arasındaki ayrımlığı gösterir.
3) Sonunda da İslam devleti konusunda kendi fikirlerini açıklar.
1) İlk aşamada hilafetin vücubunu ispat için yoğun olarak hadisleri ve icmaı kullanır. Kuran’dan delil getirmez. Maverdi, Gazali, el-İci, ve Saadettin Taftazani’den alıntılar yaparak hilafeti destekler. Ancak okumaya devam edildiğinde ortaya çıkmaktadır ki, asıl amacı klasik teorinin Hilafet’in icraı konusunda çok yüksek standartlar getirdiğini göstermektir; müslümanların tarihte bu isimle tanıdıkları kurumlar asıldan aşırı derecede sapmış örneklerdir ve tereddütsüz reddedilmelidirler. Dolayısıyla bu durumda geçmişin kabul görmüş kaynaklarından yaptığı yoğun aktarımlar, muhtemel gelenekçi saldırılara karşı ihtiyati savunma hatları oluşturmaktan öte bir maksat için değillerdir.
Çoğu müslümanların üzerinde ittifak ettikleri, Raşid Halifeler ve Emevilerden Ömer b. Abdülaziz’in uyguladığı ideal hilafet ile müslümanların tarihlerinin büyük kısmında idaresi altında yaşadığı hilafeti birbirinden ayırır. Yürürlükteki hilafeti İmamet üz-Zaruret (Zaruri yönetim) ve Tegallüb b’il-Kuvve (kuvvetle üstün gelme) diye ikiye ayırır. Sonra eski fakihlerden örnekler vererek hilafetin bu şekillerine ancak geçici çareler olarak izin verilebileceğini ispatlamaya çalışır. Zaruret imamlığına hilafetin bütün şartlarının (adalet, ehliyet ve Kureyş’ten olma) bir kişide bulunmayıp, seçme mevkiinde bulunanların bu vasıfların çoğunu taşıyan bir adayda karar kılmaları halinde cevaz verilebilir. Kuvvetle üstün gelme ise despotizmdir; varlığını sürdürmesi kurucularının kabile ve aile içi dayanışması ile mümkündür. Seçicilerin iktidarı onaylamasına mahal bırakılmaz.
Rıza’nın yaklaşımına göre fukahanın bu rejimlere müslümanların rıza göstermesini istemeleri ruhsattan öte bir şey değildir. Zaruret imametinde itaat gereklidir; çünkü bunun alternatifi kargaşadır. Despotizme müsamaha ise bir zaruri hal gereğidir; hükmü açlık halinde domuz eti yemeye izin verilmesi gibidir.
Rıza kitabında adaletsiz bir hilafette ne yapılacağı üzerinde de durur. Bu konuda klasik yazarlar sükut etmişlerdir; Rıza da pek başarılı olamaz. Karşı koymanın “yararların zararlardan ağır basması” gibi şartlara bağlanmasının pratikte ne anlama geldiği çok açık değildir. İsyan isteği ile isyanın anarşi ile sonuçlanacağı korkusu hep birbirini dengelemiş; bu da tarih içinde statükonun “ehven-i şer” görülmesine yol açmıştır. Öte yandan klasik teoride halifenin aynı zamanda müçtehid sayıldığı ve eylemlerinin içtihat hükmü taşıdığı unutulmamalıdır.
Hayli ilginçtir; sıra, tarihte müslümanların adaletsiz yöneticilere karşı isyan etme haklarını nasıl kullandıklarına dair örnekler vermeye geldiğinde Rıza sadece Osmanlı saltanatını yıkan Türkleri örnek verir. İşte bu örneğin Rıza’nın niyetlerini ele vermekte klasik fakihlerden yaptığı alıntılardan daha anlamlı olduğu muhafazakar çevrelerce çok öne sürülmüş ve Reşid Rıza bir “hilafet ve din düşmanı” ilan edilmişti. Bu tartışmalar bitmemiştir; ancak konumuz dışındadır. Şu kadarı söylenebilir ki, insanların beğenmedikleri ya da çok değişik buldukları fikirlerin sahiplerine ilk elden “dinden çıkmış” ya da “din düşmanı” demek gibi kötü bir adete saplanmaları fikri tartışmaları ve dolayısıyla uygarlığımızın ilerleyişini durdurmuş ve zararlı olmuştur. ().
2) İkinci aşamada Rıza Hilafet fikrinin eski parlaklığına kavuşmasının önündeki bir dizi pratik zorluğu vurgular. Rıza o dönemde Hilafete adaylık konusunda en istekli bulunan Mekke şerifi Hüseyin’i despot oluşu, şer’i bilgi eksikliği, İngiliz sempatizanlığı ve reform karşıtlığı gibi nedenlerle uygun aday görmez. Türkler de doğal olarak devre dışıdır. Mısırlı adaylar konusunda Rıza sessizdir; sadece Yemen İmamı Yahya, dini hukuktaki yetkinliği, ahlakı, ehliyeti, nisbi bağımsızlığı ve Kureyşiliği nedeniyle uygun bir aday görülürse de, İmam Zeydidir. Zeydi bir imama Sünni müslümanların biyatı hem teorik hem de pratik açıdan müşküller taşımaktadır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır. Dolayısıyla Kendisi de dahil Sünni müslümanların kesinlikle aksini istemelerine rağmen geleneksel hilafetin ihyası mümkün değildir; dolayısıyla buna en yakın alternatifi seçmek gerekir.
3) Hilafet sorunu böylelikle İslam Devleti sorununa dönüşür ve yeni bir kavram ihdas edilmiş olur.
Reşid Rıza’nın İslam Devleti fikrini burada uzun uzun inceleyecek değiliz. Kavramı ilk o ortaya atmış olsa bile temsil ettiği fikir 20.y.y.da o kadar itibar gördü ki, birçok Müslüman yazar tarafından ve çokça işlendi. Bunların arasında Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup gibi Mısırlı fikir adamları, Mevdudi gibi Pakistanlı alimler, birkısım Suriyeli ve Lübnanlı yazarlar ve son olarak da İran’dan Ayetullah Humeyni sayılabilir. Bu yazarların herbirinin araştırmalarına tek tek girecek yerimiz olmadığı için temel iddiaları şu başlıklar altında toplanabilir:
- Peygamberimiz Medine’de bir İslam Devleti kurmuştur; o zamandan beri adil ve Allah’ın emirlerine uyan bir İslam Devleti kurmak bütün müslümanların üzerine vaciptir.
- İslam Devleti’nin anayasası Kuran’dır.
- İslam Devleti’nde başta müslüman alimler olmalı ve siyaset onların yol göstericiliğinde yürütülmelidir.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır. 20 y.y. başlarında demokrat Batılı fikirlerin etkisi ile bir meclisin ve bu meclisin genel oyla seçim sonucu işbaşına gelmesinin gerekliliği üzerinde durulmuş; ama bu gereklilik üzerinde uzlaşılamamıştır. Ekonomi alanında liberal bir açık pazar ekonomisinden başlayarak daha sonraları yükselen ve Üçüncü Dünya’da hayli itibar kazanan Marksizm’in etkisinde devletçi ekonomilere dek birçok görüş ileri sürülmüş bütün bu yaklaşımlara Kuran ve Sünnet’ten dayanaklar getirilmeye çalışılmıştır. Tartışmalara katılan fikir adamları geleneksel İslami külliyattan alınan kavramların yanısıra “emperyalizm, kültürel emperyalizm, tam bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, emeğin hakkı, artık değer, teşebbüs hürriyeti, İslami banka”, hatta “İslam ekonomi doktrini” ve “İslami ideoloji” gibi çeşit çeşit kavramlar kullanmış ve bunlarla bir İslam devletinin teorik çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır.
İslam Dünyası’nda bu takdire şayan, yoğun, yaygın ve uzun sürmüş çabaların sahiplerinin hiçbirzaman vazgeçmedikleri bir iddia da İslam’ın sadece bir din değil siyasal ve iktisadi bir doktrin de olduğu ve kendine özgü bir siyasi-iktisadi düzeninin bulunduğu idi. Başka türlüsü de düşünülemezdi zaten; çünki İslam dini “hayatın bütün alanlarını kuşatmıştı”. Bunun sonucu “İslam’a karşı demokrasi”, “İslam’a karşı kapitalizm”, “İslam’a karşı komünizm” gibi karşıtlıklar üzerine yürütülen polemikler oldu; artık İslam’ın felsefi rakipleri Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm değildi.
Artık İslam’ın felsefi rakipleri Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm değildi.
İslami devlet fikrinin ya da fikirlerinin bir başka güçlüğü de genellikle çok teoride kalmış olmaları ve bu teorilerin uygulama sahası bularak yeterince test edilememiş olmalarıdır. Bu bağlamda halihazırdaki bazı İslami devletlerle bu teoriler arasındaki uyuşmazlıklar da vurgulanmalıdır. Kaldı ki, bugün bazı “meşhur” İslami devletler olan Suudi Arabistan, İran ve Afganistan’daki savaşan iki siyasi iradenin de rejimlerinin temeli Şeriat’tır; ama bu devletlerin farklılıkları benzerliklerinden çok daha fazladır; bu farklılıklar da örf ve adet farklılıkları nedeniyle füru’ meselelerde görülecek türden değildir; rejimin temeline taalluk etmektedirler. Orta Doğu’da birçok Arap ülkesinin anayasalarında devletin dininin İslam olarak geçtiğini (örn. Mısır) ama bu özelliğin çok önplana çıkarılmadığını; buna rağmen kimsenin bu devletlerin İslami özellikleri ile ilgili yaygın bir tartışma açmadığını da not olarak ekleyelim.
Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami” düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında sadece Hz. Muhammed yoktur.
Bir müslüman düşünürün çağının bütün felsefi imkanlarını kullanarak toplumsal sorunlara çözümler aramasında bir gariplik yoktur; hatta bu gerekli birşeydir de. Bunu yaparken o çok çeşitli kaynaklardan da faydalanabilir; çünki “hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa alır”; öte yandan bir Batılı filozofun tabiriyle “en iyi ses veren kemanlar birkaç cins ağacın tahtalarından yapılır.” Ancak bütün bunları yaparken o araştırma sonuçlarını “İslami devlet” ya da “İslami ideoloji” gibi kavramlarla ifade eder ve bunların dinin emirleri olduğunu söylerse müşküller başlar; çünkü başına “İslami” sıfatı koymak, söylenen şeyi şu ya da bu şekilde Hz. Muhammed’e nispet etmek demektir. Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami” düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında sadece Hz. Muhammed yoktur; İngiliz felsefe okulunun Locke, Hume, Hobbes gibi düşünürlerinden Keynes’e, Alman Hegel’e ve Marx’a oradan Lenin’e, Fransız Devrimi’nin Rousseau ve diğer düşünürlerinden Bonapartistlerine, oradan Popper, Kuhn ve Feyerabend’e ve kim bilir daha kimlere dek geniş bir “atalar” yelpazesi vardır; öyleyse elde edilen hasılaya sadece “İslami” demek en azından dürüstlüğe aykırı değil mi?
Son olarak İslam ideologlarının kendilerine temel olarak gördükleri bir çıkış noktasına geliyoruz: “İslam bütüncül bir dindir; hayatın bütün alanlarını kuşatmıştır.” Bu noktadan hareketle İslam’ın siyasetten ekonomiye oradan sosyolojiye ve diğer bütün alanları dair söz ve emirleri olduğu İslam ideologlarınca benimsenir. Bu söz ve emirler ilk bakışta göze çarpmazsa bunlar araştırılacak ve bulunacaktır. Bu “bütüncül ve ayrı bir kültür” inşa etme projesi ilk bakışta kendine has görülebilir ancak araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir projenin Stalin zamanı Sovyetler Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya çıkar. Hemen belirtmeli ki, Sovyetler Birliği gibi bir toplumsal denemenin Rusya gibi Ortodoks bir kültür havzası üzerinde yükselmesi de tesadüf değildi. Ortodoks Hıristiyan ve Sünni Müslüman yekpare din-dünya görüşünün benzerliği, belki de aynılığının birkez daha altını çiziyoruz.
Bu “bütüncül ve ayrı bir kültür” inşa etme projesi ilk bakışta kendine has görülebilir ancak araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir projenin Stalin zamanı Sovyetler Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya çıkar.
Şostakoviç Stalin zamanının değerli bir Rus bestecisi idi. Bestelediği klasik müzik eserleri Dünya kültürüne malolmuştur. Ne yazık ki bu değerli zat Stalin’in “Sosyalist kültürü inşa” dönemine denk gelmiştir. Bestelediği eserler Moskova’da çalındığında ayakta alkışlanmış ve “Sosyalist kültürü inşa” için katkılarından ötürü kendisine payeler verilmiş; ancak aynı eserler Paris’te de çalınıp ayakta alkışlanınca eserlerinde “Burjuva ögeler olduğu” yoksa “bu eserlerin Paris’te asla beğenilmemesi gerektiği” savıyla sorguya çekilmiştir. Stalin zamanı Sosyalist kültürünün de hayatın her alanını kapsaması bekleniyordu: Sosyalist devlet, Sosyalist ekonomi, Sosyalist bilim, Sosyalist sanat, Sosyalist şehircilik, Sosyalist eğitim, Sosyalist ahlak, Sosyalist aile, ila ahir. İşte bu “diğerinden her alanda farklı olma” titizliği modern zamanların ürünü bir zihniyettir.
Aynı titizlik modern İslam ideologlarınca da benimsendi ve “Materyalist Batı uygarlığına” İslami bir alternatif oluşturulmaya çalışıldı; ancak bu, geçen 13 asır içinde bu derece titizlikle ele alınmış değildi; dinimizin öncekileri “hikmeti her bulduğu yerde alma” konusunda çok daha rahattılar. Bu nedenle bugün “İslami düşünce” olarak algılanan külliyat içine Yahudiler ve Hıristiyanlardan rivayetler, Eski Yunan, İran ve Hindistan’dan felsefi akımlar girmiş ve bütün bunlar hummalı bir faaliyet sonucu “İslam’ın rengine boyanarak” düşünce evrenimizi zenginleştirmiştir. Bu iddiamıza çok basit bir örnek olarak yüzyıllardır medreselerde Mantık dersinde okutulan “İsaguci” adlı kitap verilebilir. Bu kitap Geç Antik Dönem filozoflarından İsagog tarafından yazılmış idi. Bunun tersine bir örnek, zamanının materyalistlerinden olan Ravendi’nin öğretilerinin “İslam Düşüncesi” külliyatı içinde bir bölüm almasıdır. Oysa dine yakınlık açısından Ravendi’nin Karl Marx’tan çok farklılığı yoktur. Örnekler çoğaltılabilir.
SİYASİ DİN?
Bütün bunlardan sonra “dinin hayatın her alanını kuşatması”, daha doğrusu “dinin hayatın her alanına hakim olmasını” başka türlü anlamamız gerektiği ortaya çıkıyor. Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve kültürde din “hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba göstermeye gerek yoktur. İlk bakışta tuhaf görünse de bu hal sadece İslam için değil Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm ve diğer dinler için de geçerlidir.
Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve kültürde din “hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba göstermeye gerek yoktur.
Sözümüze çok revaç bulmuş bir iddia ile devam edelim: “İslam toplumsal bir dindir; oysa Hıristiyanlık ve diğerleri bireysel ahlaka yöneliktir; dolayısıyla bireysel dinlerdir.” Acaba safi toplumsal ve safi bireysel dinler şeklinde bir ayrım olabilir mi? Böyle bir ayırımın mümkün olduğunu varsayalım ve bir “safi bireysel din”in seyrine bakalım. Göreceğiz ki, bu din tek tek insanların bireysel ahlakını değiştirdikçe ve bu insanlar bir toplumda çoğunluğu teşkil ettiğinde onların bireysel ahlakları o toplumun örfü haline gelir. Bu örf ise ister istemez toplumsal yaşayışı, yasaları, iktisadı ve bütün toplumsal kurumlarla birlikte devlet idaresini belirler. Bu en tabii, normal ve mantıklı bir durumdur. Bu noktadan bakıldığında ise laiklik-teokrasi tartışmaları kurumsal düzenlemenin şekline yönelik tartışmalar olarak kalır; doğrudan din ile bir ilgisi yoktur. Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir; istense dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir; istense dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Bu noktadan sonra bir müslüman siyasetçinin görevi açıktır: Topluma en iyi şekilde hizmet ve toplumun isteklerinin siyasete yansımasını önleyen çarpık yapılanmalara karşı demokratik ıslahatçılık. De Tocqueville’i şerheden İran Cumhurbaşkanı M. Hatemi’nin söylediği gibi: “... Ona göre (de Tocqueville) bu uygarlığın (Anglo Amerikan uygarlığı) önemi odur ki, burada özgürlük dinin gelişmesinin beşiğini bulduğu yerdir ve din ise özgürlüğün korunmasını kendi ilahî çağrısı addeder. Bundan ötürü, özgürlük ve iman asla çatışmamışlardır... İnancım, eğer insanlık mutluluk arıyorsa, dini maneviyat ile özgürlüğün erdemlerini bağdaştırması gerektiği yönündedir...”().
İSLAM BİRLİĞİ
Bundan sonra kısaca İslam aleminin birliği meselesine değinmek gerekiyor. İslam aleminin birliğini sağlama yolunda önemli adımlar atmış olan Hilafet, sanayi devrimi ile birlikte yetersiz kaldı ve yüzyıl başında yıkıldı. Hilafet siyasetinin en büyük uygulayıcısı Sultan 2. Abdülhamid’le kaderin garip bir cilvesi sonucu karşıkarşıya gelmek zorunda kalan yüzyıl başının bir başka önemli şahsiyeti Cemalettin Afgani’ye kulak verme zamanı belki de gelmiştir. Afgani de hilafet ile İslam aleminin birliği meselesinin çözülemeyeceğini görmüştü. Bu nedenle 2. Abdülhamid’e karşıt bir çizgi izledi ve sonunda muhafazakar hilafet taraftarı çevrelerin hain gözüyle baktığı bir kişi oldu. Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst birlik çatısı oluşturması. Afgani bir anlamda bugünün Avrupa ülkelerinin kurduğu Avrupa Birliği’nin bir müslüman modelini önermekteydi.
Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst birlik çatısı oluşturması.
Bugün İslam ülkeleri Afgani’nin önerisindeki birinci merhaleyi tamamlayamamışlardır. İslam Dünyası’nın geri kalmışlığı ve özgürlük yokluğu müslüman milletlerin gidecek hayli yolu olduğunu gösteriyor. O halde önce bu nakısaların aşılması şarttır. Bu anlamda aslında Türkiye’deki İslamcılar, Kemalistler ve Milliyetçilerin genel bakış açıları birbirine denk düşmektedir. Türkiye’de tam Batıcı bir azınlık dışında bütün görüş sahiplerinde İslam Dünyası’nın sorunlarına karşı bir hassasiyet ve diğer müslüman milletlerin Türkiye’nin örneğini izleyerek gelişmesi yönünde bir dilek vardır. Kemalist gelenekten buna örnekler verirsek Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ilk elden dostluk kurduğu yabancı devlet adamları arasında İran ve Afgan Şahlarını görüyoruz. O zamanlar Türkiye dışında bağımsız olan sadece bu iki ülke vardı; diğerleri sömürge durumundaydı. Örnekler yelpazesi bu uçtan diğer uca, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1980’ler başında Suudi Arabistan Krallığı’na gelişmek için Atatürk İlke ve İnkılaplarını benimsemelerini salık vermesine dek uzatılabilir. Evet Türkiye’de ilgi vardır ve bu ilgi genelin gözünde meşrudur. Yapılması gereken bu ilgiyi doğru yollara kanalize etmek, Türkiye’nin İslam dünyasının diğer milletlerine bir örnek teşkil etmesini sağlamaktır.
SONUÇ
Sonuç olarak şunların tekrar vurgulanmasında fayda vardır:
- İslam uygarlığı hicri 1. y.y.da gelenekte büyük çapta reformlarla bir tüccar site toplumundan tarım imparatorluğuna dönüştü.
- Bu dönemde formüle edilen devlet ve siyaset teorileri 19. y.y.da Sanayi Devrimi başlayana dek süregelen nispeten istikrarlı bir dünyada 1300 yıl boyunca işlerliklerini sürdürdüler
- Sanayi Devrimi başlarken ve daha sonraları İslam dünyası gereken ikinci büyük dönüşümü yaparak bir sanayi toplumuna dönüşemedi. Skolastisizm ve taassup statüyü korumak ve içe kapanmayı getirdi.
- Ancak bu içe kapanma hiçbirşeye çare olamadı. Kaleler düştü ve İslam dünyasının büyük bölümü sömürgeleşti.
- Bugün hala bu ayak uyduramamanın getirdiği sorunları yaşıyoruz.
Artık Bilgi Çağı’nın geldiğinden sözediliyor. Bunun anlamı merkezi kurumlaşmaların etrafından dolaşan demokratik paralel ağların toplumsal gücü bu merkezi kurumların elinden giderek almasıdır. Buna bir örnek vermek gerekirse, basit bir İnternet bağlantısı ve söyleyecek sözü olan bir kişi sözlerini ve fikirlerini tek başına dünyanın her yanına duyurabilir. Bunun için tek yapması gereken, bedava web sayfası veren bir İnternet kurumundan kendine bir site alması ve fikirlerini bu sitede yayınlamasıdır. Bu süreçte bireyin bir güç olarak yükseldiğini ve insan teklerinin olayların akışına müdahale için yetki ve ünvan yerine kendi kişisel yeteneklerinin daha çok önem taşımaya başladığını görüyoruz. Bu anlamda kurumlara yön veren hukuk yerine bireylere yol gösteren ahlak giderek daha çok önem taşıyacaktır. Belki bütün bu gelişmeler Kur’an’daki kişisel ahlaka yönelik emir ve nehiylerin neden sayısız derecede çok, ama Hadd denilen toplumsal cezaların neden birkaç tane olduğunu kavramamıza yardım edecektir. Bu kavrayış bu yeni çağa yönelik olarak İslam dünyasının fikir ve pratikte kendini yenilemesine bir başlangıç teşkil edecektir.
“mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”.
Bütün bu faaliyetlerin yapılabilmesi için içtihad müessesesinin tekrar çalıştırılması gerekir. Gerçi Mecelle hükmü gereğince “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ yoktur” (), ama Hayrettin Karaman Hocamızın da işaret ettiği gibi “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”, çünkü o nassın o vakaya uygun olup olmadığına, dolayısıyla mevrid-i nass’a hükmetmek de bir içtihattır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder